18 Mayıs 2019 Cumartesi

dikkat

ZALİHA
Son ece. Aramızdaki aşk değildi, bir gönül bağı, iç titreten bir dostluk... Denizli şehri, bahçeli evler, pembe boyalı duvarlardan yollara sarkan güller, akasyalar, inciler. Yıllarca gül demetleri yolladıklarım, yedi kardeşler, parsambalar, yıldız çiçekleri, kuş dili, yılan lisanıyla aşka düşmüş sarmaşıklar... Nar çiçekleri, dutlar, yeni dünyalar, ayva çiçek açmış yaz mı gelecek, gönül bu sevdadan vaz mı geçecek... Tanrı çocukluğumuzu elleriyle süslüyor ve sonra benden bu kadar deyip ellerini çekerek, dağlara, bayırlara, şehirlere, devlerin cirit attığı arenalara, haralara, bulvarlara sürüyor...
Bazılarının kader ipliği o denli erken kopuyor ki, gözyaşı dökmeye bile zamanımız olmuyor... Ah ben Kırklareli'ndeydim, öyle mi oldu, yapma, bir onu mu bulmuş bunca olay arasında, bunca dolantıda... Ne diyebiliriz, tanrım sabır versin geride kalanlara... Yolu Almanya'ya düşenler, kahvaltısını yatağında ediyor diye dedikodusu dinmeyen Nazire'ler, gömlek değiştirir gibi candaş değiştiren Nebahat, bütün mahallenin aşkından göz yaşı döktüğü Saniye,  süte su karıştırdığı sanıldığı halde güzelliği karşısında dilimizin tutulduğu Şehrazat Teyze, bile isteye körebe oynadığımız!..
Karşı mahallede hep çırılçıplak oturuyor diye efsanesi yayılan Naciye, gönül evlerinden emekli olduğu şayiası dillerde,  verandada oturuyor işte, ilk okul öğretmenimiz Müzeyyen, dünyanın en iyi insanı, hep çağırdığı söylenir, evi nerede olduğu bilinmeyen, Kaplanlar mahallesinde intihar eden dilsiz kız, İzmir'e kaçtığı söylenen altın saçlı Tezel, faytoncu Süleyman'ın dev cüsseli kızı nasibi kapalı Neriman, basen büyüklüğü Kibele'ye taş çıkartan Çalkebirli -okumuş- Feyziye, bisiklete binen tek mahalleli fırtına kuşu Şeyda, yalnızca bakışarak ömür geçirdiğimiz nazenin Bahriye, (bakılışın güzelliğini somut edim-edinimlere, temasın, ürpertinin, dokuncanın dünyevi anlamlarına taşıyamadığımız, mülki olanın gaddarlık duygusu veren, sanrılar üreten, kırbaç izleriyle hak tanırlığını gözeten varyantlarına sürükleyemediğimiz, dürtüleri ve iç güdüleri genlerde saklı ilkel ritüellerinin patikalarına savrulmadığımız için, hep görsel ve hep ruhsal boyutta kalmanın enginliğiyle yaşadık ve birbirimiz için hep sisler, bulutlar arasındaki  bir düş, vicdanı, izanı düzeni, göksel ve kutsal olana yakışır bir insan yavrucuğu olarak kaldık...), otuz dokuz derece ateşle yatarken bütün vücudumu ovup serinleten cennetlik Hadiye Hanım, Karaman mahallesinde domuz besleyen delidolu Sofiya, yetmişlik Cafer beyefendiyle 'love story' yaşayan, yaş otuz beş şiirinden erdem dolu Pakize, bütün çocukların gülerek kokladığı gonca dudaklı Berrin ve bulutları bile yeşil Denizli'de tenis oynar tek gül fidanı Zaliha...
Çotur Ali'ye bu irsi, bu ceylani bakışlar, bu kaygısız, tasasız hay huy, bu efeler, bıçkınlıklar, zeybekler, bu ilahi bedenler, albeni dolu sürmeler, bu süzmeler neye yarayacak, sonumuz ne olacak dediğimde, sosyal varsıllık veya iktisadi darboğazlar içinde yaşamaklığımız ya da tersinirlikle  para pul içinde yüzüyor olmak veyahut  iletişimin sıfır noktasında bulunmaklığın görkemi ya da ıstırapları, bizi hayatın ırgatları ve  zamanın amelesi olmaktan kurtaramaz demişti, sanılarla, algılarla, oldu bittilerle, banknotlar, cevherler, mücevherlerle yaşamı anlamlı kılmanın olanağı yoktur. Bir aldatı ve avunmaca içinde olduğumuzu kendimize bile söyleyemiyorsak, göksel yargılar peşinde koşmamız ve hesabı Songün'e bırakmamız bizi kurtaramaz, kurtaramayacaktır dedi. Ne kadar sakindi adam. Öyleyse ne yapmamız gerekiyor diyemedim!..
Ama velakin, herkesin hayatı roman şu dünyada, yoldan geçen bir dilenciyi çevirin, hayata küsersiniz, neden benim başımdan geçmez böyle şeyler diye, pilot olduğu söylenen Rahmi, bütün gençleri başına toplardı, yıllarca bitmedi anıları, yıllarca tükenmedi anlattıkları, ta ki şarap sevdasından bir kış günü kuyuya düşüp, üç gün sonra çığlıklarla tanınana dek!..
Zaliha ergenlik çağına ulaştı ulaşacak bir kızdı, elleri var bizim ele benzemez, gözleri var yalnız kelebekleri tanır, ayakları uçucu daha, giysisi bebeklik çağlarından kalma, çelimsiz -cılız bedeni- kem gözlerin, mal sahiplerinin iş buyurup beceremeyince, çekil oradan dediği bir erkek Fatma... Dünyada kendine yer açmanın eşiğinde olduğunu hissederek,  ne yapacağına henüz karar verememiş, çocuk muyum değil miyim, kız mıyım, erkek miyim henüz bilememiş bir yavrucak, gelincik kuşu...
Bizler, yeni yetmeler oyunlar oynardık yaz gecelerinde cambazların süslediği, kışın köpeklerin kuyruk gezdirdiği büyük meydanda, toprak saha derdik oraya, kaleden kaleye şahin uçurur, ağız dalaşları yapar, çimenlere uzanır, gelecekten konuşur, hangi sinemaya gideceğimize karar verirdik ayak üstü...
Oyun bittiğinde, tam dağılacakken, kim yendi kim yenildi kavgaları yaparken, tam evlerin o yarı bildik yollarına düşerken, elinde iki adet raket, bir de uçan paraşüte benzer minik bir kürecik, köşeden bir düş gibi çıkagelirdi Zaliha, oyunların bitmesini bekliyor ve fırsatı kaçırmadan, kimseler dağılmadan taşlı yoldan alana çıkıyor ve eğer yola düşmüşsem el ediyordu... O çocuksu ağzıyla, 'Brueghel' dercesine seslenirdi!.. Bir aksan, emir kipinde çevirisi; 'Buraya gel' tabi!..
Neden başkası değil diye hiç sormadım, yarı çocuk, yarı genç bir kız işte, hevesi kırılmasın, elime raketi tutuşturur, paraşütünü havaya bırakır, yere doğru süzülürken bana doğru atardı, o tenis için değil, tenis meraklıları için düşünülmüş bir nesneydi, adını bir türlü anımsayamadığım...  Mahcup olmak istemezdim Zaliha'ya, büyük bir gayretle yetişir, ona doğru paraşütü çevirir,  bazen servisi kazanan taraf olmanın gülücüğüyle, alay ederdi. Yaklaşık bir çeyrek kadar süren ayrıcalık, tenisin farklı, orijini nostaljik -gurbetsi- bir şey olduğunu hissetmenin verdiği mutluluk ve Zaliha'nın bana olduğu kadar, benimde ona sevecenlik duyduğum zarif bir şölen. 
Aniden bitirirdi oyunu, bir İran minyatüründeki gibi boynu bir yay çizerdi, yalnızca bu haline şaşardım, yeter mi bile demez, diyemezdi, bazen göz ucuyla der gibiydi ama yetmez diyemem ki, belki hoşgörülü biri görüyor olabilirdi karşısındakini, ama aniden bitirişine gene de alınırdım,  bu dostluğu kısa süren bir dersin teneffüsü değil, bitişi gibi algılardım inanın, oysa bir ikindi günü yenilerdi seremoniyi... 
''Neyse ki, o çocuk, ben çocuk memleketimiz, o Denizli Ülkesi'ydi...''
Olsun, bugün anılarımda, Zaliha'nın bir bebek kadar masum yüzü, rekabetimizin zahmetine bile değmeyen oyunu ve onca kişi arasında seçtiği kişinin neden başkaları olmadığının gizemi var... Yalnızca anılar güzeldir yaşamımızda, her şey solup gidiyor, işte şu serzenişler bunun kanıtı olabilir belki de... Olabilir mi...
Abartı yararsız bir şey elbette, ama bakın nerelerden bağ kurulup, nerelere varılıyor o anılarla... Michelangelo Antonioni'nin 'Blow up' Cinayeti Gördüm adlı bir filmi vardır, olağanüstü çekicilikte, güzel bir film, her şeyin bir sanıdan ibaret olabileceğini -bunu sıklıkla söylememiz, hayatın yalan olduğunu söylemekle aynı şey değildir, tanımlar bir virgülle bile korkunç bir anlam değişikliğine uğrarken, her şey bir sanıdır sözünü kadercilikle ya da  yaşam önemsizdir, yaşayın gidin gibi alegorilerle bağdaştıranlar; Bizden Değildir!..-
O filmin son sahnesinde, jipleriyle gelen, palyaço giyimli, çılgınlığın çıldırttığı(!) gençler bir tenis alanına gelir ve maskeyi andıran yüzleriyle iki genç kız (sanırım) tenis oynamaya başlar, havada süzülen kürecik, sonunda yitip gider, alabildiğine tuhaf ve sessizce olup biten bu sahne, filmin ana teması olan, bir cinayetin işlenip işlenmediğinin her tanık ve olaya karışan taraflarca ne kadar soyut algılandığını ve cinayetin olup olmadığı noktasında insanların nasılda ikirciğe düşebileceğini ve yaşamın gerçekte bir illüzyon, soyut bir algılanım olduğunu kanıtlamaya, söylemeye ya da anlatmaya çalışır. Unutulmaz bir filmdir, yaşamımızda iz bırakan...
İşte bu filmi her anımsayışımda, adımlarının ritmini hiç bozmadan, kendinden emin, bir güven içinde bana doğru gelen Zaliha'yı ve tıpkı o sahneye benzeyen eskivlerimizi anımsarım... Sahnelediğimiz oyunu... Zaman geçiyor ve her şey birbirine karışıyor ve bir Zaliha'yı sevdiğim kalıyor geride, bir ortaklığın anılarını paylaştığım için...
Bizler aşkı iki kişilik sanıyoruz, aşkı tutku imparatorluklarının içinde taht kavgaları sanıyoruz, Carmen'in başına gelen, Mecnun'u çöllerde sersem eden şey sanıyoruz. Aşk anılardır, aşk yaşama tutunmaya çalışmaktır, aşk tüm dünyayı sevmek, sonsuza dek özlemle anılacak  bir masal kuşunun, zümrüdankanın umarsızca peşine düşmektir. 
Aşk tek başına bile olsanız, ışığa doğru koşmak, bu yaşamı bağışlayan yaratıcı, yaratan, yaratılan, var eden, süsleyen, doğan, doğuran, emeğini, göz nurunu, çabasını, kanadını, kolunu yaşam dediğimiz şu tansığa sunmaktan çekinmeyen tüm varlıklarla duyulan kutsal bir sevinç, bir bağlılık, dayanılmaz bir minnet ve arzunun karanlık nesnesinde beliren  o, bilinmeyene karşı duyulan gizem, delicesine bir tutkudur. Aşk hayattır.
Zaliha'yı nasıl sevmem ve ona kimin yazdığının önemi olmayan şu şiiri nasıl armağan etmem ve yüreğimle, düşlerimle, şu kutsanmış yaşama bağlayan aşklarımla ona nasıl tapmam, nasıl uğurlamam...
'Ayın sessizce akıp giden dostluğunda /  (Ben anlaşılamamanın Vergilius'i) seni koruyan birlik /  akşam ya da dingin geceden ötede / şimdi zamanın içinde yiten, zamandaki huzursuzluğun /  ilk gözün o sonsuza dek dışarı baksın diye oluştuğu / şu veranda ya da bahçenin tozu alınalı beri. /  Sonsuza dek? Günün birinde birini tanıdım ben / bir çözüm muştulayacak gerçeği söylemeliyim;  /  ''Ayı belki bir daha kıpkırmızı göremeyeceksin. /  Belki senin için belirlenen yürek atımına ulaştı / yazgın. Yeryüzü ölçeğinde açılan her pencerenin /  kesinleşmiş bir yararı yok. Çok geç. Onu bulamayacağız.'' /  Yaşamımız arayış ve unutma üzerine yücelen bir tükeniş / gecenin gönül titreten nazik alışkanlığıdır. /  Alıcı gözlerle bak ona. O belki de senin son bakışındır.'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder