18 Mayıs 2019 Cumartesi

KONSTANTİNAPOLİS

 
 
Deniz, kaplan tüyü gibi dalgalanıyordu. Kısaca söz etmek isterdim Konstantinapolis günlerinden, sözcük ne kadar imgelem dolu, geçmişi anıştırıp, olmuşları çağrıştıran bir ağırlık taşıyor değil mi, belki de bir görkemdir ama sıradan şeylerden söz edeceğimi bilin, imparatorluk değilim ki, karınca gibi yaşamış, balık gibi su içmiş, kuşlar gibi gezinmiş biriyim ben...
Deniz kaplan tüyü gibi dalgalanıyordu Harem'de, ilk kez görmüştüm. Esenler garajına geldiğinde otobüs, alışamayacağım bir kalabalık ve curcunanın içine düştüğümü anladım. Herkesin bir devlet gibi hareket edip, karmakarışık, alabildiğine kaotik bir ortamda, evinin yolunu bulabildiği, işine gidebildiği, yolunu yitirenlerin bile, olabileceklerden sayılıp, hiç telaşsız aranıp, çekip çekiştirilebildiği bir ülkeciğin adıydı Konstantinapolis... Gulliver'in (Gulliver çünkü Yecüc Mecüc olmalı)  ''Harikalar Diyarı?..''  ya da karakoncolosların görünmeden, yılanların ısırmadan, ejderhaların parçalamadan yaşamanıza izin verdiği bir sular karası veyahut Drakula şatosu!..
'Denizin bizimle işbirliği yapıp yapmadığını / Yeryüzünün nallarımız altında aşktan titreyip titremediğini / Güneşin günahlarımız için oruç tutup tutmadığını / Arpının içinde müzik hakkında bilmemiz gereken her şeyin olduğu bir nefeste / Mutsuz, yurtsuz ve bölünmüş ölürken biz / Bizi sonsuz seven bir varlığın olup olmadığını / Merak ediyorum.' 
Onun için bu kente gelmiştim ben.  Kısa süre sonra bir işe girdim, ondan önce bir üniversiteye, orada silahlar konuşuyordu, eğitim öğretimle ilgili hiç bir şey yoktu, o günler Marks'ın konuşulduğu, kültür alışverişlerinin yapıldığı günler gibi gelebilir, o günlerden geriye yalnızca küller kaldı, düşünce şiddetin içinde alevlenerek yükseliyorsa bu insanoğlunun ilkel çağları atlatamadığını gösterebilir ancak, ölüm ve ateş altında yükselen volkanların tütsüsü boğucu olmaktan öteye geçemeyecektir, doğada ve evrende bile şiddet var diye düşünebiliriz, doğrudur, gelişen düşünsel yapımız ve tanrının eli oluşumuz bu duruma bir umar bulmak içindir, cennetten yeryüzüne gelişimiz bunun içindir, dünyayı cennete çevirebilmek,  ama henüz yolun yarısında bile değiliz, belki başlamak üzereyizdir!..
Tanrı bizi bu gezegeni yaşanılır kılalım diye gönderdi, bir profan primitifliğin prototipi, sonra seri üretime geçebilirdi inanın, deyim itici gelebilir ama olanlar hiçte beklendiği gibi olmadı ki zaten ve gerçekte tanrı atalarımızdan biriydi, o çoktan yitip gitti, bir gün bizde yitip gideceğiz, ama kim olursak olalım tanrı artık biziz ve bizi yeni serüvenler ve deyim yerindeyse sürgit sınavlar bekliyor, sınav; iki kere iki dört eder, niçin korkalım ki sınav sözcüğünden, dört kere dört sonsuz edebilir, her şey bize bağlı, her şey bizim elimizde ve her şey dediğimiz şey; biziz...
Bu kent benim başımı döndürüyor, bir gün tarihi hamamlardan birine gideyim dedim, yıkanmaktan bayağı uzak kalmıştım, hamam diye bir roman yazan neden yok şaşarım, bir sözcük dünyaya bedeldir her zaman, inanın, hamam dediğiniz an bütün dünyadan söz etmiş oluyorsunuzdur, balık dediğiniz zaman evrenden, kuş dediğiniz zaman ezeli zamandan, göz dediğiniz zaman tanrıdan ve her şeyden... Tek bir sözcüğün içinde bütün bir evren, tüm bir kozmos ve gelmiş ve geçmiş, gelecek ve geçecek her şey saklıdır ve her şey onun içinde ve her şey onun varlığında barınıyordur. Önce söz vardı, boşuna değildir bu aforizma, söz ruhanidir tek başına ve big bang gibi her şeyi içinde saklayan bir töz, bir tansık ve bir gizemdir o...
Ama bu kent beni deli ediyor, şaşkına çeviriyor ve dilsizleştiriyor. Ta ki hamamın kapısına gelince anlıyorum bunu, içeri giriyorum; 'Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan  bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede.
Bir korsan gemisi! girmiş körfeze.'
Böyle, ama o kadar dalgın ve şaşkın olmuşum ki artık, ilerde, mermer taşın üzerinde, ömrümde bir daha göremeyeceğim güzellikte, estetik sözcüğünün varlığına o gün inandığım, Ingres ya da Vermeer ipeksiliğinde bir nü gözümün önünden geçerken, esmerce bir kadın yavrum diyor burası kadınlar hamamı, aynı sakinlikte çıkıyorum ama onlardan değil şaşkınlığımdan utanıyorum. 
Başımdan geçenleri değil, anımsadıklarımı anlatıyorum, bir gün gece karanlığında otobüse bineceğim ve Samatya'ya gideceğim, Sümbül Efendi diye Osmani ya da ulvi sözcüklerle, gizem ve saygınlığın algılarına bezenmesi ve bu yüzden bir yer edinilmesi düşünülerek, Dersaadet'te adı olsun istenilmiş, sözcüklerle desteklenmiş anayurduma, karanlıkta 32 C yi, 35 C olarak görmüşüm, ne kadarda benziyor değil mi, inanmayacaksınız ama saat akşamın dokuzuna doğru geliyor ve 11 de sokağa çıkma yasağı başlıyor, o zamanlar gazeteler akşamdan çıkıyor, bir gazete alıp arabaya oturdum, Paşa'ya gideceğim, dalmışım, sayfalara... Bir de baktım, otobüs ıssız ve uzun bir yolda hızla ilerliyor, bir bilinmezliğin içinde o hızla indim, artık eve dönebilir miyim, neredeyim bilmiyorum, tanrı ara sıra insana görünür, sizin tanrınız ama, herkesin bir tanrısı vardır, hepimizin tanrısı ise hiç bir zaman olamaz, yoktur, gerisine karışamam... Otobüs durağında beklerken anında bir otobüs gelmesin mi gecenin içinden, çürük suların Ramses'inin de kanatlı bir meleği vardır, aynı yere döndüm ve bu kez yanlış yapmayarak evimin yolunu bulabildim, ölüm kalım savaşında, insanoğlunun, beş milyar yıldır geldiği nokta sokağa çıkma yasağıysa, yaşam bir oyun, oyun ise bizim aradığımız yaşamdır sanıyorum!..
Yıllar sonra bir gün adaya gideceğim, konuşmayı çok severim, konuşmayı seveni o kadar sevemem, çünkü o zaman ben konuşamam!.. Gerçekten öyle midir bilemem ama konuşmaya o kadar dalmışız ki, Kadıköy'den bindiğimiz vapurdan indiğimizde, yer gene Kadıköy'dü, bu olayın esprisini anlayabilmek için ada yollarını tepmiş olmak gerekir. 
Kısa kesin kari velinimetimizdir, bir iki şey daha anlatayım bitireceğim, bir bahar akşamı, iş çıkışı, paydostan sonra, kaldığımız Kanarya apartmanına tam giriyorken, Öjeni'yle karşılaştım, beni çok sever (Onu çok sevdiğimden!), ara boşlukta bir kumru yuva yapmış, yavruları var, mutfaktan bana gösterdi ama ilginç olan bu değil, kumrunun kuyruğu tümüyle beyaz, bildiğiniz gibi değil, süt beyaz, Moby Dick koysanız adını olur yani!.. Kızlar genelde insanlara, sizin hiç anlamayacağınız şeyler gösterir, dünyalar pek farklıdır, bir yere gitseniz ne istiyorsun diye sorsanız, kağıt mendil -ve ben uyduruyorum çıkmaz roje- diyen bile çıkabilir aralarından, bu kuş ilginç belki ama yine de kendimi Öjeni'ye uydurmaktan alabilmiş değildim (Ama belki sonsuz barış Öjeni'nin içindedir, bilinmez!..). Ayrıca o gün öyle geçti ama geçen zamanda bu vesileyle, şöyle düşünüyorum, kumru ya da güvercin veya barışçıl bir iletim, imge tümüyle tersinir, savaşkan bir edimin merdivenleri olabilir, bunu insanoğlunun sezebilmesi olası değil. Örneğin klasik deyimle, Bizantik bir entrikanın, girdap ya da ters akıntının nereden gelip, nereye gideceği inanın belli değil, güvercinin içinden şahin çıkabilir, kumrunun, kendini savunmakta usta, bilge bir baykuş olduğu anlaşılabilir, her şey karmakarışık şu yaşamda, onun için iki kere iki dört eder diyorum ama, dört birden baş edilmez bir derdin, içinden çıkılmaz bir sorunsalın başlangıcı olabilir.  Örneğin anılar; anıştırmalar oluyor giderek artık, Natziler güçlü ve Germen yurtseverliğiyle bir erkin sahibi oldular, ama insan çığlığından ölen balina, çok çabuk karaya vurdu ve vaatler bir anda vaat edilenlerin  'Apocalypse'i  oldu. Nereye varmak istiyorum ki, siz siz olun sandalınızın küreklerini kendiniz çekin, başkalarından beklemeyin!.. Bağlantılar çok uzak görünüyor gibi değil mi, öyleyse tehlike o denli büyük!..  Yine de bilemiyorum demek, güvencesi olsun yanılsamalarımızın!..
Evet kara görünüyor, dönülmez akşamın ufkundayız artık çok geç, 70 li yıllarda, edebiyat fakültesinin umumi coğrafya bölümüne kayıt olmuştum, tam beş üniversite değiştirdim ben, okuyamadım daha doğrusu, hatta lisede okuldan atılacakken, bu sevinci dünya ahvaline yaşatmamak için Rubikon'u geçen Sezar gibi ricat ettim ve okulu bizzat ben bıraktım, sınıfta kalacağımı anlamıştım ve başlangıçtan biraz ötede attan inerek seyislerin sevincini kursağında bıraktım. Kararı ben vermiştim!.. İşte coğrafya bölümüne kayıt olmuştum ama okulun içinde okulumu bir türlü bulamadım, terör savaşları gene var, okulda birine bir şey sormak, sabıkalı olmak gibi, herkes birbirinden kuşkulanıyor, birine bir şey sorsan o mimlendiğini düşünecek kadar paranoya oluşmuş artık insanlarda, soranda ondan beter durumda tabi, sorunun sorgusu kaçınılmaz olabilir. Bir yıl boyunca bölümümü aradım, kimselere hiç bir şey soramadan, bunun gerçekliğini tam anlatamam, dilim dönmeyebilir, kim derdini anlatabilmiş ki bu dünyada, iki kişi konuşurken bile altı kişi konuşuyordur diyenler varken,  ama Kafka anlıyor bunları, onca göz yaşını bizim için döküyor ki, onca romanı da inleyerek, umarsızca ve yazdıklarından utanarak, kahrolarak, yakarak, saklanarak,  bunun için yazıyor, bu olay yüzde yüz doğru değildir, ömrümden alınmış yıllardır gerçekte, inanmamak bazen inanmaktan daha verimlidir, daha iyi sonuç verir, o denli acı, o denli komitrajik!..
Bir gün kör, dilsiz ve sağır bir varlık gibi, koridorlarda dolaşıyorum, Robenson Cruose... ''Şehir Robenson'u...'' Başımı neden kaldırdım bilemiyorum, belki tanrı, tanrım olacak herif, kadın mı, erkek mi bilemiyorum ki, kadındır diyorum, kadın olması gerekir, o gün yanıma gelme gereği duymuştur belki, koridorun alnacında, üst çıkıntısında, bir harfler birliğinin, bronz levhacıkları düşmüş, sökülmüşte sanki görünmez lekecikleri, gölgecikleri kalmış, zorlukla söktüm yazıyı, duvarda, baştan aşağı yazan şey, u m u m i c o ğ r a f y a... Gerisini siz düşünün, dedim ki yanımdaki tanrıma, bunu bana layık gören sen misin bilemem ama bu okulda okumayacağım, yaşamım yıkıntılarla dolu olsa bile!.. Okulunu bulamadığı için bırakan başka biri var mıdır bilemem!..

Bu sayfanın bir yazın (edebiyat, güzelleme) türü olduğunu unutmayın... Diyesim, yazma düşüncesi temelde, bir  öykünme, öyküseme, bir estettir dedik de, 1973 yılında, -gençliğimin baharında!- gözler gibi, çift yaratılması öngörülmüş organlardan birini -Hipokratik bir eylemde- yitirdim. İçime ölüm korkusu girdi, edebiyat hevesi, üretkesi, uğraşı dediğimiz şey o günden sonra bir yönlenime dönüştü, fiziksel ve ruhsal olarak daha zorlu uğraşlardan çekindim, uzak durdum doğallıkla, iş yaşamımda da hep kıyılarda gezindim inanın, keşke hiç çalışmasaydım, ama sekiz kardeşin en küçüğü olursanız size gelinceye değin Karun'un hazinesi biter!.. Edebiyat, kişinin kendi özgün, görkül şatosunun, krallığında dolanır bir dilenciliği andırır nitekim!.. Katolik ve katetik bir arınma gibidir. Üç boyutlu canlılarız biz, mantık bizi yürütür, düşlerimiz uçurur, düş evrenin tümüdür, mantık ise yüzde beşi, çünkü tüm fiziksel, teknolojik yasalarımız, bu yüzde beşin karşılığı ve ürettiğidir, mantık kısırdır, düşlerse sınırsız, bu yüzden düşlerimiz sapma gösterir, mantık skolastiktir, ikisinin de anomali içeren yanları vardır, örneğin din, bakmayın düşsel kavramlar içerir, bilimse mantığın esiridir, esiri olmak zorundadır, bu yüzden din çok çabuk lanetlenir, çünkü güvenilir değildir, biz ışıktan hızlı gidebilseydik, dönüp arkamıza bakarak kendimizi izleyebilirdik, bakır, tunç, demir çağlarını gözleyebilirdik. 
Geri kalmışlık öyle görünmez ağlarla örülmüştür ki, ilim çözme, çözüm, çözünme gibi teknoloji ve fenle ilgili kavramları kapsarken, -ilimini kavramak, deneyimlemek, kavramak, bulgulamak, sonlandırmak anlamına gelir- geri kalmışlık, gizlice onu bilim olarak adlandırır ve tüm ahali fiziği, bilmek sanır -bilgi-, oysa fizik, tüm fen, bilginin dışında, deney, yanılsama ve elde edilen sonuç demektir, bilgi yan unsurdur doğallıkla,kulvarda dizilen yarışmacı öğeler, figürler gibidir!.. Temeldir dolayısıyla ama yetmeyecektir, oysa tarih bilimi, salt bilgi ve belleğe dayalıdır, deneyle hiç bir ilgisi olmadığı gibi, bilim sayılabilecek tek şey, sosyal görüngüler, edimler, birikimler ve geçmişten kalıt şeylerdir, bir tür söylence, gerçekliğin meselleri... Günümüzdeyse ev yaşamı da bir dünyadır çağımızda, -gelecekte her evin bir tarihi, metafiziği ve teknolojik gelişimi ve mekaniği, fiziği, fizibilitesi olacaktır. Her ev mikro bir dünyadır çağımızda ve hiç olmadığı kadar, obezite ve bir ev kuşu insanlığımız... Sonuç olarak edebiyata bir organın eksilmesi sonucu sevdalandım teknik olarak, onun dışında İnce Memed'deki Seyran betimi, Turhan Selçuk'un çizgi romanı ve Nazım'la, sayısız söz büyücüsü ve belagat yalvaçları, bilimsel yollarını gösterdi bana!.. Bunun Bizantion'la ne ilgisi var diyeceksiniz, bir büyünün sayrılığına, paranoyasına tutulmuşsanız, Binbir Gece Masalları'nın yurduna gitmek gerekir doğallıkla, eğer masallar yaşamınızın ana gövdesi ve sifilisi olsun istiyorsanız...
Düşler kıyıya vurdu artık,  kısa bir potpuriyle kapatayım, Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu, işte tam orada, tersaneye iner yolda, bir gün vuruldum, hiç sormayın, hiç bir zaman anlatmadım zaten, ama şunu söyleyeyim, vurulduğum ortamın mensupları çuvallarla para dağıtırlardı, inanmayın, inanmak zorunda değilsiniz, bana bir gün çorba ısmarladılar, şunu demek istiyorum ben, anlatılacak şeyler buradan Atlantis'e yol olur, bir gün belki o kıssaya da giren olur, demem o ki, ölseydim eğer, bir çorba parasına ölmüş olacaktım ben, bir çorba=33 yıl.(Karşı görüşlerin arşı-ı alaya uzanacağını biliyorum, konuyla ilişkilendirilsin istemem ama demekten de vazgeçmem; hayat bana haklı olmanın hiç bir işe yaramadığını öğretti) İsa gibi, ne sevindirici değil mi!.. Taşlanırken değil de, sayrılar evinde yatarken alay ettiler benimle, bir espri, karşılıklı anlaşılan bir şey değilse, espri sayılmamalı, vurulduğum yer günahların eviymiş!.. İnsanız biz. Ama bu işin vodvil yanı, gerisi bu satırlardır, o kadar acımasız olduğumu kimse düşünemez, kimsenin de o kadar acımasız olduğunu düşünmüyorum. Ne var ki, ölüm kalım savaşında olsam bile salt şunu söylemekten çekinmeyeceğim, hepimiz yanlış yoldayız ve şu evrende her şeye yeniden başlamalıyız, ah, ah, ne afra tafra değil mi, hoşça kalın, benim son sözüm bu...
Konstantinapolis bir gün bana bir aşk ihsan etti, dedim ki, Leyla'ya kavuşursam eğer, bu dünyadan yakınmadan gideceğim tanrım, söz. (Kadın erkek herkes Mecnun'dur aşkta ama Leyla bir tanedir bunu unutmayın!..) O kadar güzel, o kadar başka ve  o kadar Binbir Gece Masalı'ydı inanın.  3 yıl kadar sürmüş olabilir, ama yaşanmışlığı 3 gün... Neden, hayatın ve ölümün amansız baskıları bizleri ayırıyor, ruhlarımız kavuşurken, kollarımız ayrılıyor, yollarımız birleşirken, yüreğimiz savruluyor. Aşk, özlemdir dostlarım!..
Her şey yolunda, her şey olağanüstü, edebiyat, sanat, gezi, sohbet her şey, Aden Bahçeleri'nden bir cennet. Olanaksızlık o kadar deli ediyordu ki bizi, bir gün ölülerin arasında, Karacaahmet mezarlığında bile sevişmiştik. Hepimizin tanrıları ayrı demiştim ama şunu iyi bilin ki günahlarımız ortaktır!..
Ne oldu o aşk, bir gün hiç bir neden yokken, yitti, bedenler ayrı, ruhlarsa  sonsuzluğun yolcusuysa, bu kaçınılmazdır, o, benim balonlarım vardı diyerek, gökyüzüne bindi ve yıldızların ötesine gitti. İnsanın kendisini anlayabildiği görülmedi ki, olanları ya da dünyamızı anlayabilelim. 
Bazen kentin ışıkları arasında gece, pencereden ufuklara bakarım, göklere çeviririm gözlerimi, bir yıldız kayar, kuyruklu bir şey parıldar, bu o derim. Yaklaşır gibi olur, acaba dönecek mi... Yoksa bu bir sanrı, 'Şehrin Neonları mı?..'
Bir aşk dünyaya bedeldir. Her şey bittiğinde geriye kalan, yalnızca bir aşk olacaktır biliyorum. Yaşamak için hepimizin ortak paydaları olan kahramanlıkları yapmış olabilmek, ne denli bir gerçeklik ki... Bilen var mı... Hiç bir şey yapamadıysam, yaşayamadıysam, bir aşk geçti başımdan!..
'Meryem ellerini uzatıyor geçmişe. / İsa'nın bakışları geleceğe uzanıyor. / Havva yenmeyecekse, tanrı bu elmayı neden koymuş diyor. /  Biri yineliyor durmaksızın. /  Biri ağlıyor, güneş bize Jüpiter'den daha yakındı diyor. / Biri yalnızca bir yol vardır, /  Söylenmek istenen değil, /  Yapılmak istenen değil, / 
 Olacak olan diyor. / Biri robotun yazdığını, sen mi yazdın diyor. /  Biri nerede dünyayı avlayan güneşin okları / Nerede; ''x-y=a+b+z:3?x^é>m5wn$,~ok€.*^½öl.çözüm%&*é.ü.ürü/8!üü /  Formülleri diyor... / Nerede Şükran'ın diledikleri. /  Nerede net uygarlıkları. / Nerede eylemcil, sömürel yapılar. / Neronsu saçmalıklar. /  Distribütör cumhuriyetleri. /  Magazinel devletler. / Nerede çanaksı meteor çukurlar. /  Kalderalar, kraterler, volkanlar. / Statükolar nerede. /  Somalileşme ruhu. /  Nobran yönetimler. /  Kur cumhuriyetleri. / Nerede mazohistik yapılar. / Şarkikaraağaçlar... / Nerede, 'Son iki dizeyi  sevdim, avcı var ama vuran onun silahı değil, dağlara vuran güneş, naifçe bir ters köşe, en çok şiire yakışırdı zaten diyenler...' / Sonbaharda bir şafak vakti; / 
 'Uzanıyor yol... /  kayalıkların arasından /  gösterişsiz çayırda /  kara boğalar otluyor. /  Çiy damlalarıyla / ıslanırken toprak / ırmak dönemecine doğru / ağaçlı yol yaldızlanıyor. /  Sırtında tüfeğiyle /  sivri kayaların arasından /  yürürken avcı, / mor dağlara vuruyor güneşin ilk ışıkları.' / Nerede Machado. /  Nerede ilkeler, kavimler /  Beyaz camdaki açık oturum. / Civan perçemi, dulavrat otu, kurumlarımız. / Nerede yamaçlar, seviler, çiçekler. /  Nerede Max'ın söylemek istedikleri. /  Acı sular, durgun sular, akarsular. / Nerede?..'
'Çektiğim acıdan değil, meraktan soruyorum.'
Konstantinapolis, benim için böyleydi.
Bitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder