4 Ağustos 2013 Pazar

NİTOKRİS



Cüz I
Alamut diyarlı Persepolis’ten, elimizi siper ederek güneye baktık mı; ufukta yükselen Sur Ülkesi’ni görebilirdik. Uzayıp giden çöl ve ufkun bitimsiz griliği 'Surları' karanlık bir duvar gibi algılamamıza yol açar ve babam Kambyses’in soytarısı, sihirci ve çılgın hokkabaz El Düri, ‘Karanlığın Duvarı’ adını verdiği bu yükseltiye mistik öğeler yükleyerek, dağlı Humbaba’yla, Enliller'in karakuşisi, hatta kuyruklu tanrıların, Enkidular'la birlikte yaşadığı dev bir Gılgameşler ülkesiymiş gibi anlatırdı. Bundan olacak bizde surların ardında ne var diye ölesiye merak ederdik.

Mehtaplı bir gece, işte bu yüzden, siyah İran atlarına binerek kırk kişilik maiyetimizle, güneye doğru açıldık. Bütün gece çılgınca yol almamıza karşın, surlar yaklaştıkça uzaklaşan hayaletler gibiydi. Gecenin son yıldızı da çekilmek üzereyken, güç bela surların dibine varabildik. Giz çözülecekti, ürküden ödü kopmuş, sarı safra salgılayan sırtlanlara benziyorduk!..

Surlara önce babam dokundu, ardından benimde okşamama izin verdi, surun runik harflerle süslü, dokununca içeri çöken, ılık, garip bir duvarı vardı. Korkuyla geri çekildiğimi anımsıyorum. Us uçuran kıvrımlarla burgaçlanıp, gökyüzünün katlarına doğru yitip gidiyordu. Gücü karşısında ezildiğimi, görkü ve dehşetten başım dönerek sendeleyip, muhafızlara sarıldığımı biliyorum. Babam o an kulağıma şunu fısıldadı; ‘Bir gün bu surların içini de göreceğiz!’

Ay ışığı tan atımıyla cılız ve soluk pırıltılara dönüşürken, dağ yollarından ve sarp geçitlerden gizlice saraya geldik, kimse o gece bizim El Düri’nin avuçlarında, masallardaki karanlık duvara dek gidip geldiğimizi anlayamamıştı... Aradan geçen yıllarda babam sözünü tuttu ve sanırım, surlara karşı içine sinen korkunun verdiği cesaretle, büyük bir sefer düzenledi, amacı sihirdar ve matrakçı Düri’nin yarattığı heyulayı yenerek,  surları ele geçirmek ve bana verdiği sözü tutup sağ salim geri dönebilmekti.

Cüz II
Düşlerle dolu yıllardan sonra, sarayın avlusuna girdiğinde, neredeyse yaşlı ve bitkindi artık. Sefer on yıla yakın sürmüş, bende gençliğime adım atmış, çocukluktan kurtulmuştum. Zorluklarla geçmişti sefer, uzun süre surları aşmaya çabalamış ve efsanevi kraliçenin ordularını bir türlü dize getirememişlerdi. Bunun hikmeti şuymuş, ordu da, halkı gibi tümüyle kraliçeye aşıkmış, tüm askerler sevgilisiymiş, bir tapınak olan sarayında sandaletli rahiplerden, kölelere dek herkes onun aşkına mazhar olabiliyormuş. Öyle ki geceleri, şehrin sefil semtlerinden, atlı arabalarla ecelerine kavuşmak için saraya geliyor, gün ağarırken de sırasını savuşturan Eros çılgınlarının ardından, kraliçenin yasemin kokulu gövdesine yüz sürüyor ve büyücül kalderasına, vahşice tohumlarını bırakarak karanlığa karışıyorlarmış!.. Bu nedenle bütün Surlular sevdalıymış kraliçelerine; onun Venüs kokulu saçlarına kavuşup, kobra kıvraklığındaki bedeninde yitip gitmek uğruna!..

Sonunda babam; en güvendiği kumandanlardan Diskairon’un burnunu ve kulaklarını keserek surların önüne mahvolmuş bir meczup gibi fırlattığında, Surlular onu içeri almak gibi insani bir incelik göstermekte beis görmemişler. Savaş sürüp gidiyormuş. Zaman tarihlerin ve isimlerin yanıltıcılığına yataklık yapar. Kambyses’in ‘ölümsüz askerleri’ ilk kez başarısız oluyorlarmış.

(Lejyonlar orduda diğerlerinden her zaman daha çok yararlıklar gösterir. Kıpti askerler ''Ehramlar Ülkesi'', Pers gönüllülerden daima daha iyi savaşırmış ama erzaklar tükenip açlıktan kalkanların kayışlarını ve kemerlerini kaynatan askerler çoğalınca, savaşın zorluklar içinde sürüp gittiğini anlamışlar. Oysa sırf surlar için Hindistan seferi ertelenmiş ve özellikle Pers satraplarının avlamakta mahir olduğu yabani eşeklerde tükenince, orduda açlık baş göstermişti.)

Diskairon, babamın despot, dizginsiz bir tiran olduğunu acınası biçimde anlattığında, bu görkünç hain savaşı yönetmeye, yol yordam belirlemeye başlamış. İlk gün iki yüz, ikinci gün dört yüz, üçüncü gün sekiz yüz, dördüncü gün bin altı yüz derken, beşinci gün üç bini geçkin Persli öldüğünde, onlarda Diskairon’a sonsuz güven duymaya başlamışlar, altıncı gün ki Talmud’da buyurulduğu üzere yeryüzü altı günde yaratılmış ve yedinci günde; Bu görkemli yapıt seyredilerek geçirilmişti!.. İşte altıncı gün Diskairon, Surların güneye bakan kapısının açılmasını emretmiş. Cüzamlı’ya sonsuz güven ve inan içinde olan Surlular; bundan da hiç kuşku duymamışlar ne yazık ki!..

Hazarlar ve Fergana’dan toplanan iki yüz bin Persli içeri dalıp kenti ele geçirdiklerinde, yapacak bir şey kalmamış. Çünkü olanların tümünün düzmece, burnu ve kulakları kesilen güvenilir kumandanında, oyuna bilerek katlandığı, kötülükler tanrısı Ehrimen’i bile şaşırtacak şeymiş gibi de canı gönülden bu işe atıldığı anlaşılmış, garip; 'Yaptıklarıma bak da ey kudretli, umudun kırılsın' diyene hak veresi geliyor insanın!..

(Savaşın sonunda Anakraliçe’yi bir kazanda pişirip uterusunu kendisi, kalanı da gönüllülere dilim dilim yedirmişti babam ama tanrı katında bu vahşet nasıl kabul görür ey Kambyses diyen orakllara verdiği düş kırıcı yanıtta kulaktan kulağa yayılmıştı: ‘Tanrı, aşktan değil, güçten yanadır!..’ Anakraliçe ve sevdalıları yenildiler!.. Cemşid’in kulaklarını çınlatıp şarap eşliğinde yuğlar düzenleyerek etini yediler ve Surluların son bir umutla Babilonya’dan getirdikleri Grejuva Ateşi'de yazık ki bir işe yaramamıştı!..)

Babam geri döndüğünde, bütün bunları bir bir anlattı ve en çokta kraliçenin küçük kızı Nitokris’i, Sana’ya dek aramasına karşın bulamadıklarına üzüldüğünü söyledi ve geri dönerken geceleri, özellikle dağ başlarında, orman içlerinde, incecik çığlıklar atan narin bir kız çocuğunun, gölge gibi kendisini izleyip, yalvarıp yakardığını, arkasına baktığında her seferinde bir şey göremediğini ama sakinlikle yola düzüldüklerinde yine birinin eteklerine yapıştığını ve o günden sonrada bu çığlığın hiç peşini bırakmadığını söyledi!..

Cüz III
Babam saçlarına ak düşmeden, göğüs kafesinden dara düştü ve tacını tahtını bırakıp, tüm dünya dertlerini de bana yükleyerek, bir gece sabaha karşı; inlemelerle, ulumalar arasında çekip gitti. Ölümü Kafkasya’dan Basra’ya, Mongolya'dan Hungaria'ya dek yeryüzünü titretti. Ne ki mozolesine koyar koymaz, bir türlü peşini bırakmayan çığlığı bende duyar oldum... Yine bir gece taraçalardan ovaya bakıyordum ki; Güney Haçı yönünde, Büyük Duvar’dan ateşler yükseldiğini gördüm ve meleksi, saf bir kızın sanki göklere doğru el açarak çığlıklar attığını, orduların canhıraş naralar ve şakırtılarla hücum ettiğini, kalkanları siper edip, mancınıklarla birbirine tutsaklar fırlatırken, hengamede masum kızın çığlığını kimselerin duymadığını anladım.

Kendimi tutamayıp kırk kişilik maiyetimle,  olan bitene tanık olmak için, yağız atlar, katırlar, küpler eşliğinde, gece yarısı yola çıktım!.. Ama kahrolası aksilikler peşimi bırakmadı; Atım gece karanlığında, uçurumlardan dört nala giderken, tökezleyip canından oldu!.. O dinmeyen uğultu kulaklarımı çınlatıp, umarsız atımın inlemeleri yüreğimi burkarken, gözyaşları arasında veda ettim. Öyle ki; Hayvanın iri, karanlık, ölüme yakın gözleri; uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kule gibiydi!..

Büyük bir ürküyle, kara yazgılarımın peşinden sürüklenerek, kendimin de öleceği korkusuna kapıldım... Ve dağlardan, Herakles Sütunları gibi heybetli boğazlardan geçerek, gölgelerle dolu surların dibine varabildim. Muhafızlarıma beni beklemelerini ve masum yavrucağın başına gelenleri anladıktan sonra, gün tarazlanmadan geri dönebileceğimi söyledim. Taş basamaklardan, helezoniyle yükselen nice kıvrımları geçerek, kuleleri aştım ve mazgallardan atlayarak; sonsuz bir ürkü ve merakla içeri girdim!..

Çevrede kimsecikler yoktu... Bir 'Şehrengiz'e kucak açar gibi adımlıyor, ölüm sessizliğinde harap bir düzlük ve loş yıkıntılarda, ürküntü veren, soluk bir 'Cadde-i Kebir', ancak seçilebiliyordu!.. Arada pırıltılarla dolu, tuhaf gökyüzüne bakıyor ve hızla sağı-solu kolaçan ediyordum ki; göz açıp kapanasıya, öteki uca ulaştığımda, orada Surlar’ın olmadığını ve ürpertici düzlüğün, uzaklarda çöle doğru akıp gittiğini gördüm. Minik kızcağızın çığlığı peşimi bırakmıyordu!.. Koyu kederlerin katmerlendirdiği, hançersi iniltilerle dolu tiz ses, beni çöle çağırıyor, karancıl dehlizlerin ağzından, bilinmez dünyalara sürükleniyordum...

Bir düşteymiş gibi pırıltılı çöle açılarak, yeşilimsi yağmurların çamurlaştırdığı derelerden, mozarap motifi gibi karışık tepelerden, hiçbir yere açılmayan yerlerden, Garymant ellerinden, ıssız taş kitabelerden; Cennet öpüşlü, Kril biçemlerle süslü, tatlı tatlı böğüren canlılar ülkesinden geçip, gün ağarırken çelenksi, renkçil demetlerle süslü bir koruluğu geride bıraktığımda, birden onunla; ‘Karanlığın Duvarı’yla yine karşılaştım. Bu Sur'du!.. Zorlu çabalarımla onu aştığımda; maiyetim ta aşağılarda, katırlar, erzaklar ve toz fırtınasından sakınan askerlerle beni bekliyordu!..
...
Şimdi, anlıyorum ki; ''Karanlığın Duvarı'' bizim içimizdeydi!..
Ne yaparsak yapalım, yüz yıllar ve yüz yıllar geçse de gene Surlar’la karşılaşacağımızı, Surlar’dan kurtulamayacağımızı anlamıştım...

Onlar bana ne gördün, Nitokris nerede, savaş sürüyor mu, 'Şehr' ne alemde gibi sorular soruyorlardı!..
“Hiç bir şey göremedim... Hiçbir şey... Kendimizden başka hiçbir şey!..” diye kekelemişim.
...
Tan atımında, sarayda gürültülerle uyandım!..
Mabeyinciler, muhafızlar, köleler ve yelpazeler odama doluşurken; Babamın öldüğünü bildirdiler!..
Pers hükümdarı sıfatıyla huzura alındığımda; tören alayını da, görkemli giysilerle avluda bekleşirken bulduğumu belirtmeliyim!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder