17 Ağustos 2013 Cumartesi

KSANTİPPE




(Salınırken ey sevgilim, bereketli hilâl gibisin, omuzların buzağıların tüyleri gibi yumuşak, göğsün bulutlar gibi köpüklü; her adımında sanki gülüşüp oynaşıyorlar. Ah öyle ki, yol ortasında yanan dilim, çölde bir vaha bulmuş gibi, bengi suyundan içmek istiyor...
Canım seninle, denizin bakışları, ceylanların haykırışlarıyla sevişmek istiyor. Ellerin öyle güzel ki sevgilim, ak kuğulara benzer. Parmakların minik balıklar gibi, sana tapıyorum, seni seviyorum. Dişlerin deniz dibinde mercanlardır... Yanakların çocuk yanağı gibi; gözlerini gözlerimle öpsem, geceler boyu bedenini, ak tenini düşlesem, yüreklerin yazgısı, birleşir mi diyorum.
...
O gece dudaklarımla çiğdemlerini okşuyor, sümbüllerini kokluyor; omzunda tüyler gibi gezinerek, erguvani ağzından, aylı okyanusların balsuyunu içiyordum...
Kollarım canını avutuyor, manolyalarını uyutuyor, gecenin yarısında sağrısından inerek, gizem dolu koyaklarına, mağaralarına dalıyordum; sonra ceninler gibi kıvrılıp ölüşüyor, erişilmez, uzaklar uzağı diyarlarda, apak, masallar ötesi bulutlarda, düşlerin düşlerine varır gibi oluyordum!..)


Kar yağıyordu...
Baktria’da gün bitmiş, akşam alacasında uyukluyordum.
Aşağıda taş yolda, bir gölge belirdi, kar tozanlarının içinde süzülerek; yukarılara doğru geldi.

Ahşap penceremin aralıklarından onu gözlüyor, tahta basamakları çıkarken sesini duyuyordum.
Gelen Ksantippe’ydi!..
Günlerdir adını anıyor, arzular içinde kıvranıyor, çıldırtıcı bir özlemle onu sayıklıyordum.

Hafifçe kapıyı tıklattı.
Kollarım havada, ürküyle, korkuyla, coşkuyla kalakaldık ve sonra öyle bir sarıldık, öyle bir kenetlendik ki; fesleğenler, reyhanlar, safranlar doldurdu odayı.
Öyle buruk, öyle içli, öyle derindi kokusu...

Aslanın pençesinde sürüklenen bir av gibi; arkalara sürükledim onu.
O bildik hasır yatağa, tuğlu mısır dalları gibi devrildik.
Odadaki yeryüzü yemişleri, üreme coşkusunu kırbaçlıyor, tavandaki mor salkımlar, kösnü uyandıran mayhoş, kekre bir koku yayıyordu.

Büyülenmiştik.
Saçlarını saçlarıma doluyor, sağrısını öpüyor, içliklerinden sıyrılırken, dudaklarının ateşini ağzımda söndürüyordum...
Parmaklarını okşuyor; topuklarını, baldırlarını seviyor, kanatlı kuşlar gibi, sanki bulutların üzerinde geziniyordum...

Çayırlarla dolu bir vadiye geldim.
Pınarlar ışıldıyor, oğlaklar otluyor, sisler içinde, gümüş renkli bir flütten, derin bir musiki yayılıyordu.
Bir çoban mırıltıyla, arzuları kışkırtan, esimle yeryüzünü dolduran ezgiler çalıyordu.

Çiçeklerle, benekli böceklerle dolu, gonca kokulu bir yoldan yukarılara tırmandım.
Defnelerle, yıldızlarla süslü, ay görümlü tepelere vardım...
Masallardaki güzelim, sevecenlik bağışlayan, gümrah kulelerin yamaçlarına uzandım.

Yorgunluğum arttıkça coşuyor, gökadalarda koşuyor, bal dolu gözelerden kana kana içerek, atlıların dörtnala geçtiği dağ yollarından, çamların, kozalakların gölgelediği yarlardan sekerek, tüllerle gizlenmiş, sisli, binbir gece endamıyla perili bir boğaza varıyordum.

Kıvrımlarında satyrler geziniyor, siyah zülüflü, gizem dolu nymphalarsa uçuşup kaçışıyordu.
Egzotik çeşnilerle, soluk alıp-verişlerle yutkunarak; dilimin, gören gözlerimin yandığını duyumsuyordum.
Ellerimle çabaladım ve yukarılarda sureti Dünyazat'dan güzel bir göle vardım.
Çırılçıplaktım, daldım, yüzdüm, oynaştım!..

Kırk haramilerin mağarasını aştım...
Güneşte yanıp sönen, sürmeli, altın pullu balıklarına ulaştım.
Kirpiklerin arasında doğunun hazineleri gibi parıldıyordu.
İnci gibi bakınıp, arzularla kıvranıyor, parelerle bölünüp, için için yanıyorduk!..

Birden şimşekler çaktı, sanki yıldırım düştü!..
Anladım ki, Ksantippe alevlerle tutuşuyor; 'Geceleyin, altın anahtarın içimde şıkırdıyor' diye haykırıyordu!..
Gümbürtüler içinde; buz alemlerini tanır, son iç çekişlere varır gibi olduk, eriyip solduk.
Karanlığı döllüyorduk!..

...

Sabahın loş aydınlığı gözelerden sızdığında, bedenlerimiz ışık demetlerinin içinde tuhaf işaretler, minik, sessiz gölgeler gibi kıpırdıyordu.
Pencereden, Baktria ovalarına baktığımda; uçuşan kar kelebekleri nasıl bitti, zaman nereye gitti anlayamadım...


Ve Zeus'un sevdası, sonsuz güzelliğin aylası, gül açığı harmanisini giydi; tahta basamaklardan indi, taş evlerden, avlulardan süzülerek, bir daha döner mi bilinmez,
-yeryüzü yaşamının içlerine doğru-
yitip gitti...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder