18 Mayıs 2019 Cumartesi

KONUŞMALAR

Yazının koşulları ve konuları var, değinmeler, evrensel ve geleneksel... Aşk, ölüm, zaman, yaşam, acılar, sonsuzluk, eşitsizlik, aşkınlıklar, varoluş, hiçlik ve öze, cenine dönüş özlemi gibi, başlangıca yolculuk, hepsi iç içe... 

Savaş ve barışta bir madalyonun iki yüzü gibi yazının tatlı çığlıkları arasında yer alıyor, Tarkovski, insanın sorunu niçin var olduğunu bilmemesi, algılayamamasıdır diyor. Ona göre her şey olduğu gibi kalabilir, kadın kadındır, erkek erkektir ama ruhani sorunlarımız var, niçin buradayız ve neden yaşıyoruz onu bilemiyoruz diyor. Bir insan dünyaya sığabilir ama iki insan aynı kaba (görüşe, düşünceye) sığamaz. Sığabilseydik sorun olmazdı belki ama her düşüncenin handikapları var, işimiz zor...

Sorular sonsuzdur evet ama yanıtlarımızda sonsuz, bu yüzden ortak bir noktada buluşamıyoruz, buluşsak da  zamanla ayrılıyoruz, bu bizim yazgımız ama bu sorunu nasıl çözebiliriz.

Tanrı şunu diyebilir mi, ilkel çağlarınızda birbirinizi öldürdünüz, yok ettiniz, bakın şimdi öldürmüyorsunuz, büyük bir beyin olup, kafadan bacaklılara dönüştünüz, mutlu musunuz?.. Garip, böyle bir şeyi bugünün insanının isteyebileceğini sanmıyorum, soyumuz tükenmiyorsa, festival sürsün diye düşünebiliriz...

Çözüm yok, çözüm tanrıyla, zamanla, insanla, evrenle olacak gibi gözükmüyor, ölümü kanıksayan ve hiçliği, yok olmayı kutsayan varlıklar olmak koşuluyla yaratılmış olabilir miyiz, gökler panteonunda bir meclis kurulup, ortak bir görüşe varılmış ve başarısız olunduğunda kıyametin kendini göstermesi ve hidrojen bombasının patlatılmasıyla piyese son verilecek biçiminde bir manifestoya parmağını basmış olabilir mi tanrılar!..

Yeryüzüne inelim, denizlere kar yağacak, seçim yinelenecek, ölmüşler yenilenecek, oy verenler yine oy verecek, vermeyenler gene vermeyecek, abisal ovalar yeşerecek, güller gülecek, Khoury bukalemunu çözülecek, sezyum atomu sezdiğinde köylüler delirecek, yılan yıldızları yine geri gelecek  vb... Derinliğine düşünüldüğünde bir hiçlik ve olmuş bitmişliğin sürgit dönen bir filmin makarasını andırır aynalardaki görüntüler!..

''Gelir bir dalgın cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. 
Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. 
Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde 
kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. 
İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. 
Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici 
Dede. Bir korsan gemisi! Girmiş körfeze.''

Yaşamın, tüm olan bitenlerinin bir kaç dizeye sığdığını görebiliyor musunuz, biz ne yapıyoruz, Hamlet'te bir diyalog var; -Ne okuyorsunuz efendim? - Kelimeler, kelimeler, kelimeler... Bazen yaşamına son verenleri, suicide'leri anlıyorum, bir şey değişmese de, bu harala gürele ve mutluluk veren afrodizyaklar, görkemli sofralarda bir ritüele dönüşen yoksulluklar, Jüpiter'den dönen uydunun hepimize verdiği gurur, kutuplarda yeni keşfedilmiş primat, barlarda kendisinden geçebilen cinsiyet, uçurumlarda baş döndüren sonsuzluk!..

Bizi nereye götürüyor, yazmanın anlamı, konuşmanın anlamı ve sonsuzluğun kavramsallığında kendiliğinden bizi ziyaret edebilen susmanın anlamı ne, hiç bir çözüm üretemiyoruz... 

Bir anı, her hafta sonu bir akademisyen, profesör (Erman Tulgar) Şile kayalıklarına gidermiş ve kükreyen denize, yüksek yamaçlardan haykırırmış; 'En büyük benim!..'

Hepimiz için bir klişe, bin yıllardır değişmeyen, acaba orada, bizler Romüs ve Romülüs'ü besleyen kurt köpeği bile değiliz diyen biri çıkacak mı... Olan biten Platoncu modernite, mağara söylemi bizi kurtaramaz, bizler hayvan değiliz, primatta değiliz, yalnızca bir anomali, bir sapmayız diyen... Ne değişecek, hiç bir şey, işte düşüncelerimiz, bu denli kısır, bu denli aciz, bu denli hiçliğin içinde yüzen bir hiçlik... Biz bir şey değiliz, primat bile değiliz, biz var olmak için bir tanrı,  tanrısını uydurmak zorunda kalmış bir hiçliğiz!..

Nereye kadar koşacağız, nereye kadar konuşacağız, nereye kadar ağlayacağız, nereye kadar haykıracağız ve gülen gözlerimizin arkasındaki, kin, şiddet, vahşet, gammazlık ve onulmaz gaddarlık duygularımız nereye kadar sürecek ve biz gerçekte tüm bu oluntuların açmazlığında ne zaman tükenecek ve ne zaman derin bir soluk alıp var olabileceğiz...

Biz Çar, Enola Gay, Küçük Çocuk, Tatlı Hala, Hiroşima, Taymır'daki yarımada, Nasa ve Ayşe tatile çıkabilir demekten ne zaman vazgeçeceğiz... Üç boyutlu nesneler, yazılımlar yakında insanı üretecek, peki değişecek miyiz... Değişimden ne bekliyorsun diyecek kadar demans içindeyiz biz!..

Yarattığımız bir şey yok, bulduğumuz bir şey yok, gördüğümüz bir şey yok, olanlar olmuşların türevi!.. Garip nesneler ve kurduğumuz partiler yinelemeler ve karakomedyanın işlevinden başka bir şey değil!.. Sorularımız sonsuz evet ama yanıtlarımız hep acımasız... Öyleyse kafesinde öten alaycı bir kuş değil de neyiz biz...

Karşılıklı konuşmalarımız denge içinde, bakışlarımız hep dengeli, adımlarımız öyle, beklentilerimiz denge içinde, sınırı geçenler cezalandırılıyor ve topluca cezalandırma alışkanlığımız tanrısal gerekçelerimizi süsleyen yortulara dönüşebiliyor!..

Sanat, hiç bir şey hiç bir işe yaramıyor, sanat sonsuzca anlaşılmaz ve ulaşılmaz boyutlara varmadıkça bir adım ilerleyemeyiz. Biz kimiz diyemeyiz ve biz yalnızca bir yinelemeyiz demekten kurtulamayız,  vazgeçemeyiz!.. Geçmişe gömülerek, ona bağlanarak bir adım ileri gidemeyiz, evet yalnızca ileri gittiğimizde ne olur bilemeyiz ama geri dönerek yokluk ve hiçliğe dönüş özlemine de dur diyebilmeliyiz... Tanrım varsayımı var say!..

İşte içimizden biri, biz buyuz ve anlak içi konuşmalarımız hiç bir şeyi değiştirmediği gibi, olan bitenin hepsi her şeyin vahşice ve umarsızca yinelenmesi...

Tanrı ve insan aynı şey bu durumda, savaş ve barış aynı şey, evren ve dünya aynı, birbirinin değişkesiz bir yansısı, yanılsaması!..

''Tanrım neler oluyor? Biz kaybediyoruz, o kazanıyor. Krallığından kovduğun evladın dünyayı yönetiyor. Her yerde onun izleri var. Dışarıya bak, dünyaya bak. Senin evlerinde sana sığınanlar kör kurşunlarla öldürülüyor. 

Kusuyorum. Manevi kusmuğumun içinde yüzüyorum. Nasıl bu hale geldim. Aynaya bakıyorum, kusuyorum.

Beni bu kadar önemsediğim için üzgünüm. Öyle öğrendim. Bazen farkındaydım, bazen değil. Ruhumu ona satarken farkında değildim. Sana inandığımı sanıyordum. Geceleri sana dualar ediyordum. Sonra sana kızdım. Neden engel olmuyordun ki? Sen değil miydin hepimizi seven. Hepimizi evladın gören. Beni neden sevmiyordun? Ya da neden doyurmuyordun açları, neden susturamıyordun silahları. Ama sonra anladım. Onlar için hiç dua etmiyordum ki ben. Tüm dualarımda ya terfilerim, ya başarılarım, ya sevdiklerim vardı. Hiçbir akşam aç çocukları doyurmanı, evsizleri soğuktan korumanı istemedim ki senden. İstediklerim hep benim içindi. Sana kızmaya ne hakkım vardı ki? 

Evine geliyordum. Ama hep ona hizmet ediyordum. Ruhum onundu. Bir bedenden bir bedene uzanıyor, alkolün uyuşukluğunda çılgınca dans ediyordum. Yanı başımda insanlar açtı, bilmiyordum. Dört bir yandan çaresiz çocukların ağlamaları geliyordu, duymuyordum. Ben daha fazlasını istiyordum. Onun bana sunduklarına ulaşmak istiyordum. Daha çok kazanmalı, daha lüks yaşamalı, daha çok tüketmeli, daha çok sevişmeli, daha akıllı gözükmeli, önemli olmalı ve bedellerini ödemekten çekinmemeliydim. Mutluluk budur sanıyordum. Ben böyleyken, sana kızmaya ne hakkım vardı ki?

Evrende bir nokta kadar bile yer tutamazken her şeyin benim etrafımda döndüğünü sandım. En büyük, en güzel, en zeki bendim. En zengin, en başarılı, en çok alkışlanan olmayı hak ediyordum ama herkes kötü, her şey haksız sanıp kadere ve sana kızıyordum. Oysa her şey bir balondu. Ya da şeytanın elma şekeri?

Dostlarımı aradım. Dostlarım olsun istedim. Dostlar nerede? Dost nerede? Dostluk acı istiyor. Dostluk dayanışma istiyor. Kaç yıldır dostlar yok. Meyhanede içki içtiğim, gezip güldüğüm eğlendiğim insanlara nasıl dost diyebilirim ki? Onlar dost değil. O kadar yalnız ve o kadar koruma altındayız ki, dostumuz bile yok. Savaşta değilim ki beni cepheden çıkartan adamı bileyim. 

Dostlarımı sınayamıyorum ki. Ödün vermediğin, kendinden vermediğin, fedakarlık yapmadığın birini nasıl dost tanımlarsın ki. Benim hiç dostum olmadı dost gibi diye tam kızacakken, gördüm ki ben dost gibi dost olamamışım ki... Vermek için almayı beklerken nasıl dost bulabilirdim ki? Ve nasıl sana kızabilirdim ki, yalnız olduğum için?

Artık sevişemiyorum bile. En şehvetli akşamın sonunda vecde kavuşurken acı çekiyorum. Ya milyonlarcasından biri, bir ben daha yaratırsa. Bir bencil insan daha. Şeytanın insanı. 

Uzaktan kumandam elimde. O kadar kolay zaplıyorum ki. Spiker kıza bakıyorum. Ekranda savaş alanından cesetler var. 30 saniye sonra rengarenk bir fuar görüntüsü. Bu ne hız. Yetişemiyorum. Midem bulanıyor kusuyorum. 

Hamsterler gibi yaşıyorum. Bütün hayatım. Koşturmacalarım, hedeflerim, üzüntülerim, nefretim, aşklarım... Kafesin içinde dönen tekerde aptal aptal koşan hamster gibi. Yarın sabah öldüğümde patronlarım masamı doldurmak için eski özgeçmişleri dolaptan çıkartacaklar. Sevgilim çok ağlayacak. Ama nereye kadar? Hangi acı, hangi ölü unutulmadı ki? Hele ben. Ben kimim ki? Sıradan vatandaş. En fazla bir nesil sonra tamamen unutulmuş olacağım. 

Ben yitirilmiş dünyanın zavallısıyım. Dönüşüm yok. Pisliğin içinde batıyorum. Dibe doğru iniyorum. Yanılsamaların içinde her gün biraz daha dibe? Çıkış kapım çok geride kaldı. 

Eşyalar, odam bulanıklaşıyor. Terliyorum. Sırılsıklam debeleniyorum. Yatağımın üzerinde annemin karnındaymış gibi cenin pozisyonunda yatıyorum. Savunmasızım. Tüm kalkanlarım yerde. Tek istediğim bana dokunman. Beni sevdiğini, beni unutmadığını ve en önemlisi beni affettiğini bilmek istiyorum. Kapını çaldığımda beni cennetine almanı istiyorum. Ben kötü değildim. İnan bana kötü değildim. 

Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Derin, derin nefes alıyorum. Siyah beyaz film karelerinde, başkalarına küfür etmeden lanetler okumadan dolaşıyorum. Korkmuyorum. Yıllardır ilk kez huzurla gülümsüyorum. Çocukluğumdan kopamıyorum. Annem, babam, bakkal İsmail, şekerlerim, patlak topum? Nasıl da gülüyorum. Bu çocuğu ben nasıl harcadım? O, ben olamaz. Çok geç biliyorum ama sana karşı en büyük ve son günahımı işlerken, sevginin, vermenin, paylaşmanın, başkalarının ne demek olduğunu anlıyorum. Son günahımda temizleniyorum. Beni affeder misin? Beni affetmesen de kardeşlerimi affeder misin? İnan bana onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Ve hiçbiri kötü değil. Kurtar onları. Affet onları. Lütfen Tanrım?''

Bir şiirle bitirelim... Ve her şeye sonsuzca ve kanımızın son damlasına kadar karşı çıkalım,  eğlence ve işkence kıyamete kadar, bir kuduz gibi sahillerden, bozkırlara, gökdelenlerden, şatolara kadar sürsün, kanımızın içine ağzımızdan akan salyaların iştihasıyla, kansız bir virüs gibi girsin diye!.. Ve bu uğurda, sonsuz bir erinç içinde, görevini yapmış olmanın bedbinliğiyle, ben farklıyım, ben başkayım, ben söylüyorum, ben biliyorum diyebilmek için ve...

Sırf öyle sansınlar diye!..

''bir bıçak saplı durur göğsünde,
hangi su tasına uzansan boş;
hangi pencereye koşarsan koş
aynı siyah güneş gökyüzünde.

aynı siyah güneş, aynı siyah,
aynı susayış, aynı koşuş, aynı...
of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...''                                     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder