18 Mayıs 2019 Cumartesi

ALELUYA

Bedenim metal yorgunluğu içinde, ölümünü özlüyor, her şeyi çift görüyorum, elimi boşluğa uzatıyorum, ayağımı attığımda düşüyorum, Huriye diye seslendiğimde sesim yankı bile yapmadan bana dönüyor, ben Huriye değilim, tanrı beni oyaladı yıllardır, bu benim alışkanlığım biliyorum, bir melek bile görmeden ölüp gideceğim, para ve konak sahibi olamadan  ölüp gideceğim ama her şeye sahip olacağım söyleniyordu, her şeye sahip olacağımı sanıyordum, Hayriye'ye bile, ama Hayriye benden önce giderek beni uyardı ama aklım başıma gelmedi, dedim ki dünya Hayriye'lerle dolu bana ne, şimdi anladım ki Hayriye benmişim neredeyse, onun gibi gözüm açık, kapalı mı demeli, son iç çekiş köyüne gideceğime göre diyebiliyor... Diyesim Huriye beni, ben Huriye'yi çift görüyor.

Yarı yarıya inlerinden çıkmış boa yılanları gibi kolları sağa sola deviniyor, ürkütücü bir herif. Geçenlerde ne oldu biliyor musunuz, yalnızlık tüm bedenini sardığında ölmüş Davut!.. Küçük hayaller, büyük mutluluklar üretir sanmıştı. Bernard Shaw söyledi sanmış, şark sendromu diyorum ben buna, bu Şarkikaraağaçlılar kendi sözlerine bir türlü inanamazlar, bir üst akla muhtaçdırlar hep, bir efendiye, bir ustaya, bir monarka, bir şeytana, bir tanrıya...  Ve tanrıları hep çıkmaz sokakları gösterir onlara, dünya bir çıkmaz sokaktır zaten, neden; ne kadar ileriye giderlerse gitsinler, başladıkları yere dönerler, aya git, geri gelirler, yalnızca öbür dünyadan gelemezler, çünkü gitmezler!..

Özgürlük, şarkı söylemek değildir, şarkılar söylenecek bir toprağın insanı olabilmektir. İşte üst akıl, diyesim efendisine öykünen kölenin hikayatı, bir gün bir  çiftlik sahibinin yanına sırım gibi bir adam gelir. İş istemektedir. Adam sığır çobanlığıyla görevlendirilir. O kadar başarılı olur ki, sığırlar hem beslenir, semirir, hem de gün geçtikçe sayısı artar.  Çoban daha iyi bir göreve getirilir... Daha başarılı olur. Yeni göreviyle, tanrıya, topraklara ve efendisine olan sadakatı onu beklemektedir. Çiftlik sahibinin yakın korumalarından biri olur. Başarıları katlanır ve artık güneşin çocuklarından birine daha sıra gelmiştir, onun gibi gökleri adımlamak ve göz alıcı pırıltılarla bastığı toprakları aydınlatmak için, çiftlik sahibinin en yakın yardımcılığına getirilir.

Öyle güveniliyordur ki kendisine, eğlencelerde baş köşe onun olur, efendisinin dünyalığıyla dans eder, ceylan onu rüzgârlarda öper, onun için legorn beyazı gelinliğini giyer, çiseleyen yağmurlarda koluna girer, sofralarda yer içer ve sanki efendisi, kendisiymiş gibi hareket eder artık.
Ne yazık ki kısa zamanda iş değişecektir, genç adam, çiftliğin sahibi olabileceği düşlerini kurar, bu çiftlik gibi kendisinin de bir çiftliği neden yoktur ki!.. Vaat edilen ilahi adalet nedir ki, hizmetlerinin karşılığını görmediğini, bir şaşkın yerine konduğunu düşünmeye başlar!..

Çiftlik sahibi onun bu hezeyanlarının ve ölümcül efendisine yani tanrısına baş kaldırdığının ayrımındadır, deneyimleriyle her şeyi denetlemeyi, işleri bir Serkisof saat gibi işletmeyi, hiç bir kuşu elinden kaçırmamayı öğrenmiş her olasılığı kestirebilir ve tanrısal bir incelikle önlemeyi becerir hale gelmiştir.

Ve bir gün yaşam ovalarda, kırmızı güneşin eşliğinde sürüp giderken,  sığırlar düzlüklerde bakınır, keçiler yamaçlarda otlarken, ay tepede görünmez bir bıçak gibi durup, bulutlar kız çocukları gibi ele ele tutuşurken, gece bastırmaktadır ve beklenen olur. Meşalelerin aydınlattığı yortunun kalabalığında genç adam, patronunun ecesiyle ateşli bir dansa tutuşmuştur, derken, yanına savrulan paçalarıyla bir gaucho, bir koruma yaklaşır, adamın alnının tam ortası birden aydınlanır, kurşun bir ışık hançeri gibi parıldamıştır, önceden tasarlanmış düş sona ermiş ve adam her zaman ayaklarına kapandığı tanrısının, kendisine vaat ettiği, edebileceği gerçekliğin ne olduğunu yine anlayamamış, düş sona ermiş ve her şeyin önceden tasarlanmış bir düş olduğu alnına yazılmıştır!..

Çünkü, dengeli biri delidir bu dünyada... Stockholm sendromu vardır insanlarımızda, celladına bağımlılık, onların Lawrence şapkaları giyerek; British diline, dinine, davranışına öykünen içgüdüsellikle, gidiş gelişlerinde,  yarım kalan bir bütünleşmenin, sonunu erdirmek istermiş gibi, bir haçın gölgesi ve açlıkla terbiye edilmiş iç dünyalarının şaşaası vardır!..

Baş örtüsü Arabi bu şapkanın yanında ha, yok be teala, harman yerinde amcamın kardeşi bile takıyordu onu, samanın yakısından korur, güneşten uzak tutar, 'hasımı' hanımının saldırılarını da savuştururdu onunla, kadıncağız bir kadın sanırdı onu!..

Ama yine de diyorum ki, zamanda geriye giderek büyükbabasını öldüren kişi doğmamış olacaktır, peki zamanda geriye giden, çocukluğundakiyle aynı kişi mi olacaktır, kendi çocukluğuyla karşılaşmayacak mıdır, kendini öldürdüğünde ne olacaktır, bir ceninin Karın Deşen Jack'ı olursa ne yapacaktır daüssılam. Zamanda geriye giden gözlemci olabilir, ama olaylara karışamaz(!) Bir filmde her şeyi yeniden yaratabiliriz, bu bir film mi olacaktır. Zamanda büyükbabasını öldüren, kendini de o anda öldürmüş olacağı için bunu yapamayacaktır!.. Burada Schrödinger'in kedisi gibi bir belirsizlik vardır!..

Ayrık zamansallığın eşdeğer anlığında hiç bir edim gerçekleştirilemez, aynı anda ama farklı zaman boyutundan gelen iki insanla birlikte patlayabilecek bir bomba yoktur, onları manyetik bir dalga ayırır, ama olmaz olmaz deme kuralı uyarınca, büyükbabasını zaman tünelinde geriye giderek öldürecek kişi, sıfır zamansallıkta kendini baştan beri yok edemez. İllüzyon olarak evet, başka bir zaman boyutunda yaşamını sürdürebilir de  ama bu olasılıklar denizidir, büyükbabanın ve kendisinin ikizi de yerini alabilir. Her şey olabilir. Yaşam bilgiye duyulan inanç değil, inanca duyulan bilgidir ve bildiğimiz hiçliğin ötesi berisidir. Bilginin artışı aritmetik, bilinmeyenin geometriktir ve her şey bir yinelemedir.

Kabataş'tan Beşiktaş'a geldim, zamanda geriye dönelim, birden Kabataş'ta olsak şu an, nasıl bir şey olurdu acaba dedim, arkadaşım Kabataş'a gidelim dedi!.. Işık hızında dönebilsek belki dediği gerçekti. Doğada durağanlık yoktur, hiç bir şey durmaz, her şey hareket halindedir, dijital bilinç, bakteriyal patojen, transhümanizm, alphabet, çağın ötesidir ve beyinleri sayısal ortama aktarılmış bireyler ışık hızında uçabilir ve Güney Baykuş Bulutsusu'nda, kendilerini robota indirgeyerek cismani bir yaşam sürdürebilirler. Eh, yazın bir sözcüğün bir eylemin içine, o büyülü sözcüğü nasıl monte ederiz, kaynaştırırız kaygısıdır, eğri ve doğru diye bir şey yoktur nasılsa, ama yazının ve inançlarımızın resmi tarihidir olan biten ve biz algıladıklarımızı, geleneksel-geleceksel formatlarımızı ve alışkanlıklarımızı savunuruz yalnızca, uygarlığımızda günah tekkesidir ama can veririz onu savunmak adına!.. Tanrı ve kozmos, dünya ve insan, melek ve şeytan bir çeşit işbirliğinin sıfatlarıdır. 

Dil baştan beri yapaydır, örnekçesi şu, yapay olana inanılır mı ve nereye kadar, işte ki yapaylığın yapaylığı olamaz, tıpkı maskenin maskesinin olamayacağı gibi!.. Süslü dil diye bir şeyde yoktur Orhan Veli süslü dille yazar, kimseler bilmez, yüklemleri emir kipine çevirin, Süleyman'ı Salomon yapın, alın size mitik ve senfonik bir dile sevdalanmış Orhan Veli Hazretleri, dil bu kadar devingendir yani, dil bir illüzyondur yalnızca, yaşam gibi... 

Süslü dil zehir değil hamasettir ki, içeriksiz gümbürtü! Hah oldu, peki süslü dil nedir, kimdir, her şey öznesinin kendisidir!.. Hektor daima karayağız, Aşil ise sarışın ve meleksidir, tüm Truva filmlerinde... Oysa Aşil barbar ve kan dökücü, Hektor ise topraklarını savunan bir yurtseverdir tarihte... İşte bu garipliğin nedeni de, kültür algısının bir S / İLAH olduğunu bilenlerin, o gizemli organizatörlerin illüzyonu, tersinir şablonudur. Oysa 2. Hektor tam bir sarışındı, işte illüzyonsuz vizyonda  budur.

Gönüllü gericidir doğunun aydını, neden geri kalmışız, aydınlanma dönemini yaşamamışız, sanayi devrimi olamamış, en fazla tepeden inmeciliğe layık görülmüşüz varyeteleri, sürekli handikaplarla boğuşmanın teraneleri... İyide Japonya gücünü nereden alıyor, afyoncu ülke Çin nedir, Koreler kuvvetli midir!.. İran gerçekten güçlü müdür?..  Bir de şu var, din geri bıraktıysa bizi, global değil mi dünya, hala neden girilememiş sınırlar ya da darmadağın edilmiş mayın tarlaları,  dikenli teller var...  Aydınlanma bunun neresinde duruyor, aydınlanma karanlığın öbür yüzünden size ricat edenler mi... Sonuç şu, doğunun aydını özdeğinin sözcüsüdür, ileri olsa, tanıtçı bilge sıfatını yitireceği için, hepsi uzaktan kumanda bir buyurgandır, gerekçesi eline verilmiş bir teksttir yürüyen bedenleri... Rüzgar gülü gibi değişebilirler üstelik. Kalkınmanın çağımızda, aydınlanma, sanayi devrimi gibi safsatalarla zerre kadar ilgisi yoktur, o bir hamle ve kararlılıkla, iletişim çağında nasıl insan olunurun manifestosudur. Bir an kadar süren işi var!..

Ama aydınlarınız, Takanın Çığırtkanı, feribota doluşalım gelin deseniz, Estonya'daki kazayı anımsıyor ve taka daha güvenilir diyebiliyor ve aya ancak Gora'yla gidebiliyor. Kalkınma demek, aydınında yüksek atlaması, bilincin sürklase olması değil, tam aksine yenilenip 'aydınlanması' gereken bir kavram, su değirmeninin ermişiyle, yel değirmeninden enerji sağlayabilir misiniz, bisikletli generalle, nükleer enerji elde edebilir misiniz, ikisi de yanlış diyelim, ama yeni çözüm üretebilir misiniz, doğunun aydınları kadüktür, geri bir ülkenin aydını da gericidir inanın, bunu söyleyemezler, ama şarkısını yapabilirler!.. Modernleşme ve kalkınma, tuvaletten başlar doğuda ne yazık ki, çünkü süpürülmesi gereken o kadar çok şey vardır ki klozete, Duchamp bunu bildiği için, sanatın ve aydınlanmanın bir klozet olduğunu ima etti, ama insanlar onu, her şey bir yinelemedir zannetti, evet bir yinelemedir her şey, ama eski /z/ menin ve antikitenin karakomedisiyle zamanı tüketmek olmamalıdır bu, yineleme bir devinmedir, güneşin her gün yeniden doğmasıdır. Durağanlıksa tanrının değişmeyen gölgesidir. Ölümcül ve görecelikle iyi!.. Bir şeyin yinelenmesi onun gerçekliğini kuvvetlendirirmiş, yüzyıllardır güneş doğudan doğuyor ve aritmetik olasılık, güneşin doğudan doğma olasılığının kuvvetliliği, doğunun ölümüyle son buluyor her daim. İşte doğu budur ve aritmetik bir yanılsama ve saltıklıkla bir olasılıktır.

En iyisi, bir Umut Şarkısı'nın ninnisi...

“Altın saçlı Margareth,  gümüş saçlı Sulamith,  bir aşk türküsü çal bana…”
''Umutlu /  umutsuz bir yalnızlık, /  bir tepede /  bağdaş kurmuş / oturmuş. / Umutlu /  umutsuz /  bir yalnızlık... /  Güneş / battı / batacak. /  Gece olacak birazdan! /  Ve akşamın henüzlüğünde /  uzaklarda oynaşan /  o kıpırtılı / tek-tük ışıklarla / avunmaklığı / yine insanın. /  Ve bunun /  alışılmış / biteviye hazırlığı. / Ve tam o vakitlerde /  ufukta batmakta olan ışıltının /  hüzünlü /  uzun /  ince / çekingen gözlerine dalmak /  ufalmak /  ufalmak /  ufalmak... /  Ve orada uçurumların /  yükseltilerin / güneşin battığı yerlere giden /  yorgun /  silik /  ağrılı / sonu sonsuzluğuymuş gibi gelen /  patikalarında kaybolmak… / Güneşin ardınca koşmak /  koşmak /  koşmak /  onun devindiği dağlara /  devrilip gittiği vadilere / çınarların / kavakların ötelerine / Yani o gözlenen /  beklenen yaşamlara /  kavuşmak /  ayrılmamacasına sarılmak ona /  sokulmak… / Ve daim güneşli olmak /  daim güneşli olmaklığın /  o çılgınca tutkusu... /  Ve yine birden çaresiz /  atılıp ormanlarına /  dağlara / vadilere /  Onun /  önelsiz /  sıcak /  soğuk /  solugan yollarında kaybolmak!.. /  Batak /  canhıraş / kurtların bekleştiği orada /  yarık /  kanlı tabanlarla koşmak. /  Ve fırlayıp tırnaklarla /  yükselip çekimsizliğe /  egemen olunmaz /  kuşatılmazmış gibi gelen yerlerde /  kavuşmak ona /  kavuşmak!.. /  Ve insanlığımın en büyük karabasanı / yılgınlığı / dönüp güneşsizliklere /  her bir şeye uyar olmaklığı!..''

Elektronik çangırtıları duyabiliyorlar mı...                                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder