18 Mayıs 2019 Cumartesi

dikkat

AYDIN 

Aydın, bugünden yarına kuvözde yetişen bir canlı değil, bir sürecin iç ve dış zamansallığında olgunlaşıp, yenilenip, yinelenmedikçe sözü bile edilemeyen bir habitat, bir göstergedir.

Dünyanın şiir skalasında yeri, hacmi ve kıratı açısından ölümsüzlüğü bizlere güvenç duygusu veren Nazım Hikmet 1902 doğumludur,  Kurucu'muz ise, 20. yüzyılın başlarında, klasik son imparatorlukların süregelen çöküşünden, süzülüp gelen ulus devlet aşamasında, dönüşümün acılarına nasıl göğüs gerileceğini tüm dünyaya gösterip, bireyin doğuşunu müjdeleyen, çağdaş insanlığın bir büyük öncüsü olarak, 1881 doğumludur. Buradaki problem şudur, insanlık periferisinin aydınları, şairleri, sanatçıları çağının düşleri tutuşturan meşaleleri midir, yoksa sürüp gelen bir kültür mozaiğinin, birikiminin ürünü müdürler, genelde doğu literatürüne atfedilen bir yaklaşım var, mucizelere -tansıklara- yer vermek... 

Şimdi Osmanlı'nın tümüyle geri ve viran olmuş bir tükenişin tozu dumanı olduğunu ileri sürenlere soruyorum, dünyada değeri bırakın tartışılmayı, sarsılmaz  yeri sonsuza dek ayrılmış olan bu iki insan, imparatorluğun viran yıkıntılarının, tozu dumanının altından mı çıkmıştır, yoksa yeni kurulmuş bir Cumhuriyet'in mi yaratımıdır!..  İşte burada toplum bir yanılsamaya ve dogmatik bir inanca sürüklenerek, haksız yere bu iki insan Cumhuriyet'in yaratımı gibi gösterilmiştir, ilk bakışta doğrudur, kısa süreli edimler bütüncesinde yararı da vardır, ama uzun vadede bu saptamalar, bir sapma ve inançsızlığa dönüşerek, bumerang gibi kendi açınlarını vuran oklara dönüşürler. Toplum bu tür hata ve yaklaşımlardan uzak tutulmalı, arındırılmalıdır. 

Sonuçta, yeni devletin birer onur belirgesi olan bu tür insanlar, figüratif bir konuma sürüklenmekle, gerçek değerlerinden zamanla aşınmaya yol açan bir sürece girmektedirler, çünkü yanlış tanıtım, manipülasyon ve bu tür her yaklaşım onların doğal gerçelliğini zedelemekte, toplum için düş kırıcı ve algı bozukluğuna yol açan bir konuma sürüklemektedirler.

 Her haklı yaklaşım zamanla bir haksızlığa, her haksız yaklaşım zamanla bir haklılığa dönüşebilir. Öyleyse doğrusu nedir, doğru yoktur ama, ortak bir kanı oluşturabilmenin olanağı varsa gerçek şudur, veriler sonsuz seçeneklere dönüştürülmelidir, bakış açısı zenginliği sağlanmalı, resmi ideoloji, yumuşak bir dille hükümran olmanın sonsuz ve sevecenlik dolu olanaklarını kullanmalıdır. Diğerleri, kırılma ve bölünmelere yol açmakla zamanla, toplumu ayrıştıran ve bütünlüğü bozan yaklaşım ve çatıyı parçalayıcı bir işleve dönüşmektedirler. 

Çünkü, nasıl oluyor da bu iki insanı sanki Cumhuriyet var etmiş gibi algılıyoruz... Osmanlı gelişmiş bir kültürün imparatorluğuydu, Roma gibi yıkıldı ama yıkılırken bile dünyaya eşi ender bulunabilecek iki insan armağan etti. Biri dünya halklarının idolü, diğeri  tarihin büyük şairlerinden.

İmparatorluklar doğası bakımından kaçınılmazlıkla kültür hazinesidirler, çok uluslu oldukları içinde bu kültür zenginliği kaçınılmazdır. Tam aksine, ulus devletler tek boyutlu kültürün pençesinde kıvranabilirler, ulus devlet bireyi yaratmıştır evet ama, görecelilik yasası bütün kavramlar için geçerlidir, şöyle sorular üretebiliriz, eski Yunan demokrasisi, bugünkünden daha iyi işliyor olabilir miydi, bireyi var eden ulus devlet ve demokrasiler, diktatörlüğe evrilerek, imparatorlukları aratmışlar mıdır ve gerçeğin, tarih boyunca berkitilmiş bir doğrumun üstünde yapılanan ve her zamanki gibi -yeni bir tür yanılsamaya yol açacak olan- aydınlatıcı bir ışın demeti olduklarını ileri sürebilir miyiz...

Çağımızın yeni ve postmodern imparatorluğu bu görüşlerimize, sağlıklı bir veri ve değer skalası oluşturabilecek bir örnektir. Usa!..  Amerika Birleşik Devletleri, bu imparatorluk bütün dünyanın, şu anki spektrumundaki efendisidir, çünkü makro dünyamızın mikro bir örnekçesi olarak boy gösterir. Makro dünya bilindiği üzere parçalı ve dağınıktır, Usa ise bir imparatorluk olarak, dünya egemenliğine soyunmakla bütünsellik içinde ve birleşiktir. Gücünü çok uluslu olmaktan alan bu devlet, gerçekte tam bir imparatorluktur, orada dünya halklarından her bir kesim bir arada yaşar ve bilimin ve yeteneğin uçup giden yelkenlisinde, her şeyin bulgunu ve öncüleri olarak, dünya haritasında cirit atarlar.

Konuyu dağıtmayalım, şair ve kurtarıcımız, çok uluslu Osmanlının dünyaya armağan ettiği eşsiz iki elmastır kaçınılmazlıkla, onları ne yazık ki dışa bağımlı olmaktan kurtulamamış cumhuriyetin ürünü zannedenler, bu algıya kurban gidenler, bilincinde olmadan bir yanılgının içinde, insanlığın sınırlarına kesin çizgiler koyarak, geçmişle bağlarını koparıyor ve kendilerini tarihin yüceliği ve güdüklüğü içinde hiçleştiriyorlar. Borges'in bir sözü var, geçmişini bilmemek, okumamak gibi bir yanılgıya düşenler, istemeden ve bilinçsizce bir yinelemeye düşebilirler. Bir açıma gerek duymuyor bu yaklaşım ve her söz gibi enginliğin kollarında kulaç atıyor ama, çıkarılacak anlamlardan biri şu olmalı, kurtulmak istediğiniz şeyi yadsırsanız, açıkça onun durumuna düşebilirsiniz, anlamlardan biri yalnızca bu, dileyen nice anlamlar çıkarabilir. 

Bu cumhuriyet atalarından özür dilemelidir ve atalarının düştüğü hataya düşmemelidir, onlar bilim ve tekniğe, belki de salt zamana uyum gösteremediler,  peki onlardan kurtulmak için onları yadsımak mı gerekir, gerekli işlev ve işlemlerden yoksun bir hamle, bir önceki yanlış ve uygunsuz hamleyi ortadan kaldırmış olamaz ne yazık ki, bizim sorgulamamız gereken, hatalarımızdan arınmak için neler yapabiliriz, görmezlikten gelmek, bir edim geliştirmek değildir kavramsal olarak, ilginçtir, somut ama bir soyutlamadır sonuçta, bir eylem sayılamaz böylesi, gölge gibi, sanal, gözü kapalı ve körü körüne bir eseme, bir inattır belki, oysa tarih ve zaman içinde iz bırakmak için, geleceğe doğru koşmak gerekir, burada geçmişin silinmesi ya da birbirinden dikenli tellerle ayrılması hiç bir yararı olmayan bir tavırdır ve görselliktir yalnızlıkla...

Siz ne yapıyorsunuz ve ne yapmaktasınız, edineceğiniz hiç bir ölçü görmezden gelinen şeylerle bağlantılı bir sonuç yaratmaz, yaratamaz, siz tarihle ve akan zamanla baş başasınızdır, ana tanrıçanız kim, pederşahiniz sizi neden terk etti, onları yadsımak, unutmak sizin gelecekte edineceğiniz yurttaşlık ve devlet panoramasında ancak sayfaları yırtık bir almanak olarak sizi gülünç düşürebilir, doğunun bu amansız küfürbazlığından ve  vicdansızlığından vazgeçmek için dünyanın yeniden mi yaratılması gerekiyor, ne büyük bir acı tanrım, her şey tüm dehşeti ve olağanüstülüğüyle sürüyor ve birileri elinde makas, yaptığı uçurtmanın kuyruğunu kesip, belki de saklamaya çalışıyor, bilmiyor ki o uçurtma asla uçamayacak, yalnız bizler değil tüm bir insanlık bu tür hatalardan arınmalı ve geçmişteki atalarının, hominidlerin kemiklerini sızlatan yanlışlardan arınmalıdır.

Doğru yoktur, her şey görecelidir dedik, biz Evliya Çelebi ayarında bir aydın yetiştiremedik henüz,  Yunus Emre çapında şair yetiştiremedik, yetişenlerin tümü onun hırkasından çıkan türevleridir (Fazıl Hüsnü Dağlarca ve benzeri tüm ezoterikler), yadsımanın baş döndüren uyuşukluğunda, Fransa'dan şiir peyleyip, içselleştiren, fason aydınlar yetiştirdik, dökme su ile değirmen döndürmenin çılgınlığına vurduk kendimizi, çürümüş sarnıçlardan su içtik ama bu çağımızın stronsiyumla süslenmiş kuyularıydı. 

Geçmişten ders almak gibi bir klişeye saplanmak değil özlemini çektiğimiz, kültür zenginliğinde, enginliğin ne olabileceğini düşünmek ve ona göre bir tavır ve verim oluşturma yollarında çabalar göstermektir, zincire vurulan toplum geleceği göremediği gibi, geçmişinden de yararlanamayacağı için tam bir durağanlığa sürüklenebilecektir doğal olarak. Öyleyse yapay ve köksüz, daracık bir aydın despotizminin, politik, apolitik çengellerin ve bilimsel inakların cenderesinden, prangalarından kurtulmalıyız. Bunun  çözümü  elimizi güneşe siper ederek ufuklara bakarken, geçmişe de baktığımızda bir sonsuzluk görebilmemizle doğru orantılıdır. Biri eksildiğinde bizde eksik olacağızdır.

Düştüğümüz durumlara bakın, uluslararası çapta  ödül alan yazarımız, batı kültürüne biat eden bir kültür duayenidir, okuyun dilerseniz görebilirsiniz, ödül aldı ama batının kültürel yörüngesinden çıkamadı, bu konuda az önce belirttiğimiz ve artık yıldızlarda oturan iki insanımızla bir benzerliği de yoktur, ne düşünce birliği vardır onlarla nede asi olabilen bir ırmağın soyundan gelmektedir. Yapabildiği biat kültürüne boyun eğmektir. Oysa kültür zenginliği demek, var olanı yaşamak ya da başkalarının kültürüne katkıda bulunmak değildir, senin geçmişinden gelen kültürünü giderek zenginleştirerek dünya literatüründe varlığını ölümsüzlüğe taşıyabilecek hamleler yapmaktır, taklit -mimesis- ya da kendi kültürünü terk ederek başkasının çığırtkanlığına soyunmak, dünyanın yaratılışına da ters bir edimdir, olası bir birey dahi kendi kültürünü dünyaya armağan etmekte inat etmelidir, geliş nedeni budur insanoğlunun, benini sunmak, cennet sevgisi de  bu olabilir ancak, doğallıkla toplum içinde geçerli bir mottodur bu...

Bir ülke, bir Cumhuriyet, başkalarının kültürüne özeniyor ve başkalarının kültür tarihine,  romanına öykünüp, algılayarak, yazarak halkını ve toplumunun kültürünü küçümseme, aşağılama görevini üstleniyorsa, kimsenin kuşkusu olmasın o pratikte kukla bir varlığın izdüşümüdür yalnızca ve kendisinin içten içe çürümesini önelleyebilir saltıklıkla, başkalarının kültürünün tutsağı olmak gibi ağır bir yaklaşım değildir bu,  bir kültür hegemonyasının emir kulu olmaktır demenin de yararı yoktur sonuçta, suçlamalar şiddet doğurur, ama şu söylenenleri yapmak doğru mudur ve insanlığa ne kazandırır, bir dogmaya dönüşen davranışlarımız, geçmişi dogmatik olmakla suçlamaktan daha ağır bir hatadır ne yazık ki, robotsu, manipüle bir birey, yapaylıkla yönlendirilmiş, biçimci bir toplum insanlığa hiç bir yarar sağlayamaz, sağlıklı ve gerçek olan herkesin verebileceği tüm cevherini ortaya koyabilmesi ve yansıtabilmesidir. Çürüme nedir diye soruyorsanız en yakın yanıt şudur, bir kafesten kurtulalım derken, başka kafesler yaratmaktır çürüme...

Bu tip bir yaklaşımda, sömürü ve halkı aldatmaya yönelik bir çıkar birliğinin yollarını yaratabilir, hatta gözbağcılık ve illüzyon gerçeklikten uzak yapay ortamlarda daha kolay bir edimler birliği sağlayabilir. Bir burjuvazi ve elitist, sömürücü bir  kesim varsa elbette olasıdır bu,  ama katıksız bir aldatışa yol açabilecek her tutum, kendisi olmaktan uzaklaşmakla olasıdır ve bu bir paradoksa dönüşür giderek.  Çoban ve mankenin savaşında mankenin oyu iki sayılmalıdır diyebilenler, işte bu yapaylığın, kolaylığın ve karakulluğun kapısını arayabilirler, köle, diğer deyişle tutsak, çağımızda bir kul olduğunun bilincinde değildir, tarih boyunca da bilincinde olmadı ama bu kavramlar tarih boyunca var oldular ve tarih boyunca kölecil bir sınıf oluşturulmuştur ne yazık ki. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak süreğenleşen bu tip toplumsal her edim, bir yok oluş ya da hiçliğe hizmet eden enstrüman olabilir ancak. 

Sonuç olarak konuyu daraltır ve prematüre edersek şunu söyleyebiliriz, 
Napolyon gibi bir egosantrik (faşizan) imparatoru, tarih sayfalarında kutsanmış bir devlet adamı gibi bize sunanlar ve onun üzerinde bir hale oluşmasını ve sempati beslenmesini sağlayanlar kimler ve neden Fatih Sultan Mehmet'i aşağılıyor, olmadık karalamalarla yok etmeyi arzuluyorlar, Mary Stuart'ı giyotine gönderenler neden haklı ve bir gerekirliği yerine getiriyorlar da, Sultan Süleyman karavellerin dalgalarında yok olup gidiyor, 16. yüzyıldan kalma saray duayeni ve kadın düşmanı Shakespeare nasıl oluyor da, dünyanın en büyük oyun yazarıymış gibi belletiliyor bize ve bu topraklarda kök salmış Binbir Gece Masalları'nı veya Ömer Hayyam'ı batı dillerinden çevirebilecek denli bir açmazlığa, omurga yoksunluğuna, destursuz bir heimatlos-yurtsuz kimliğine düşebiliyor ve daha acınası bir tavır olarak, bu tutumları hep birlikte yüceltip, savunabilen bir organel valıklara dönüşebiliyoruz biz. 

Kutadgu Bilig, Atabetül Hakayık, Divan-ı Lügat it Türk ve benzeri kültür denizleri, günümüzde neden bu denli uzak bize, kimler okuyor bunları, bu bitmişlik ve esaret nereden kaynaklanıyor. Bizi kim bu hale getirdi, kimlerle, nelerle, nerelerde anlaşmalar, görünmeyen zindanlar gibi elimizi kolumuzu bağlıyor bizim, ruhumuzu kimler çaldı ve kimler kaça satmaya kalkışıyor bizleri, misyonerlik, din fetişizmi, imparatorluk heveslisi ve bilinen, bilinmeyen, doğru, yanlış  tüm yaftalarla bizleri ayıran, bölen ve kimliksizleştirme yolunda, yeryüzü uygarlığında bir atık, bir moloz, bir cüruf, bir selinti gibi, negatif, katkısız, fazlalık ve bir eksi değer olarak görülmemizi kimler neden istiyor, neden uğraşıyor ve ölümüne, görünmez eller tarafından oynatılmakta olan bir kuklalara dönüşüyoruz biz. Bir masal mı yoksa bu, düş mü görüyoruz ve sanrıların sarmalında yolunu şaşıran bizler miyiz yoksa...

Cumhuriyet ve ülkemiz yükseliyoruz naraları içinde çökmekte olan bir tersinirliğin tutsağı ne yazık ki, yükselmeyi savunur görünenler, çürümüşlüğü çabuklaştırıyorlar ve bu  bir paradokstur belki ama bunun bilincinde olanlarla olmayanlar aynı denizin ve aynı geminin kamaralarında mutlulukla yol alıyorlar ne yazık ki...  Oysa yaşadığımız dünyaya bir katkıda bulunabilmek, bir verimin coşkusunu yaşayabilmek, bir iz bırakabilmek için tanrı bile olağanüstü bir çaba gösteriyor. Çünkü yaşamak ve var olmak, ona katkıda bulunmanın hazzını tatmaktan başka bir şey değil!..                               





MORPHEUS

Senin ölünle sevişirim
Kırlangıçlar yuvası.

Yerin altında, göğün üstündesin.

Optik illüzyonum
Can alıcım.

İlk çağ kuşları sana uçuyor
Dinozorlar haykırıyor
Panpenisin özlüyor seni.

Mars'ın kardeşliğisin
Karbonum, nitrojenim
Çıldırtan oksijenim.

Dna'mız aynı bizim
Şempanzenim senin
Eril eşin.

Bir iplikçik olsaydı
Seni arayamazdım
İçimde olacaktın.

Ama yine de
Aynıyız biz -aynı-
Ama kimse bilmiyor.

Düşlerimin içinde
Gözlerimin içinde
Yüreğimdesin.

Ben senin erseliğin.
Morpheus'un.

Canım sevgilim
Ölünle de sevişirim.                                  




HOMOPYA

Kızılırmak'ın, Hotan Çayı'na çok uzaklardan baktığı, kıvrımlarının arasında yüzen, kıstaklardan, dağlara uzanan yeşillikler arasında, girişini dev gibi çınarların, tilki kuyruğu çamlarının süslediği,  eğrelti otlarının ve at kuyruklarının hiç bir kuşkuya yer vermeden, ürkütücü bir vahşilikle boy gösterdiği, derin, neredeyse yeraltı cehennemlerine uzanan, bir mağarası varmış. Görenlerin bir daha göremediği bu yer, söylentilere göre Alamut kalesine yakın bir heybetteymiş. 

İçindekiler Hasan Sabbah öğretisine sempati beslemekteymiş, Diyojen gibi yaşarlar, para ne işe yarar diye düşünmezler, saçlarını taramazlar,  tırnaklarını kesip, törpülemeyi bilmezlermiş. Ama öyle ileri imişler ki, görüşlerini savundukları bilgeleri, hologramda canlandırıp, sorular sorarak, kıyamete doğru savrulan dünyanın gidişatına ilişkin, bilgiler alıyorlar, görüş alış verişinde bulunuyor ve zamanı gelince ortaya çıkarak, dünyayı uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlar olmaktan kurtarmaya ahdediyorlarmış.

Arada dünya ahvalini ve gidişini yakından gözlemek üzere ulaklar salıyor, Newyork Zafer Heykeli'nden, Eyfel'e, Pisa Kulesi'nden, Nepal'e, Fujiyama'dan, Canberra'ya, Sahra'dan, Sibirya'ya ve  kutuplardan, Patagonya'ya kadar uzanan bu yeraltı gökmenleri (bilge) sonra yine uçarak Canik dağlarının kuş konmaz, kervan göçmez sırtlarına, ta aşağılara, bu güne dek varlığı kanıtlanamayan mağaralarına dönermiş. 

Onlar tam bir bilim düşmanıymış. Karanlık ve aydınlığın madalyonun ayrılmaz iki cüzü, gemi alınmaz iki yüzü olduklarını biliyor, bu debil materyallerin, cehenneme giden merdivenlerin,  iyi niyetle döşenen taşları olduğunu ileri sürüyorlarmış.

Öğretilerinden bir kaç örnekçe sunmak gerekirse, şöyleymiş ve çünkü bu öbür dünyalılara göre göre örtünmek, insanın insan olma yolunda bir aşaması, yıldızsı bir edimiymiş. Bedeni açıkta bırakma, kara ormanların tarzanı ve dağların, başıboş otlayan kırçıl keçileri gibi dolaşmanın dayanağı, barbar ve kan içici bir dünyanın, et yiyip, can tüketen bir vandallığına özenmenin bir belirtisiymiş.

İnsan örtünmeli ve örtündükçe de günahlarından arınmalı, uzaklaşmalıymış.  Silahlar üretmenin, atomik hücreleri patlatarak kentleri yok etmenin, kırmızı yağmurlar icat etmenin, tanrıyla yarışma, bir şirk koşma ve beyhude bir hayasızlık olduğunu ileri sürüyor, edepsiz ve acımasız Deccal'in yeryüzüne ineceği zamanın günbegün yaklaştığını söylüyorlarmış. 

Mehdi ve Mesih'in böyle bir dünyaya hiç bir zaman gelemeyeceğini belirterek, yerlere kapanıyor, üzüntüden yıllarca ayağa kalkmıyorlarmış. Aralarından biri tam iki yüz yıl secdede kalmış, öldü diye ayak ucuna dokunduklarında tapınmamı bozdunuz,  yakarımı, tansımamı yarım bıraktınız diye arkadaşlarına lanet okuyup, gene  tanrısına yalvarıp, göz yaşı dökmelerle bir iki yüz yıl daha, topraklara kapanmış,  secdede kalmış.

Onlar hep Havva Ana'sını arıyorlarmış, kaynaklardan su içilen, çiçeklerle geçinilen ve doğunun uçsuz bucaksız halılarında görüleceği üzere, aslanlarla koyun koyuna, ceylanlarla konuşa söyleşe, gündüzlerin sürüp gittiği ve arzunun karanlık nesnesi, gecelere  iman edildiği bir dünya ahvalinin içinde, sürüp giden bir yaşamın özlemi içinde kıvranıyor, ağlayıp, sızlayarak, çırpınıp, haykırarak, çığlıklar ve  inlemeler içinde bedenlerini parçalıyor, geçmişlerine ağıtlar yakıp, kargışlar sunarak, lanetler yağdırıp beddualar ederek, gelecekteki geleceklerine  umarsızca yakarıyor ve dur duraksız tanrılarına yalvararak günlerini geçiriyorlarmış

Diyorlarmış ki, ey Betlehem'in yıldızları, ey kırlangıç kuşları ve ey Ebu Leheb'in torunları, hormonal yapılanma insan soyuna yönelik bir soykırımdır, genleri değiştirilen organizmalar cehenneme çağrıdır, cinsiyetsizliğe doğru giden insanlığınız, ölümlerin sonsuzluğunu çağırıyor, silikonlu canlanışla, botokslu etleniş, kıyamete duyulan özlemdir, doğallık iman temizliği, tapınmada günahsızlık ve masumiyettir.

Ve bizler, yontu devirlerini geride bırakıp,  parıltılı metal devirlerine doğru hızla sürüklendiğimizi görmekteyiz. Evrenin içinde savrulup gideceğiz, o  günleri bekliyoruz sanki biz. Aşk yüz yıllar önce bitti, kim ki, yüz yıllar önce, sevdiğinin canını aldı, işte o ilk insan, aşkında bittiğini duyurmuştu, Eden Bahçeleri ve  Hindistan kırlarına... Oradan da tüm dünyaya yayıldı bu dehşet. Aşk bitti ama öldürme ve kan içme sürüyor ne yazık ki...

Kanibalizm ve nekrofilizm çağı bu diyorlarmış. Geç kalmadan ırkımızı kutsamamız gerekiyor, seviye dönüş çağlarına, sonsuz uyum ve setetiğin alışkanlıklarına ve doğallığımızın can vereb atalarına dönüş yapmamız gerekiyor. 

Bir uygarlık olamazmış bu, konstrüksiyon, imaj ve illüzyon tümörünün zamanları, ölmeden ölenlerin çağlarıymış bu...

Tüm sanat ürünlerimiz, ekonomik göstergelerimiz ve mekanik gelişme, bilimsel eğretilemeler, kültürel aydınlanma ve bilgi çağlarımız bir cüzzama, ceset parçalayıp,  kuyruğunu yiyen  bir ortama sevdalanışmış  onlara göre... Moronizm bu diyorlarmış, yüz yıllarca inleyerek, birbirlerine sarılarak göklerden gelecek olanı bekleyenler, yaslandığı kuru duvarla bütünleşenler, içlenerek hiç olup, bir şişeye sığacak denli küçülenler, bir ıslığa dönüşen, bir kuş gagası, bir toz bulutu gibi havada uçup yok olanlar ve  toprağın içinde zamanı unutarak bir karınca gibi didişen nice umarsızlar varmış aralarında...

Ah derlermiş, bu gördüğümüz sınırsız denizlerin dünyası, bir vahşet ve zombiliğin, kadük bir mongolizmin kabuslarıymış. Bu uçsuz bucaksız ışık denizinin içinde yükselen ışık kamaları, bir kar körlüğünün gözleri kamaştıran parıltısıymış. 

Cahil derlermiş bu durumda; Arı, duru, saflığın kıratını alabildiğine aşmış, kanatsız  bir peri; Aydınsa, münkir, hayasız bir gaddar ve evrendeki kumların sayısından çok bilginin despotluğunda üreyen, bir sapma, kapanmaz bir yara, bir irin  imiş. Bilgiçliğin ve bilginin duayenleri, soysuzluğun bir Deccal'i, Homongolos kıvamında, insan soyuna yönelik bir cellat, gizil ve amansız bir 'Elephant Man'iymiş.

 Sürdürüyorlarmış ki, bütün peygamberlerimizin ilk buyruğu 'öldürmeyiniz oldu, ama ilk kılıcı onlar indirdi, bütün krallarınız insan eti yedi, Herodot tarihinin bütün kraliçeleri köleleriyle sevişti, ama uçurumlardan atıp, kemiklerini Atlas kuşlarının sıyırması adına... İşte böyle bir düzen nasıl olabilirmiş ve biz nasıl böyle bir ikiyüzlülüğe yüz yıllarca katlanabilirmişiz!... 

Fransız devrimi dedikleri, giyotin ve yoksullar etinin çengellerde seyriymiş, kralların yerine diktatörler geçmiş ve kan içen yarasaların yortuları hala sürüyormuş.   Bolşevik devrimi mujikleri ölüp öldürmekten başka bir şey değilmiş. Aydınlanma çağları dedikleri, yoksulları karanlıkta öldürmenin utancından sıyrılmış ve güneşli meydanlarda, Asılmışların Baladı'nı söyleyerek, kalabalıkları çılgına çeviren alışkanlıklardan başka bir şey değilmiş. 

Kanın kösnüllüğünde, Bastille ve Taksim'de, Concorde ve Pigadilli'de, Manhattan ve Tianenmen'de toplanan sayısız kızıl arılar hep birbirinin kovanlarına saldırıp, hep birbirini yermiş. Hayvanlaşan İnsan'ın Emile'siymiş bu çağların adı ve hala oralarda bir hay huyun korkunç haykırışlarıyla inanılmaz bir vahşet, ruh sayrılıkları ölüleri gömme törenleri tüm şaşaası, tüm vahşeti ve tüm görkemiyle ve umarsızca ve acımasızca ve kan içme törenlerine duyulan özlemin çılgınlığında, delilerin edimlerine rahmet okutarak, sonsuzca sürecek bir doyumsuzluğun çılgınlığında sürüp gidiyormuş. 
...
Adam yanıp sönen bilgisayarını hızla kapattı ve nereye diye bağrışanlara aldırmadan ve kimseciklere el sallamadan, kardeşlerimi  aramaya gidiyorum diye haykırdı!..

Canik Dağları'na...                                   












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder