31 Mayıs 2019 Cuma


Karanlık atalarımızın yurdudur. Harap yolda, gün batımına doğru ilerliyorduk. Terk edilmiş kiliseler, kırık dökük evler, duvarlar arasında gezinip duran oyuk gözler, unutulmuş anılarıyla un ufak olmuş şeyler, yüz yıllardır azapla kavrulan, artık kimselerin dönüp bakmadığı yerler…
Güneş tepelerden bir tanrı başı gibi süzülüyor; şarap rengi, dingin denizin içine hızla girip saklanmak ister gibi de sabırsızlanıyordu…
Güneş batarken hızlanır dedi fizik profesörü, son yaklaşırken her şey hızlanır sanısına kapılır varlık dedi yazar, hızlanan yalnızca ruhlarımızdır dedi psikiyatr.
Güneşli bir günün ortasında, ormanın gerçekte karanlık bir mahluk olduğuna ilk kez tanık oluyordum. Sarkan dalların, yaprakların, otların, ayaklarımıza dolanıp duran şeylerin arasında, gece rengi bir ürpertiyle yol alıyorduk.
Ağaçların, kesif ormanın; yorgun-çalkantılı denizin kollarında, sürgit karanlık bir dünyanın içinde yaşadığını bilmiyordum.
Ah, bu topraklar öyle söylencelerle doludur ki, herkesin kendine özgü bir meseli vardır belki de... Belki de zaman ve zemine uyarlı, kadim ya da moderniteye göre değişen sonsuz sayıda anekdotlardır...
Bir açıklığa çıktık, altın rengi mimozalar ilerde güneş gibi parlıyordu. Güneşten parlak, sarı bir çiçekti bu mimoza… Tanrım, tanrının yaratıları, sürgit neden birbiriyle yarışır, şu nisan baharında…
Az sonra yola vurduk kendimizi, dört kişi, tepedeki kilisede dua edip, dilekte bulunmak için... Yaşadığımız ve ruhlarımız sakinleşsin diye kendimizi adadığımız; şu Büyükada'da, nam-ı diğer Prinkipos'ta, bir gelenekti bu!..
Kilise tepede bizi bekliyor ama yolu yarılamadık daha, bir kır kedisi geçti gölgeler arasından, bir kaplumbağa bize baktı anlaşılmak ister gibi, bir kuş öttü gökyüzünde ve bir kürek şıpırtısı geldi uzaklardan. Balıkçı Hovsep’in kayığının, yıllardır denize olan sevdasıyla bütünleşen, yaratılışın başlangıcına özgü, o derin ses; kıyıya vurup duran azgın dalgalar…
Yolların çakıştığı yerden, ormanın içine daldık bir kez daha, harabeye dönmüş bir manastır sanısı veren, yıkık duvarların arasından geçerken, eskilliği iskemleyi andırır, alabildiğine eprimiş, delik deşik bir şey ilişti gözümüze, yarısı toprağın içinde gibiydi, demir rengindeydi ama ahşaptı sanırım, içimizden biri çekip çıkarmak isterken, çarpılmış gibi bir çığlık attı, öbürü ona sarıldı bilinçsizce, korumak ister gibi, üçüncümüz; bizlere döndü ve sakın ona dokunmayın dedi, ben dedi, bu sandalyenin söylencesini biliyorum!..
Bir zamanlar dedi, İsa peygamberin vaktinde, bir keşiş varmış, İsa’nın öğretilerini bir ermiş gibi inanarak, yaymak isteyen. Öyle hayranmış ve öyle bağlıymış ki İsa‘ya, o öldüğünde ondan bir eşya kalsın istemiş ve o eşyada onun ölümsüzlüğünü görmek istemiş, bir tür sonsuzluk duygusuyla… Eşyanın ölümsüzlüğüne inanırmış keşiş.
Bir gün bir sandalye ısmarlayasıymış ona, dülgerlik de bile herkeslerden üstün yeteneğe sahip İsa’ya, hem de düşüncesini açınlayarak… Günün birinde öyle mutlu, öyle sevinçle evine dönüyormuş ki, çünkü İsa; göz alıcı bir sandalye yapmış ve ona bağışlayasıymış kendi elleriyle.
Sonrasında İsa’nın şifa dolu elleriyle biçim verdiği bu sandalyenin ölümsüzlüğüne inanmış keşiş ve onun varlığında da; İsa’nın ölümsüzlüğüne... Çünkü sandalyede İsa’nın hüneri, alın teri, yetenekleri ve düşüncesiyle boyutlandırdığı; bakılışı güzel bu eşyada, bir anlamda İsa’nın tüm bir bedeni varmış neredeyse…
Zamanla, keşişten diğer keşişlere ve daha sonrada yakınlarına, çok sonraları da, İsa olduğu söylenegelen bu sandalye, çocuklarının çocuklarına geçmiş ve ama zamanla sandalyenin İsa olduğu inancı, primitif, pagan bir inancın süreğeni olabilirmiş gibi zayıflamış ve bir gün artık sıradan bir şeymiş gibi adalardan bir tüccar; onu buralara getirerek, geçmişteki bu söylenceden söz etmiş ve işte buradaki manastıra bağışlamış.
Zaman için de manastırda bu sandalye gibi, belki de inançların zayıflamasından ya da hiç bir şeyin zamana karşı koyamayacağı düşüncesinden ve belki de tüm evrende süregelen, bilinmeyenlerin bileşkesinden olsa gerek, yıkılmaya yüz tutmuş ve diğer tüm eşyalar gibi albenisini yitirerek, tümüyle birlikte ölüme terk edilmiş...
Mesel bitince, mahşerin dört atlısı gibi hep birlikte, özlem ve acılarımız adına; İsa diye sarıldık 'Kutsal Eşya'ya, -İsa diye yankılandı hava-, göz yaşı döktük onun çektiği ıstıraplara ve yazgısına karşı çıkmak uğruna, onu topraktan çekip çıkarmak, bitimsiz tutsaklığına son vermek isterken; elimizden kurtularak, göz açıp kapayana dek, birden göğe yükseldi!..
Onun, gerçekte bir haçı andırır, devasa bir çarmıh ve ortasında, o günden bugüne asılı duran, 'Mahzun İsa’dan başka bir şey olmadığını anlamıştık artık...
Ne denilebilir ki şu dünyaya...
Bir çarmıh ve insanlık için hâlâ gözyaşı döken, bir İsa!..

*



                                               



ULYSSES'E GÖRE İNCİL

(Seslerin varlığıdır evren ve düşlerin, ışık tozlarıyla çocukların. Wagneryen bir operetin ve her gün içine girilen o şeyin. Saat beş de çıkmadan önce, bir kant içebilir miyim diye sorabilirim ona, bir kovuktan girer gibi, gerçekte bir kitabım ben diyebilirim. Bir  tanrının öyküsüyümdür belki de, imdadıma yetişmezse biri, zındanımdan yekinecek gücüm yok benim. Havada yürüyebilir miyim, yuvama döndüğümü görebilir miyim. İşte uyanıyorum ve kapımın zilini çalıyorum, Berenice'deyim biliyorum... Evrenimiz dengelerin  eşitsizliğine odaklıdır ve güçlerin savaşımına, aktif ve provokatif kodlar bellidir, isterik olabilen, otantik yaratıklar, örülmüş saçlar ve materyallerle doludur. Kışkırtan arzu, gölgelerin akışı, figürler ve formülatif varlığın tinsel tözüyle yüklüdürler. Tanrı cüsse ve cüceliğin kaprisleri, büyü ve becerilerin adıdır, kutsanan bir varoluş biçimi, yaşanabilen her şeyden kaynaklanan tiksinç doyum, apaçık varlığını sürdürecek denli pervasızdır. İsteri ve anomali, onun ana damarlarıdır.)



Sıçrayarak yürüyordum, aç bir kelebek gibi 

Belki siber bir uşak olabilirim 

Satürn karnavalında kapuçino dağıtan
Belki tüysüz bir gergedan ya da  bir domuz.

Evrende hiç kimse düşünmüyordur belki de
Belki de salt kendini düşünüyordur evren
Pütürlü katkılar ve kabarcıklarla.

Sürgit alıntı yığınına dönüşüyorum ben
Düşündüğüm hiç bir şey yok, hiç bir zaman
Kim olduğumu bilecekte değilim, bir insan.

Şeytan değilim, tanrı değilim; Hiç Kimse'yim ben.
Kendi uçurumuna doğru koşan;
Siber bir uşak olabilirim ben.

İman eden biri değilim
Beppo'yum kütüphanede, kedi ya da Japon Müziği
Umut kanatlı bir şeydir belki de
Ama benim ayaklarım, sürekli yerde.

Çürük kıllı dişleriyle, alev göğüslü biriyim ben
Kitapçı bir marangozun kitabı
Bir resif manzarası ya da düş karıştırıcı bir fiyort.

Kızlarla besleniyorum yine de
Güneş çiçeği gibi açıyor, ısırıyorum onları
Özgürlük diye adlar veriyorum topraklarına
Ve emel denizlerine haykırıyorum
Belki de ben bir babanın oğluyum.

Zulüm için çok yetenekliyimdir belki de
Saf öç ve yazgının orduları içinde 
Yaratılmış biri gibi hep gonzalo içiyorum
Sayrılar sayrısı ve minik  kırlardan ödünç kalan
Fare kapanı tuzaklarla, cin ülkelerine savrulan.

Yavaşlayan okyanusta yürüyebilirim
Çünkü bir kitap olabilirim ben
Gittikçe yücelen ve olmayan sayfalarıyla
Belki bir gün ya da bir sonraki gün okunabilirim. 



***







MİNOTAUR

'Savaştığınız şeyin kendisini üretmesine olanak tanıyan 
araçları yok etmedikçe savaştığınız şeyin kölesi olursunuz.'


'Köşede astrolojik  kılları, vandal çatısıyla bir adam 
belirdi, konuşması uyku ilacı gibiydi.'

Gözlerim olmadan düşünemiyorum.
Bedenim olmadan göremiyorum.
Şiirsiz yaşayamıyorum.

Ölümün dünyasında yapayalnızım ben.
Büyülerle kol kola
Karanlığın kardeşliği
Tanrının komşularıyla
Kızlarıyla
Şeytanın kılavuzluğu
Meleklerle çekişirken...
Kedrai'de yaşadım ben
İki üstü iki ve bilinmez kere.
Yüzlerce kez ölebilirim
Ruhum alaşımlar ve tozlar için çalışıyordur.
Biliyorum rüzgârlar
Sonsuza dek varlar.
Sonsuza dek
Oradalar.
Ölümsüz yaşamak ne tuhaf
Evrenler ve cüce tanrının düşlerinde
Yaşıyorum ben inanılmaz bir yerde.
İnanılmazlık içinde.
Benliğim ve unutulmaz anılarım
Yokluğumla dinmeyen acılarım
Şarkılarım karanlıkları inleten
Uçurumlar boyunca koşuyorum
Hiç bitmeyen boşluklarda
Karanlık koridorlarda
Dönüp dolaşıyorum.
Başladığım yere dönüyorum sonunda.
Kendime sarılmış buluyorum kendimi.
Acıyla gülüyorum.
Kahkahayla.
Ben Minotaurum!..
*
ASTERİON



'Her kim ki öğrenmek istemiyordur; Tanrı indinde en büyük kâfir odur.'



Bildir ki, siyah bir yıldızın  yüreğinde dönüp duran nevralji, mavi bir gün batımı ve hiperaktif druidler. Su çöllerinde salınan uçsuz bucaksız topraklarımız ve evreni kırmızı bir çizgi gibi algılayan sensörler ve sülfirik asite doyurulmuş yamaçlar, lilyum siloları ve bulutlarda büyüyen şeyler. Siklamen bahçeleri, ölü sayıcılar ve gregoryen pratikleri pigmelerin ve ufuklarda aslanağzı deltoidler ve yavaşça kanat çırparak uzaklaşmakta çipler.

Bildir ki, atalarımız ışıyan gettolarda, cin atl
arı lazer plantasyonlarında ve ekonomikasyon örgütler, hipodromlarda sürüp giden genosid ve palyatif çözümlemeler. Biyonik dünyalarımızın predatorları prangalı armadiller, uzaklarda uçsuz bucaksız konvoyları Vega'nın, apronları ve jet akıntılarıyla Bellatriks ve parıldayarak sönüp giden gökadalar ve ötüşen bülbülleri, ipek kanatlı örümcekleriyle Virgo ışılağı.

Bildir ki, glikoz okyanusları, nöronik evren, köpüren hidrojen yuvaları, uçurumlarda melek ve şeytanlarıyla Quetzalcoatl ve karanlıklarda gürültüyle kükreyen tanrıları Guadalquivir'in. Tilkicik yıldızları ve eARTh, dinmeyen gözyaşlarıyla 'Homohome'lar ve Havva Anamız. Evrilerek geçip giden zamanlar ve salyaları, dönüp duran çarklarıyla, boşluklarda yitip giden sarı duman.


Bildir ki, peygamberler peygamberimiz İksion, atını süren Farisi ve tepelerde gülüşerek oynaşan sayısız mastodon ve kocamaya yüz tutmuş, yedi kapılı Tebai ve ölüyor işte Abşalom ve yıkılmakta olan ve bir zümrüdanka gibi, hep küllerinden doğan, ışıltılar içindeki Asterion!..






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder