18 Mayıs 2019 Cumartesi

ÖLÜ DOĞANLAR
Hepimiz yaşıyorduk. Birimiz bir şeyler konuşacak, bir şeyler anlatacaktı. Çok kısa, düşler kadar. İçimden diyordum ki, bari bir şey olmasa, dünya tekin bir yer değildi ve içgüdülerim korkutuyordu. Nedeni şuydu belki, Sezar kapitole geldiğinde son derece neşeliydi, patriciler için iyi şeyler söyleyecek, vaatlerini sıralayıp, umutlarını tazeleyecekti. Birden ortalık karıştı. Kendisini hançerleyenler arasında kuzeni vardı ve tanrısına ancak 'aşkolsun' diyebildi. İns...anların duyduğu ise başka bir şeydir. Sende mi Brutus?..
'Son Yemek' ne kadar neşeliydi, on üç inanmışın içlerinden biri kalktı ve dışarı çıktı, belki de yıldızlara şarkı söylemeye, öyle mi, az sonra Pilatus'un askerleri babasız büyüyeni tutukladılar. Baba, baba diyebildi, boynu çarmıhtan sarktığında, bir babasının olamayacağını bildi.
Hypatia, bilinmedik formüller üzerinde çalışıyordu, İskenderiye kütüphanesi loş ışıkta serin bir hava yayıyordu, yıldızların geometrisine alışkın Hypatia, güneşin sıcaklığını duyumsamak istedi, dışarı çıktığında onu hıncahınç bir kalabalık bekliyordu, gizemciliğin bilinmeyenlerine, tanrısallığın çilelerine kapılmanın cezası, eti kemiklerinden sıyrılana dek sürdü. Öldürenler cehenneme gitmişti ama Hypatia tanrıyı hiç bir zaman affetmedi, bir formül var ki diyordu, orada olmalıydı.
Osman o kadar gençti ki, yanaklarını pembe bulutlar kaplıyordu her güneş doğumunda, herkes aşıktı ona, bir yenilikçiydi, ama o aşkın yazgısını değiştirmek istiyordu, aşk ölümle anılsın istemiyordu, insanlar aşka aşık olmalıydı. Onu değişimin azizi ilan edenler, boynuna dolanan ipte inleyen sesini, o güne dek hiç duymadıklarını söylediler.
Köylüleri kurtarmak istiyordu de la Serna, Bolivya'nın dağlık yörelerinde bir yoksul onu gördüğünde, bir kaç saat sonra ensesinde bir yıldız belirdi, kara ve ışıksızdı, o güne dek görmedikleri cinsten...
***
Karanlık dar sokaklarda, ışıksız koridorlarda, yapayalnız yürüyen insanlık hep ölümle kucak kucağadır.
Karşıtların çelişkisidir belki de bu, ölümcül ve cansiperane.
İyinin ve kötünün savaşı, sürekli yer değiştiren ve sürekli Satürn gibi, kendi yavrularını yiyen.
Hiç bir şey bilinemez.
O oraya gelirken bunları düşünmüş.
Şimdi anlıyorum ki ölen, oraya gelmezden önce ölüymüş. 
Bir ölü öldürülmüş.


SARİN
Yeryüzünde barış içinde geçen yılların toplamı üç yüz, evren yaratılalı ise üç yüz çarpı üç yüz kere yıllara, sayıların algılanamazlığını da eklememiz gerekirmiş, sonsuza dek teşekkürsüz ağızlar, ruhların Giuliettası, yaralı vatanı, senkronize uçuşlar, öğrendiğimiz şeylerin, reklamasyon ve tanıtımları amaçlayan gösterilere dönüşmesi, tüketim kampanyaları, alım satım kumpanyaları, insanlığın artık bir ürüne evrilmesi, alış veriş sirkleri, zehir zıkkım toplumu, doğumlar ve öldürüm, ilenç ve kargaşa, ilinti ve kargışlar, acınç dolu monkey ve ölümcül nepenthes...
Musa'nın eşi Tsippora, eşiğimizi süpürürsek sorunlar biter derdi ama ayrıcalıklı olmanın saltanatını arzular, ilkön kendisi süpürmezdi.
Bakın denizde bir sülüne gibi uzanan Aylan ne zaman ölmüş, biz yalnızca, geçen yüz yıllarda gözyaşlarını ölüm şuası gibi kullanmayı başarabilmiş dinozorlarız...
“Burda gömülüyüm ben, minik Urbicus, Bassus’un / yaşı; soyumu, adımı büyük Roma’dan aldım. / Üç yaşımı doldurmadan altı ay önce, üç tanrıça / acımadan kestiler kader ipliğimi. / Güzelliğim, peltek dilim, küçük yaşım neye yaradı? / Bu yazıyı okuyan yolcu, göz yaşını / esirgeme bu mezardan! / Dilerim, senin sevdiğin, / öteki dünyaya Nestor’dan yaşlı göçsün!”
Sokrates veya Heraklit'e atfedilen bir kıssa var, eski Yunan'da iki feylesof varmış, biri insanlıktan umudunu kestiği, insanın kötücül olduğuna ve hiç bir zaman barışın gerçekleşmeyeceğine olan inancından dolayı, her sabah evden gülücüklerle çıkar ve herkese iyi davranırmış, diğeri insanlıktan ümidini kesmediği, insana inandığı ve barışın bir gün geleceğine olan inancını yitirmediği için, olanlar karşısında karamsarlığa kapılır, her sabah asık bir suratla sokağa çıkar ve başta üçlem (aile) ve yakınları olmak üzere herkese kötü ve saldırganca davranırmış. Kıssa şöyle bitiyor, bu yöntemin sonuçsalı ya da çıkarımı edimler silsilesine göre, şimdi hangi feylesof hümanist ve hangisi insandan ümidini kesmemiş oluyor sizin için deniyor?..
Burada ezeli bir sorun var, karşıtların birliği değil, güzelliğin acıları değil, teorinin açmazları, pratiğin çıkmazları da değil, kaçınılmaz olan, nedir o, iyi niyet sonunda kötülüğün açmazlarına kapılabilir, umutsuzluk ya da kabalık sonunda vicdanın İrem bahçelerine varabilir, karmaşık bir sorun ve kesenkes bu böyledir demek olanaksızdır ama iyilik ve kötülüğün tersinir birer görüntü, aynanın görselliği ve birbirinin arka yüzleri ve madalyonun zıt yönleri olduğu kaçınılmaz, İyilik ve vaatlerle ortaya konan bir siyasanın sonu cehenneme varabiliyor, kötü başlayan bir şey iyiliğe ve sevecenliğe dönüşen bir yolun başlangıcı olabiliyor, olabilir...
Çağımız umursamazlığın kaçınılmazlığını öngören bir çağ, insanlar bireysel bahçelerinde, bir kolhozun iyilik melekleri gibi yaşayarak avunup gidiyorlar, kozmosun neşe dolu birer kabilesi gibi davranabiliyorlar, vahşi bir ormanda vuzuh içinde yaşayan pigmelerin veya her şeyden habersiz karıncaların kutsal değişmezliği içinde yaşayan birer canlı gibiler.
Birim cennetlerini kuruyor insanlık ve günahlarından arınarak, kanibalizmin bir tür ortağı olduklarını bilmeden, hiç bir zaman kabul etmeden, ümidini yitiren feylesofun altın kalpli postuna bürünerek, kedilerini besliyorlar, kuşlara su veriyorlar, dahi çocukların saçlarını röfle ediyorlar, Afrika'da prezervatif dağıtıyorlar, göçmenlere ölüm sandalları ısmarlıyorlar ve kumpanyalarına, lobilerine sokulan moronlara, mankurt kabilelerine, dile-w-ncilere, sadakacılara, istekçilere kibir, gurur ve hışımla Yehova versin diyebiliyorlar!..
Çin'de ambalajı içinde oksijen pazarlanıyor artık, alıyor ve güçleminiz oranında temiz havayı soluyorsunuz parayla, 'coin' diye sanalpara icat ediliyor ve hiç olmadığı kadar soyutlaşıyor ve anlak sınırlarını parçalayarak, algı sınırlarınızın ötesine, periferinizin sonsuza dek dışına çıkıyor artık o... 
Sözler neye yarar. 
Gazali her şey kader (yazı) derken, yukardan iniyor derken haklıydı. Biz onu doğunun geri kalmasına yorduk, günah keçisi bildik, bu neye yaradı ki, insanlık nereye ulaştı ki, ne değişti ki, Galile dünya dönüyor dedi, şükrettik, ama kadınları cadı diye yaktık, Kepler yeni şeyler keşfetti, ama Mari Antuvanet'i külotunu çıkarıp giyotine gönderdik, Einstein kendini parçaladı, aya ulaştık ve führerin yüzünü Mars'ta görmenin çılgınlığıyla, sarhoştuk artık. Tanrı bunu amaçlamış olabilir mi, onun kozmosyası, ütopyası bu olabilir mi, sanrı toplumu bütün insanlık, bir anksiyete cennetinde ilaçlarla uyutulan; sahte Mona Lisa tebessümleriyle avutulan büyük insanlık!..
Gazali olanları, olacakları ve olmuşu gördü, tıpkı Janus gibi... 
'Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar /  ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur. / Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. / Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, /  bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben.'
'Göğün altında yeni bir şey yok'sa, sözün pantheonundaki tanrılarımız buyuracak ve elbet yalnızca yineleyecektir esin perilerimiz. 
Gazali haklıydı, hiç bir işe yaramayan haklılık, herkesin haklı olduğu bir dünyada, en büyük budalalık. 
Ölüm mü, en büyük sorunsalımız, cennet ve cehennem, melek ve şeytan, mesih ve tanrılarımız. Öleceksek, öldüreceksek, düşünmenin ne yararı var, bilinmeyenin kıyılarında kolan vur, çıkış için kışkırtıcı bir varsayım ortaya at... 
Her şey büyük biraderin kontrolünde sürüp giden bir hologram, her şey efendimizin keyfince yönetilen ve ilanihaye sürüp gidecek olan bir program, biz tanrının kopyası değil miyiz, devletler, eyaletler, metropoller, bölgeler, şehirler, yerleşkeler, mikrofiller, mahalleler, semtler, muhtarlar, apartmanlar, evler... Yönergeler, asansör bekçileri, garaj yöneticileri, kadınlar, erkekler, değişik boylamda kreşler, kediler, köpekler ve nükleer bayramlarda ayakta kalacak, sonsuzluğun bekçisi ve tanrılarımızın biricik elçisi fareler...
Ve kolloidlerin hiyerarşisiyle sürüp giden katmanların, düş kıran, olanaksız cehennetleri!.. 
İnsanoğlunun doğruyu araması, haklıyı bulmak için yaşaması saçma, neden böyle davranıyoruz ya da neden böyleyiz onu arayıp bulmalıyız, doğru bizi doğruya götürmüyor ki, haklıların cehenneminde tanrılarımız bir işe yaramıyor ki, versiyonlar cennetinde kulaç atıyoruz, dönüp duruyoruz Minotaur'un labirentinde, Asterion'un cennetinde; arıyoruz, ölüyoruz, buluyoruz, öldürüyoruz gene arıyoruz, gene buluyoruz, gene ölüyoruz, gene öldürüyoruz. 
Aramak ve doğrunun peşinde olmak bir illüzyon, biz davranışlarımızı değiştirmeliyiz, yöntemi değiştirmeliyiz, sözcük dağarlarımızı değiştirmeliyiz, kendimizi, düş evimizi, etlerimizin içine gömülmüş bedenlerimizi değiştirmeliyiz. Tanrımızı, meleklerimizi ve kitaplarımızı değiştirmeliyiz...
Olamaz, olmadı, olmayacak...
Ölümü kanıksamalı, savaşı kutsamalı, vahşeti yüceltmeli, kör, sağır ve dilsiz birer adam otları olmalıyız.
Klişe, bunların tümü klişe, çözümsüzlük sarmalında inleyen acıklı birer yaratıklarız, doğayı evcilleştirelim, robokop uygarlığına geçelim, tüm insanlar olayları kıyıdan izleyelim, tanrıyı tahtından indirelim, evreni bir kompüter oyununa çevirelim, yalnızca gözlemleyelim...
Kim o, kim var orada?..


















DEDİKODU
Ne yapıyorsun Hacer, ekmek evine gidiyoruz, gel de bükme ye, yarın bağa gidilecek mi, beş kişi lazım bir günde bitirmeliyiz, Osman'a ekmek yetiştireceğiz öğlene, bulgur pilavı var bir tencere, Huriye götürecek.
Rastı Cevdet, kızıl toprakta beygirden düşüp bacağını kırasıymış doğru mu, çocuğu çilbiri elinden kaçırmış diyorlar, Çal'da hastanede yatıyormuş, dere yanda oturuyor değil mi o, benim görümce vaktiyle kızını istemişti İsmail'e, sevinmiştir ettiğini buldu diye,... patos gelmiş diyorlar Üveyik'e, gelmiş sırayla gidiyorlar, Cımık Veli'nin ki bitmiş, Sindel'e bugün yarın ulaşır. 
Bu yıl arpa ektik biz, geçen yıl pek olmadı, nadasa bırakmak lazım, burçak ekin, susam ekti Kör İzzet, mısıra dönsek iyi de, kanala su gelmiyor ki, devlette bir çeşit kızım, sözüne güven olmuyor, afyonu yasakladı onlar, ne çiçek ne böcek kaldı kız aşağıda...
Üzümü de şarap yüzünden yasaklamasınlar, Yahya'nın Abdülkadir sabah akşam küfür ediyor, babası camiden çıkmaz o gülüyor boyuna, oğlu kime çekmiş bunun, Zeyve'den aldı ikinci karısını, Abdülkadir ondan değil mi, yok canım bir tek çocuğu oldu ondan, Orhan, oda İzmir'de, paraları çalıp, kaçtı gitti diyorlar, okuyor o, okuyan kendini mi satsın şimdi, para lazım...
Değirmene gidecek Şakir pazara, seninkine söyle de oda gelsin, bizde iki çuval un var daha, gitmez herhalde, Musa cüzdan bulmuş giderken, pazarcılar düşürmüş, cüzdanı saklamışlar, geri dönüp sormuşlar ama biz görmedik demişler, öldürsünler mi, başa gelen çekilir diye bir laf var, bir yerden çıkar o para, ahlatın boyu, elmanın sayısı bellidir kızım.
İmamların Abdullah hiç çalışmadan nasıl yaşıyor, hep aynasına bakıyor, dibek başında, fener balığı gibi kendi oltasını sallıyordur nerden bileceksin, kim ne yapıyor biliyor muyuz, karın tokluğundan kolay ne var, çoluk çocuk yoksa Karun sensin, Trampacı Halil para kesesini sallaya sallaya öldü, köyün en zengini benim derdi. Ümmü'yü köyün en fakiri aldı, Nurgül manifaturacıya kaçtı.
Cennet teyze felç olmuş, ne iyi, zengin hastalığına yakalanmış imrendim şimdi, ayağı çalıya sürten hasta olmazmış kızım, yiyip, içip misafirlik yaptı onlar, oğlu Denizli Lisesi'nde hademe, oturduğu yerden para alıyor, hepsine yetti diyorlar, deli onun oğlu yahu, nasıl girmiş devlet işine, devlet işini bilir kızım, akıllı nereye lazım.
Çok akıllı bir adam var derlerdi, kimmiş o, Kennedy, kene mi, Kennedy, vaktiyle vurdular adamı, herkes birbirinin üzerine attı, kim vurduya gitti adam, nerden bileyim onu, o beni kaç kere görmüş ki, öyle deme, sen küçüksün bilmezsin, küçük, küçücük...
Bizim haliğimizde, balığımızda, kayığımızda küçüktür yavrum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder