18 Mayıs 2019 Cumartesi

ALGI PARKI

Yıldız parkının ıssız köşelerinde geziniyorum, yerde kıt kanaat-yarı uçar bir muhabbet kuşu gördüm, hemen avcı ruhunun yarattığı yırtıcı bir hayvan gibi üzerine atladım, kaçtı, koştum, bir kedi peydah oldu, vaşak gibi, ondanda kurtuldu kuş, ağaçlara kondu. Bana yar olmazsa, kediye de olmadığı iyidir deyip tekrar yola düştüm. Park çok büyük insanlar bir bölümünü geziyor, ıssız ve bilinmeyen köşeleri var, toprak yollardan tahta merdivenlerden tuhaf çiçeklerin arasından, aşağılarda gizemli bir çukurlukta, nilüferli bir göle vardım, içinde başkaca çiçekler, sazlar, kamışlar, sarmaşıklar, kırmızı, mavi, aşk çiçeği, adı lotüs, cennetsi nilüferler... Tanrım dedim, varsın biliyorum, ama nilüferde mi saklısın, yolda kulağını bana mı veriyorsun, geçenlere hişt hişt mi diyorsun, anladım görünme ama... Gerisini diyemedim.

Yukarıda çocuk arabasıyla üç kişi, yamaçtan doğru geçiyordu, küçücük miniciktiler, sanki uçurum başlarından kimsecikleri görmeden yok olup gidiyorlar, dünyayı terk ediyorlar, bu yol çıkar mı diye bağıracaktım, sesimin kısılmış olduğunu anladım, düş görüyordum sanırım, yine de yukarılara tırmandım, bir düzlüğe çıktım, köpek var, aniden peşime düştü, sahibi kadın kitap okuyordu, tınmadı bile, sonra dedi ki, bu köpek saldıracak gibi yapar, son anda durur, kadına hayyı la yemut diye bir tane gonca çıkartayım yanağında diye düşündüm ama, tıpkı köpeği gibi bende gelişmiş bir şeyim, sabrettim.

İlerde lisyantuslar, gardenyalar arasında, iki varlık var, biri eğilip doğruluyor, biri ya sabır ver yarabbim kitap okuyor, adam ibadet ediyor, eğilip doğruluyor, doğrulup eğiliyor, hatta yatıyor, ama öğretmene benziyor, açık havada, parkta herkes serinlik içinde dolaşıp, keşif yaparken, bu adam içinde neler arıyor acaba, kadın neden kitap okuyor, oda aynı yolu seçemez mi, ayrıca toplum kitap okuyor inanın diye düşündüm, ama garip bir şey düş çemberimi kurcaladı, ya bu adam sarıklı olsaydı, eşini gülümseyerek izleyen, bu aydın kadın, inanın, şeriat heveslileri, parkı kuşatmış diye çığlık atacaktı, ama eşi için bir seremoni, bir gösteriydi bu...

La havle ve la çekip uzaklaştım, virajı dönüp Ortaköy'e ulaştım, meşhur gazeteciler ve bar sahibi arkadaşı hala oradaydı, insanlar başarılı olmak istiyorlarsa tekkeyi beklemeyi bilmeliler diye düşündüm, bu adamlar heykellerinin buraya konmasını hak ediyorlar, akşam oluyor, yürüyerek eve dönüyordum, köprünün altından geçtim, bir gemi, boğazın bir ucundan öbür ucuna, yüzerek gidiyordu, bir transatlantik küçük bir dağ gibi geçiyordu. Kendimi hiç bir anlamı olmayan bir böcek gibi hissettim, Kafka'ya teşekkür ettim, bir gazete bayisinden gazete çaldım, eve geldim, gazete, Yıldız parkını şeriatçıların sardığını ve giderek hayatın çekilmez olduğundan söz ediyordu!..

Bir şey yazmak istedim, çünkü herkes bildiğini okuyor, kedi miyavlıyor, aslan kükrüyor, kurbağa vıraklıyordu. 

Eyy kaslarımın yüce belleği, algı tangolarım, elimin, gözümün bildiği, ru'yam, canım seni arıyor, ama bulamıyorum, sonsuza dek yittin sen, uzaklardan, annesini yitirmiş bir ceylan gibi bakıyorsun hep, yaklaştıkça uzaklaşıyor, uzaklaştıkça yaklaşıyorsun, edebiyatın, şiirin, romanın biyolojik deneyler sonucu ulaşılan kanıtların serenadı olmadığını biliyorsun, sen benim post modern primitifliğim, edebi aşkımsın. Bergerac, senin için ne söylemem gerektiğini, hep bana fısıldıyor, eyy benim mitolojik metaforum, yazmakta  düşünmenin bir yoludur diyor musun.

Faslı Kazvini, sesin içindeki  tınıları ayırt edebilirmiş, anaforları görebilirmiş, insanlara neden nazar değdiğini bilebilirmiş, yangında serin sulara dalmak, kelebeklerden ödünç kanatlar almak, magmanın içlerinde yol sormak ve rüzgârın uğultusunda sevgiliyi buluşturmak, kavuşmak, kavuşmak, kavuşmak onun işiymiş. Sarıkanatlar sana doğru geliyor, Kazvini kendi söküğünü de dikebilir miymiş!..

İçgüdüsel çekicilik, atlasın sakallarından doğan ormanlar, geceyle gündüzün bir türlü birbirini göremeyişi, ak zambaklar, çünkü onlar açıkta dolaşmanın keçiye özenme, örtünmenin insani aşama, nükleer bombanın buzul çağlarına özlem, silahsızlanmanınsa Havva anamızı arama, gdo lu ürünlerin ceset yiyicilik, doğadan beslenmenin cenneti arayış, silikonlu göğüslerin embesillik, doğallığın inanç temizliği, hormonun ucubeye dönüş, gerçekliğin bir masumiyet, cinsiyet dışılığın insan soyuna yönelik kıyım, aşkla çoğalmanınsa ırkımızı kutsama olduğunu biliyor, bugün yaşadıklarımızın ise bir uygarlık değil, sürüp giden vahşet çağlarından bir metal yorgunluğu çağı olduğunu anlıyorlardı.

Dolayısıyla tüm sanat ürünleri, tüm ekonomik göstergeler, tüm mekanik gelişmeler ve bilimsel, kültürel aydınlanma ve bilgi çağı adını verdiğimiz yüzyılımız bir vahşet ve moronizmin uçsuz bucaksız bir ışık denizinin, kar körlüğünden başka bir şey değildir diyordum. Aydın asıl cahil ve en tehlikeli hayvandır diye sürdürüyordum. Çağımızda diyordum cahil, saf ve tanrıya en yakın olan kişidir, alim yani bilginse bir deccal ve homongolos kıvamında insan soyuna yönelik bir cellat, bir elephantman'dir diye düşünüyordum, yineleyerek yaşıyor, aynı suyu içiyor, aynı yemeği yiyor, aynı sokakları dolaşıyor, aynı merhabaları çekiyordum insanlara!.. 

Kırlangıçların yaşamıyla ilgiliydi belki her şey, belki her şey gergedan böceklerini anlayabilmek için kurulmuş bir düzendir de, biz kendimizle ilgili sanıyoruzdur. Bir yer altı cinliği ve harakiri köpekliğinin içinde sürtüyor, evrenin ve dünyanın, tanrının ve meleklerin bize hizmet eden varlıklarmış gibi olduğunu sanıyorduk biz, tüm acımasızlığımızla... Bazen sinir krizleri geçiriyor, bazen göz yaşı döküyor, bazen günlerce gülerek dolaşıyordum.

Ve bazen şöyle düşünüyordum, bazen şöyle düşünüyordum diye başlayan sözleri neden onunla paylaşmak istiyorum ki yalnızca, o zaman içimden bir duygu karmaşası geçiyor ve gelip boğazımda düğümleniyor ve yalnızca bir söz, yalnızca yinelenen, sürekli yinelenen söz kümeleriyle kendimi anlatmaya çalıştığım bu insanla, aslında hiç bir bağımın olmadığını düşünüyor, onunla yararlılık ve bir varlık olma noktasında hiç bir ilintimin olmadığını, hiç bir iletişimin var sayılamayacağını düşünüyor, umarsızlığıma ve anlamsızlığıma bakıp, öylece duraksıyor ve kendimi denetleyip, kontrol ediyordum artık... 

Ben neyim, var mıyım, yaşıyor muyum, konuştuğum kişi gerçek mi, yaşam beni sürekli aldatan bir şey mi yoksa, karşımdaki -eğer varsa- oda mı böyle şeyler düşünüyordur diyerek, gözlerimi karanlıklara çevirip, ağlıyordum, sonra çırpınıyor, bağırıyor, çağırıyor ve gökyüzüne, tanrılara, noktanın noktası yoksa, beni neden yarattınız diye haykırıyordum.

Sonra mağarama dönüyor, yine aynı şeyleri yazıyor, yine aynı şeyleri paylaşarak, söyleyerek, yaparak günlerimi geçiriyordum... Acaba ben gerçekte, sonsuza dek, labirentinin içinde dolaşmakla cezalandırılmış Asterion'muyum, sonsuza dek bu dolambacın içinde dönmeye mahkum edilmiş, geceleri sessizce sokaklara çıkan, çöp kutularını karıştırarak, dünyaya ait olamayacak, o biricik, engin ve eşsiz şeyi arayan, kendi umarsızlığında kendi kurtuluşunu bulamayarak, köşeleri sessizce dönen ve kaldırım diplerinden, ağaçların gölgelerinden görünmeden, kendi içine gömülerek, yine kapkara kulübesine dönen...

Sonra kendi tutsaklığıma, dönüp dolaşmaklığıma, aynı şeyleri yineleyerek, zamanın ve uzamın tükenmezliğinde, kendini tüketme alışkanlığına saplanan bir masal devi, bir yalancı peygamber, bir dünyevi zavallı gibi kovuğuna sığınarak, kendi bitimsiz umarsızlığına, süslü sözlerle ağıt yakma alışkanlığına dönerek, kendini sürdüren bir meczup olduğumu düşünüyordum artık. Sürekli kendime dokunarak, yaşayıp yaşamadığımı anlamak istiyor, ona tümceler, aforizmalar gönderiyor, olmadık şeyler söyleyerek, karanlıklardaki ölümümü sürdürüp gidiyordum.

Ve yine içime kapanıyor, kapılarımı sürgülüyor, dünya ile bağlarımı kesiyor, sonra yine dönüyor, yine aynı noktaya geliyor, yine vaz geçiyor, yine aynı şeyleri düşünüyor, yine göz yaşı döküyor ve yazgıma ağıtlar yakarak tükenip gidiyor, ölüyordum... 

Ve sonra bütün bunların bir düş olduğunu görüyordum, demek ki düşmüş bunlar diyordum, öyleyse bir sorun olmamalı ve yine aynı sözleri yazıyor, yine karşımdakini düşünüyor, acaba diyordum, oda benim gibi aynı şeyleri mi düşünüyor ve yine umarsızlıklar içinde, göz yaşı dökerek, anlamsızlığıma, bir anlam denizinin içindeki, sürüp giden anlamsızlığıma şaşıyor, bir umar arıyor ve ne yazık ki, olan bitene ve hiç bir şeye bir anlam veremiyordum.

Kahredici yazgıma yine ağıtlar yakıyor, yine ağlıyor ve zamanın tükenmezliğinde, uluyarak, kimi zaman bir tapınak önündeymiş gibi kapanarak, kimi zaman hiç yoktan, hiç bir anlamı olmayan alışkanlıklara kapılarak, zamanı öldürmenin yollarını arıyor, onunla yarışıyor, ona yenilmeyeceğimi haykırıyor, çocukluğumdan kalma yatağanı çıkararak, havalara savuruyor, ben varım, beni yok edemeyeceksiniz, işte buradayım, yaşıyorum, beni yok sayamazsınız, sayamayacaksınız diye çılgınca bir koroyu andırır çığlıklarla, yeryüzünü ayağa kaldırmaya kalkışıyor, kimselerin duymadığını, görmediğini, bilmediğini anlayarak, yine sessizce karanlığıma gömülüyordum.

Her gece ölüp gidiyordum, sonra bütün bunların bir düş olduğunu yine anlıyor, yine görüyor, yine kendimi avutmaya çalışıyor, yine aynı sözleri yineliyor ve sonsuza dek beni labirentimden kurtaracak olan, bir düşü beklemeyi sürdürüyordum... Ben diyordum, ben Asterion, tanımadın mı tanrım, sen Meryem sen, anımsamadın mı beni, anımsamadın mı, evet, evet ben oyum, kendi labirentindeki boğa başlı adam, hani şu 'insan başlı boğa', Minotaur'un, Kentauros'un senin, elçin, aracın, oyuncağın...

Acımıyor musun bana tanrım diyordum ve oda diyordu ki, bütün bunlar bir düşse, ben de bir düşüm işte diyordu... Ve benim ve Meryem'in gözlerinin önünde yok olup gidiyor ve yine başladığımız noktaya dönmekten başka bir umar bulamıyorduk, yine ağlıyordum, yine haykırıyordum, aynı sözleri, aynı düşleri, aynı edimleri yine söylüyor, yardım edin diye çığlıklar atıyor ve labirentimin karanlıklarında deli gibi dolanarak, başımı duvarlara çarpıyor, kan revan içinde kalıyor, gözyaşı ve ter içinde, yarı ölü, yarı diriymişçesine koşuyor, daracık merdivenlerden geçiyor, uçsuz bucaksız bir boşluğa çıkıyor, bu garip, şaşırtıcı düzlüğün, gerçekte daha büyük, daha korkunç bir labirentin varlığı olduğunu anlıyor, onun içine sürüklenmektense, korkular içinde saklanarak, geriye, yine kendi labirentime ve dehşet dolu, sonsuzca sürecek işkencelerimin ve yinelemelerimin tuzağına dönüyor, içime kapanıyordum... Ve yine öylece bekleyerek, aynı şeyleri yineleyerek, aynı şarkıları söyleyerek, bir ürkeklik ve korku içinde, günlerimi geçirip gidiyordum...

Bir gün kapı çaldı, kim o dedim, ben geldim dedi, sesi bana benziyordu...

Şimdi iki kişiyiz...                                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder