4 Ağustos 2013 Pazar

KALAMAR



KALAMAR

Andrei Tarkovsky'nin günlüklerini okuyordum ki, odaya girdi, “Sokrates'in, Sokrates'in Savunmasını okudun mu?” diye sordu; evet dedim yavaşça, okumamışsın; çünkü o Platon'un dedi. Ne demek istediğini anlamıştım, onu gerçekten, uzak geçmişte okumuş, gelen konuklara o kitabı okuduğumla tanıtılır olmuş, şaşırtı ve sevince kapılmıştım. Geçen gün, anıların uğruna o kitabı gene aldım, kapağında Platon yazıyordu, bellek kayması sona erdi ama, gerçekten sorsalar, Sokrates'in derdim o kitap için. Neyse, yaşamımız bu tür yanılsamalarla doludur, Fikret Mualla ve Elif Naci'yi kadın sanmak, Muazzez Tahsin Berkant'ın ne olduğunu bilmemek, Kerime Nadir üzerinde karar verememek, büyük yazar Don Kişot'tan söz etmek, George Sand erkektir, Rilke kadındır demek, Baudelaire'i aynen hecelemek geçmişin yanılsamaları arasında esip giden poyraz yelleriydi inanın, onun için öğrendikçe, bilmediklerimiz çoğalır der dururum.

Tarkovsky'yi severim, seksenli yıllarda, Beyoğlu Sinema Kafe'de, bazen bir eşlikçiden bile yoksun, daracık mekânda ve alkolün zorbalığında filmlerini izlediğim olmuştur!.. Sinema sanal bir şey, Lumière Kardeşler'in bir gösterisinde perdeye doğru yaklaşan lokomotifi gören izleyicilerin salondan kaçıştığını biliyorsunuz. Bundan mıdır bilemem, Tarkovsky hep ruhsal, spritüel sinemanın öncüsü olmuştur, onun aktörleri, aktrisleri, öylesine sıradandır ki, olayları (anlatılanı) izlemekten, sunucuların (rol sahipleri!) yüzüne bir kez bile bakamadan film biter. Stalker'de öyle usdışı görünümler vardır ki, akar suyun, değirmenin, sahipsiz köpeğin başka bir gezegenden geldiğini sanırsınız. Solaris'in müziği öyledir ki sizi filmin bir parçası haline getirir, bir izleyici değil, olayın kıyısında durup olup biteni gözleyen bir ölümlü gibi kâh uyuklayıp kâh uyanarak ve filmin bir parçası olarak, olağan ötesi yaşananların bitmesini beklersiniz...

Kuzenim yine odaya girdi, Tarkovsky'yi sevmiyorum, sinema bir yanıyla eğlenceli olmak zorundadır, kitap yazarak söylenecek şeyleri film yapmanın bir anlamı yok dedi (meğer Stalker'in senaryosu da 'bir ikili' Arkadi ve Boris Strugastky'nin The Roadside Picnic adlı kitabındanmış, keşke çevirisi yapılsaymış, ama adı, Issız Yolda Piknik konulabilirse, daha uygun olurmuş!). Tartışmaya girmem (unutmadan söyleyeyim, sinemanın başat bir sanat olduğunu savlayanlar, zaten sinemanın yazın’ı kapsadığını ama yazın'ın sinemayı kapsamadığını ileri sürebildikleri için bunu dile getiriyor), tartışma herkesin kendi görüşlerini açınlayabilmesidir, bu konuda görüşlerimi uzun yıllar onunla paylaştığım için sustum. Söz dönüp dolaşırken, beslenme konusu açıldı; vejetaryenlikten, onun sınırlarından, çocukların bazı besinleri almak zorunda kaldığından, son okuduğum şeyler arasında, bitkilerin de düşünüp-konuşuyor olabileceğinden filân söz ettim... Hepimizin kan içici birer Drakula olduğuna hükmetmemize az kalmıştı ki, akşam yemeğinin hazır olduğunu söylediler, belleği şaşı, iki gözü, elleri ve ayakları olan, garip birer yaratık gibi, sofraya dizildik...

Sonraları, besin zinciri konusu, çocukların bazı gıdaları almak zorunda olduğu yaklaşımı ilgimi çekti. Balık diye hep hamsi, istavrit yediğimizi (bir İstavrit kitabevi vardı, İstavrozla karıştırdığım, aniden kapandı gitti!), fasulye ve benzeri şeyler, pirinç lapası, çorba, Amerikan patatesi, Urfa minaresi yemekten başka bir şey bilmediğimizi düşünür oldum ve giderek, o güne dek hiç almadığım şeyleri almak gibi bir merakım oluştu, yengeç, karides getiriyor, bilinmez dikenli otlar kaynatıyor, brokoli, avokado gibi zamanla alıştığımız şeyleri, göz korkutan bir kavga gürültü arasında çocuklara da yedirmeye çalışıyordum. Alışkanlığımın sonu gelmeyeceğini anladım, yaşam gibi yiyeceklerin de sonsuz olduğunu, bu merakım sonucu öğrenmiş oldum. Artvin'den Anzer balı getirtiyor, aktarlardan; lumbagodan, artık görülmeyen, soyu tükenmiş olsa da lekeli hummaya (yüz yıl önce, Kabil'in suçunu tadabilmek için, seçtiği kurbanlar arasında yazık ki büyük babam da vardı, bu yüzden tifüse kinim vardır…) kadar, iyi gelecek acayip yiyecekler, içecekler alıp duruyordum. Zamanla alışkanlığımı terk ettim, gene bildiğimiz istasyonlardan, alışılmış şeyleri alarak, öz ruhuma dönüyordum artık. Şu ulu çarkta, eski dişlilere dönmemin nedenleri arasında, evden aldığım ağır eleştiriler, siyasi (bu emperyallerin malı) ve dini (bu inancımızca mekruh sayılır gibi) bazı uyarıların önemli bir payı olduğunu söylemem gerekir.

Bir gün evdekiler hep birlikte şehzade Fatih'in ülkesi Trabzon'a gittiler!.. Yalnız kaldım, birkaç gün sonra, yiyemediğim, gözümün kaldığı bazı şeylerle günümü geçireyim, kurduğum sofrayla, yarı sosyetemsi, az biraz aristokrat bir ruha bürünerek, şu yaşamdan, evden, semtten, sokaktan, söylemesi güç belki usul ve fürudan, hatta hep eleştiren, ağzımla kuş tutsam beğenmeyen dostlardan, hasılı varıyla yoğuyla, Galile Yuvarlağı'ndan öcümü alayım dedim. Yıllar önce (nefritin, olağan bir bedeni ziyaretinden ötürü), akşamları pek çok şeyle birlikte, içkiyi yasaklamışlardı, gündüz içilmeyeceğini düşünerek. Bu orijini çözen Conrad Aiken gibi kurnazlıkla, akşamı değil geceyi bekleyecektim artık, akşam yasaksa gece de yasak değildi ya!.. Her şeyi aldım, hayran olunacak tadı damağımızda kalacak, ruha yakın, mideye uzak ne varsa aldım!.. Son olarak etimsi, balığımsı bir şeyle taçlandırmaya kalmıştı iş sofrayı (cariye peksimeti, sülün ciğeri, sultan pastırması ve şahpadi buğulaması yoksa da), Kabalcı'nın yakınında ki balıkçıya uğrayıp, o güne dek nedense almaya sıra getiremediğim nesneyi, buruşuk ıslak bir kâğıtta kargacık burgacık; kalamar ve altında ederinin yazıldığı, minicik, kuyruklu yıldız görünümlü şeyleri almaya karar verdim, aldım ve eve geldim. Yaz günü olduğu için zaten epeyce geç kalmış, sofrayı da ehlikeyfçe hazırlarım derken saat karanlığın kuytusuna varmıştı... Eskinin Apulia Yolu, şimdinin Sardunya Sokağı'ndan, eve adımı mı atar atmaz, bir rüzgâr esti ve salonda okuduğum kitabın yaprakları uçuştu, kaldığım yeri kaybettim, ancak yalnızlığın üretebileceği türden bir espriyle, bahtıma çıkan şu sayfayı bir okuyayım dedim, Milorad Pavic'imsi, Arjantinli'nin tütsüsü gezen, ruhuma hitap eden bir sayfa çıkmasın mı...

Omnipotans paradoksu gibi, o an arktik bir ölüm öpücüğü gezindi benliğimde, surların üzerinden yaklaşan Akhalar'a bakıyordum, Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyor; güneş batmış, ay doğuda dağların karanlığından, kimselerin duyumsayamayacağı bir sessizlikte yükseliyordu... Yanıma Büyük Romulus geldi; Shantel bu gece Venue Maslak'ta ki Smirnoff Experience Russian Disco için çalacak duydun mu dedi. Biliyor musun dedim, insanlık henüz iki yüz bin yıldır yeryüzünde, bu ne demek, insan ömrü yetmiş yıl desek, art arda (teke tek!) üç bin kişi gelip geçmiş dünyadan, Colesium'a bile yakışmaz kara bahtlılar kalabalığı, doğrusallık belli, kanımca bu sanılır; ha var, ha yok dedikleri!.. Erguvana, İsa Ağacı derim ben. Belki de evren bir hayvan ya da tek bir mineralden. Napolyon Louisiana'yı satmasaymış, Amerika'nın dili Fransızca olacakmış diyorlar. Cansız maddeden, canlı maddeye, canlı maddeden düşünceye geçmişiz biz, ama Tutmosis zamanından beri düşünceyi kullanmayı da bellemişiz. Voltaire gibi, hoşgörülü olup, servetini, köle ticaretine yatırmış teyzeniz! Din bilginleri tanrının dikkatini, şu sözcükleri yazan sağ elden bir an bile çekmesi halinde, elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini ileri sürerler. Yazlıkta oxymoron oynadık derler, sözcüklerin önüne, onun karşıtı olan bir sözcük konularak yeni bir sözcük üretme oyunu... saydam sis, yanmaz ateş, inançsız kul, kara güneş gibi; şimdi veronal içti uyudu, zira göz savunmasız ve açıkta duran tek iç organımızmış. Bir gerçeklik sonunda bir soyutlamaya dönüşebileceği gibi, bir soyutlama sonunda bir gerçekliğe dönüşebilir ha! Metafizik bilginin olanaksızlığına örnektir şu; taş bizim için yüzyıllardır taştır, taşa göre, düşüncemiz değişebilir, ama bir soyutlama olan tanrı düşüncesi, bize göre; sosyal durumumuza göre değişebilir ancak, taş varlığıyla düşüncemizi yönlendirebilir, tanrı düşüncesinin gelişimi ise yalnızca yaşayanlarla, bizlerle değişebilir. Bilir misin, Ayasofya'nın gerçek adı Fethiye Camisi'dir. Nietzsche ölmeden; Tanrı öldü demiş, Nietzsche ölünce Tanrı; Nietzsche öldü, demiş!.. Noktalama işaretlerini değiştirerek La Manchalı'yı felsefi bir yapıt haline getirebilirmişiz. Mezarlıklar insanlar gibi yaşlanır ve ölür, zulmette bir Mughal İmparatorluğu büyür. Arap atasözüdür; insan, zamandan korkar, zaman da piramitten. Boşluğuna bakıyor boşluktaki! Abdülaziz zamanında halk trene Padişah Gemisi dermiş. Ve onlara, umarsızca başkaldıran tüm canlılara diyorum ki; kardeşlerim, belki bir sabah güneş gene doğacak ve belki de anlayacaksınız artık, bedenler ayrı olsa da ruhların bir olduğunu... İşte insanın kozmolojik serüvenindeki tek umudu ve baş tacı, tanrının yeryüzündeki gölgelerine, put sever tehlikelerine başkaldıran tek umuru; Kitap!.. O kurtuluşunuz, o kılavuzunuz olsun! İşte soykırımdan, kıya ve zulümden kurtulamayan insanoğlunun, kozmirajik, evrensel serüvenindeki başyapıtı ve tanrının yeryüzündeki biricik sureti; günahlarımıza otacı, gazaba bulanmış, cennetlerden kovulmuş ademoğlunun özbeni ve yalnız ve yalnız onları anımsatan, onulmaz, yıkılmaz putu; Kitap!.. Onu yakın, onu yok edin dedi!.. bitti.

Yalnızlık ürkütücüdür. Derebeylik çağlarımda (beş ve altının, karesi civarı diyelim) yalnızlığı çok severdim, ama yıllar ilerledikçe onun katlanılması güç ve insanı sonsuza yakınlaştıran bir şey olduğunu anladım. Yalnız insanın zamanı ve uzamı tozludur, köhnemiş bir görüntü verir, başka bir dünyadan konuşur gibi bakar insanın gözlerine, kapıyı bin bir güçlükle ve boş yere uğraştırılıyormuşçasına açar ama gerçekte yitip gitmiş duyguların, özlemlerin kuyusundan, gizençli, görünmez bir çığlıkla haykıran, doyasıya sarılmak isteyen de odur. Ne ki bunu hiç belli etmeyecek kadar karanlık bir ruhun ve onmaz bir gururun pençesinde, kendi özbenine; ihanetsi kayıtsızlığını sürdürür. Yalnızlık gittiğin yoldan gelir diyen ozan gibi, bu paradoks gibi gözükse de, insan artık nevrotik bir tutsaklığın sarmalında; Derdimin zehri dermanımdır dercesine, sizi istemez ve tek çözümün bir insan sesinin varlığı olduğunu bile bile, kaygısız ve öylece; o sonsuz ve anlamsız yalnızlığına çeker gider...

İşte yalnızlık ve yorgunluktan olsa gerek kitaba dalmışken, uyumuş kalmışım. Nedendir bilinmez yarıgece; güzelim sofrayı kuramadığım, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerin şaşkısı içinde uyandım, sağa sola yalpalarken, derin bir sessizliğin içinde, bir yerlerden çıtırtılar geldiği duygusuna kapıldım... Kapıyı tam olarak kapatmayı unuttuğumu anladım, aralayarak, koridora baktım, hiçbir şey yoktu, birileri olamazdı, daha önceleri karanlıkta devasa carabuslar, hamam böcekleri, bir keresinde de kulakkaçan ve akreple karşılaştığımdan ürkmüyor da değildim. Ayrıca eve, yılan bile girebilir kanımca, ağaçlardan tırmanarak, pencereye yakın dallardan, açık camlardan girebilir, geçen gün, ışığı yakınca büyücül bir kertenkeleyle karşılaştım, epey bakıştık ve hamle yapınca kütüphanenin arkasına kaçıverdi, şimdi belki de yarıgülüt, orada Darwin'i okuyordur artık!.. Yalnızlık ürkütücü; önceleri hiç yaşamadığınız olaylar sizi bulur, cinlerle perilerle konuşur, geçmişte ki ölülerle bile yüz yüze gelirsiniz...

Çıtırtı öyle sessiz ve derinden geliyordu ki, sanki kuzeyden doğru buzdağları akıyor ve karalara doğru yüzgeçli, tırnaklı ayaklarıyla garip hayvanlar yaklaşıyor, ürküsül, kimselerin duyamayacağı bir gizillikte, ıslığımsı-uyuşuk, derin bir düşselliğin içinde; kaos çağlarından gelircesine çoğalıyorlardı. Uzun süre çıtırtının geldiği yerleri aradım, yalnızlıktan mı, sessizlikten mi bilemem yön duygumu yitirdim, odalara giriyor, yavaşça banyoya süzülüyor, açık pencerelerden boşluğa bakıyor, sanki tanımsız garip canlılar derimde dolaşıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordum ve nereye kulağımı yaslasam, ses sanki oradan geliyordu!.. Sonra saltık korkuyu yadsıyan, yalnızlara özgü bir duyguyla, her şeyi anlamsızlaştıran, mekanize-robotumsu bir kurguyla; evi bir kez daha kolaçan ettim. Salondan antreye geçtim, loş ışıkta ayna çıktı karşıma; birden iç organlarım belirdi sanki!.. Korkum büyümüştü sanırım... Sonunda solmuş, çökmüş bir halde mutfağa geldim ve hiç olmazsa bir şeyler atıştırayım, belki, anlağımı toplar, uyku sersemliğim de geçer diyerek buzdolabının kapağını açtım ki; dondum kaldım!.. (Olanları gözlerim bir anda gördü, ama yazarken sıralamak zorundayım, işte dil böylesine sınırlı, yazında alabildiğine zorlu bir şey sanırım.) Karanlıkta kalamarlar, sağa sola yayılmış, ağzı bağlı poşet açılmış, kese kâğıdı bölük pörçük olmuş, mor-yeşilimsi bir ışın yayarak ilerliyorlardı. İçine düştüğüm dehşetten dolayı, uzun süre duraladım, sanki ölüme direnir gibi, bulundukları yerden kafilelerle çıkıp, fosforumsu-galaktik bir ışın saçıyor ve halifelere yaraşır zümrütler gibi de parıldayıp yurtlarının ve geçmiş yaşamlarının özlemi içinde kararlı; bir hilâl düzeninde dağılıyorlardı. Saydamsı, yapışkan duyarlıkla, sıvıcıl şeyler salgılayarak, yön arar gibi çalışmaları ve onlarla göz göze gelmem, kanımı dondurmadı desem yalan olur... Kendime çekeceğim ziyafet, yemek istediğim canlıların, bir başkaldırısına uğramamla; bir isyanla, dehşet dolu anların parodisine dönüştü. Sonsuz bir ürkü ve üzüntüyle, üzerime doğru gelmelerine fırsat vermeden kapıyı kapattım…

Hızla üstümü değişerek, sanki onların benimle boğuşmalarına hiç gerek olmadığı, sizi anlıyorum, lütfen gibi sızlanmalar ve söylenmeler arasında, hep birlikte sokağa fırladık. O insanı dehşete düşüren ışın yaymayı ve aranmayı sürdürüyorlardı. Hızlandım; gece yarısı kent tam bir sessizlik içindeydi ve kuşkunun renklerinde yalnızca iki şey vardı; onları sahile ulaştırmaya çalışan biriyle, tanrının, gerçekte tüm hünerini sergileyerek, büyük bir beğençle yarattığı, yeryüzünün kuyruklu yıldızı, gelincik çiçeği gibi alımlı; ince ruhlu, o güzelim hayvanlar...

Loşlukta çöp bidonları köşegenli canavarlar gibiydi ve amorfik melodide, her yer, her şey gözlerimde, devinen, düşünen, konuşan ve üzerime doğru koşan bir canlı silsilesini andırıyor, nereden estiği belli olmayan bir rüzgâr, önce sarılıp bir şeyler fısıldıyor ve soğurup, tenimden kayıp giderek, bir daha geri gelmeyecek, solgun hayaletleri anımsatıyordu... Sokak lambalarının altında, o garip yaratıklardan biri; onlarla dost olmak isteyen, korkak, ama iyi yürekli bir zavallı gibi ilerledim. Bir köpek peşime düştü! Hızla kaçayım derken, poşetin açıldığı duygusuna kapıldım. Köpek boğuk sesler çıkararak ve biçimsiz, garip bir yaratığın hırsla soluyarak; karşı karşıya gelmelerine benzer bir şaşkınlık içinde geride kaldı!.. Ara sokaktan mavi lambalarıyla bir araba geçti. Sahile geldim...

Denizin sesi, yeryüzünün ilk günlerini andırıyordu. Görünmez bir çalkantının, sürekli çoğalan bir canlılığın gizeminde, düşünen bir bellek, sıvıcıl, yarı bulamaç, devinen bir beyin yumağı gibi kıvranıyor, ay ışığında kükreyerek, şimdiye dek görmediğim, ucu bucağı bellisiz, her şeyden güçlü, kürküyle yatan bir hayvan, yahşi bir umman, bir kuyrukyutan gibi salınıyordu. Kalamarın anayurduna gelmiştim. Usulca, tanrısını ürkütmekten korkan, minicik bir yaratık gibi sarılıp okşarcasına yaklaştım ve onları büyük bir dikkat, ağlanmalar, sızlanmalarla dolu bir serzenişle, dalgaların ortasına, ta içlere doğru silkeleyerek, hemen uzaklaştım.

O günden sonra denize korkunç bir saygı duyar oldum, içindeki canlılara, ışıktan yalımlara, beşikten dalgalara -neredeyse- bakamaz oldum, birileri bir şeylere zorlayınca, özel hiç bir neden yokmuş gibi, sağlık, sıhhat, yasak gibi gerekçelerle; kurtulup kaçar oldum...

Pantersever bir yazın eri, tümceleri bağlıyor ki; kaplan dendikte, onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle, kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gök de denmiştir. Şimdi insan dendik de, bunları düşünüyorum. Ve kalamar deyince; onun dünyadaki varlığını, okyanuslarda onları doğuranları, onları besleyen, çoğaltan mercanları, resifleri, onlara analık eden, kucak açan derinlikleri, derinliklerden yükselen mavilikleri, sonsuzca uzanan gökleri ve onları yaratanın adını da dile getirmişizdir diyorum...

Ve bir gün yok olup gideceğimi biliyorum. Zamanın, bir zamanlar sözcülüğümüzü etmiş sözcüklerle, yüzyıllarca bize eşlik etmiş olanın yazgısını simgeleyen sözcükleri karıştırmaması garip değil aslında... İnsan olmuşluğumuz vardır; bir zaman sonra, 'Hiçkimse' olacağız. Onun gibi, bize ayrılan kalp atışları bittiğinde, herkes olacağız, öleceğiz. Ama sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler; saatlere, yüzyıllara ve bizlere, yol göstermeyi sürdürecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder