18 Mayıs 2019 Cumartesi

BENELUKS
Güneşin yurdu göklerde nice  bulut vapuru vardır, uygun bir rüzgârda sizi  dilediğiniz yere götürebilir ve işte biz de biraz delilik yapıp, çocukluğumuzun Notre Dame romanına, Hugo'nun, Lautremont'un ülkesine, Van Gogh'un sinir krizine, Erasmus'un cehennemine, Luksemburg kraliçesine ve ağır, eski bir grayder gibi ürkü veren,  feylesoflarla dolu Germen ülkesine gitmek için, uçan pillerimize, ah pardon göğün yelkenlilerine binelim ve yollara düşelim dedik...
Bir yazıya başlamak için gramatürede olsa sofistike bir giriş tümcesi bulmalıdır insan, çünkü başlangıçta söz vardı, başlangıcın sözünü bulduğumuzda gerisi gelecektir.
Yolculuktan pek hoşlanmam ama geziyi severim. Yolculuk bir yere gitmektir, geziyse orayı tanımak, ikisi çok farklı ne yazık ki... Beneluks turu için kanatları takırdayan çelik kuşa  bindiğimizde, pencere kenarına oturmak olanağım yoktu, bir kere oldu, o da kanadın üzeriydi, çok şey göremedim, bu kuşun kanadı rüzgara dayanır mı diye düşünmekten başka!..
Katharine Hepburn'un bir sözü var, ne yaptıysam yaşamımda,  gemimi kendim uçurdum!.. Yorum yok!..
Amsterdam hava alanına inmeden, Hollanda kasabasının sular altında kalmış bir narenciye bataklığı olduğunu anladım. Bize paralel koltuktaki kadınla laflayarak çıkışa geldim, tam dedim ki, artık sohbetle geçip gider bu gezi, ama kadın söyledi son sözü, bana eyvallah janım, turdan bilet almak daha ucuz!..
Dolaştık şehri,  diğer Avrupa şehirlerine ve ülkelerine göre daha sade diyebilirim Hollanda, kanallar ülkesi, gerçekte bu minval söylentilerin hepsi medyatik, medya sizi her konuda yönlendiriyor, Van Gogh efsanesi, Vermeer'in dünyası, delilerin tanrısı Erasmus, Uçan Hollandalı, burası biraz daha eskice duruyor, dokunmamışlar gibi,  diğer Avrupa topraklarına göre... Çünkü dünyanın öbür ucu diyoruz, Çin ortada aslında, kuzey ya da güney dünyanın öbür ucu, örneğin İskandinavya iklimi ve çapraz bağları uyarınca, Çin'den daha uzak homotik coğrafya düzleminde, hiç işgal gördüğünü, Finikelilerin bir kez bile ziyaret ettiğini sanmam, ama Lombardlar, Ravenna önlerine gelince, lobut ve boynuzlu miğferlerin yaşamdan korkmak olduğunu anladılar!.. Akdeniz yani, kışları ılık ve yağışlı demek tüm dünyanın gözünün olduğu topraklar demek aslında ama endüstri devrimi bu hurafeye son verdi!.. Kahve köşelerinde pinekleyen Pierre Loti ve oryantal masalların yerini, Arsen Lüpen ve  Star Wars filmatiği aldı. Petrolde  cadı kazanına çevirdi oraları artık... Edison tanrılardan ateşi sonsuza dek çaldı ve kıtalararası ırk ayrımı sona erdi. Artık sloganımız, kutuplarda aşk başkadır ve yeni evimiz, ayın sahil kesiminde!..
Ertesi gün Belçika'ya geçtik, bir ara Erasmus köprüsünü gördük, uzaklarda Rotterdam yerden yükselmekte zorluk çeken, yarı batık, yarı düşsel bir masal ülkesi gibiydi, Brüksel'in ana meydanı, kim bilir daha ne  meydanlar vardır, Victor Hugo'nun kaldığı ev ve karşısında Marks'ın manifestosunu yazdığı ev ve  borsa binaları, ömür boyu çiş yapan bir çocuk heykelini gördük ve  armağancılardan bir kraliyet rozeti alarak geziyi bitirdik. Brüksel'de başbakan istifa ederse hiç bir yetkisi olmayan kraliçeye sunarmış istifasını, parlamento kraliyet sarayına yakın, parkın içinden geçiyor yol, Belçikalılar o yola 'Ölüm Yolu' derlermiş, herhalde cennet gibi yeşilliğin içinden geçen yolun gerçekte bir ölüm yolundan başka bir şey  olamayacağını düşünmüşler... Eh, insan bu meçhul!..
Genelde şehirleri herkes gibi gezme alışkanlığım yoktur, bu yüzden  şaşkınlıkla bakabilirler, tur otobüsüne doğru koşarken, otelde kalarak, gelip geçene bakarak günümü geçirebilirim, küçük ayrıntılarla da oyalanabilirim,  kahvaltıda çok çay içiyorsam çevre nasıl görüyor bunu,  bir kadına fazlaca bakıyorsam tepkisi ne, hiç yoktan günaydın dememi nasıl karşılıyor insanlar, bunların ve daha bir sürü davranışın gezinin anahtarları olduğunu düşünürüm, tur otobüsünde herkes uyurken başımı çevirerek tarlalara bakarım, tavşan mıydı yoksa o, sonunda bir traktör gördüm, oysa bizim köylerde herkesin bir traktörü yoksa, yaşamıyorsun!..
Gezmek farklı frekanslardaki insanların bir arada yaptığı sörftür. Brüksel'de simit kafe de oturdum örneğin, serbest programda, herkes sağa sola koşturdu, çevreyi izlerken bir çift geldi Türkçe konuşan, nereden bilsinler, Fransızca bu sandalye boş mu gibisinden bir soru sordular, alabilirsiniz deyince; aaa  dediler,  işte gezmek bu!..
Ertesi gün Brugge'daydık, güzel şehir, küçük ve yüzyıllardır dokunulmamış evler, her Avrupa şehrinde olduğu gibi içinden nehir geçen bir şehir, katedraller, Notre Dame'lar, meraklısı için bitmeyen anılar... İki at heykeli gördüm bronzdan, fotoğrafta çektim, fantastik at resimleri yapan bir ressamımızın atlarına benziyor, içimden yıllar önce geldi ve bu atları üretmeyi ilke edindi artık dedim, işte bir esin rüzgârı, eskiden  taklitçilik gözüyle bakardım ama o kadar kesin bakmıyorum artık,   gönlüm ister ki, bizden de esinlensinler günün birinde, çünkü  esin tarlasının rüzgârı hep bizden tarafa esiyor gibi...
Düştük yola, kanola tarlalarından (petrol ve yağ üretimi konusunda çok zengin bir bitkiymiş) ve enerji üreten rüzgâr gülü-yel değirmenlerini geride bırakarak  Paris'e gidiyoruz, ağaç pek yok, güneydedir ormanlar dediler, Paris'in Zeytinburnuvari semtlerinden geçerek Champs Elysees'ye geldik, bir çarpınç içinde, küçümsemeye çalışırken Paris'i, Concorde meydanına giden yol büyüledi beni, bir sürü görsel, Louvre, Napolyon'un mezarı, Notre Dame kilisesi Victor Hugo'nun ve sonra bir Türk'ün evi, küskünce birinin yaşadığı, Paris'in sur içinde kalan daire, sonradan rehberlerin bu tür efsaneleri uydurabileceğini düşündük... Gerçekle, yalan iç içeyse eğer, onun adı mitoloji, bir çağdaş söylence oluyor günümüzde!.. Grup kararıyla Lido Show'a gidilmedi, popüler fetişizm artık insanları cezbetmiyor olabilir, çünkü benden başka Moliere'in 'Müsrif'ini okumuş yok belli!.. Champs Ellysses'de dolaşırken bir 'vale!' önümüze çıktı restorana davet etti, Lido Show nerede dedim, 5 metre ilerdeymiş nereden bileyim, aramıyorum ki, garson ''nitsin Mahmut Makal'ı'' örneği pandomimler yaptı, iki gülüşün prestij kavgası başladı aramızda, sonra yanımdakine 5 metre ilerdeki şeyi bilmiyor -gerçekte göstermiyor- anlamına işaret yaptım, oda 5 metre ilerdeki bir şeyi görmeyen yabancılar klişesine sığındı, görüyorsunuz batı ve doğu sürgit yanlış anlamalarla iç içe, kimsenin ne bir şeyden anlamadığı vaki, ne onların üstün körü bilisizler işlemine başvurduğu gerçek!.. Biz uyduruyoruz bu hurafeleri, belki onlarda bir espri düzeyindedir de biz alınıyoruzdur, bir kere ipin ucunu kaçırmışız!..
Rehberimiz aşırı bilgili ve çok güzel tümceler kuruyor, dedim ki kendisine, bir kitap yazmalısın, bu anlatımların herkeste yok, pek ilgilenmedi ve önce bir ev alacağım, çoluk çocuk filan dedi, yaşam işte, sıradan, yani hepimizin içinden tramvay geçen şarkılar, bazıları için vazgeçilmez oluyor, bilim adamı neden az, trapezci neden yok, Satürn'e bir gecede gitmeyi düşünen insan nerede, bir müzisyen niçin hayranlık uyandırır, işte bu yüzden, yoksa herkes yetenekli inanın, köylerde olağanüstü insanlar gördüm ben, ama yaşamın sergüzeşti içinde incelikleri, sıradanlığın içinde eritmeyi yeğliyorlar, düşünelim ki inat etmiyorlar ya da çalışmayı bir yerde kesiyorlar, bahane ve haklı gerekçelerimiz sonsuz ama kaybımız belki dünyadan büyük, neden?..
Çünkü kaybetmeyi göze alarak, hayallerinin peşinden koşmayı bilseydi insanlık, orta çağda aya gitmiş, bugünse tanrının koltuğuna geçmiş, bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır demişti çoktan!..
Paris'de ressamlar tepesine gidemedim, isterdim ama olmadı, bizim sanatçılarımızın, Picasso'nun, Lautremont'un (severim) uyukladığı kafelere gideyim dedim, Saint Germain'deymiş, ben ''Herifçioğlu Saint Michel'de koyuvermiş sakalı / Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal'ı''  darbımeseli uyarınca, Saint Michel'e gittim, ne bileyim... Neyse ki, Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu romanına esin olmuş kiliseyi gördüm, mutlu oldum tabi ki, sonra şiir çeviririm düşüncesiyle, her yerden aldığım kitapları aramak için Shakespeare kitabevine gittim, önüme o çıktı, aradığım kitap yok, şöyle ki, Çağdaş  Fransız  Şairleri antolojisi var mı ama İngilizcesi  olsun diyorum, her ülke de bu soruyu yineliyorum, Belçika'da bulamadım, Hollanda'da bakamadım, Almanya'da arayamadım, turlar her şeye olanak tanımıyor, bir bayan kitaplar yukarıda dedi, o minval kitaplar, çıktım bizim sahafları andıran Shakespeare kitabevinin üst katına, dehlizlerde bir sürü kitap, yahu o kitabı nasıl bulayım, hayatın ve ölümün baskıları altında...
Metro kapanır mı, oteli sağ salim bulabilir miyim, Sen nehrine elimi sokma onuruna nail olabilir miyim gibi düşüncelerle boğuşuyorum, bizdeki gibi, Hacamat aradığın kitap bu diyen yok ki, sonunda dışarda retro diye konmuş kitaplardan bir kitap beğendim, Arabi yazıyla imzalı üstelik, Fatima Chbibane-Bennaçar'ın kitabı, bizdeki gibi kitap enflasyonu muamelesi gören, ölümlü şairlerimizin ağıtına benziyor, sanki tanrının son kitabı, alırsan Bennaçar ebediyen unutulacak artık, göz önündeki son kitabı belki de bu, günün birinde Bennaçar'dan bir şiir çevirebilirsem, Mephisto'nun dürtülerine kanarak, Fatima'nın ruhu üzerimde dolaşacak ve belki de sevdim seni ey adalı pehlivan diyecek!.. 
Ara sokaklarda  ucuz kitaplar buldum, insanın önüne atıyorlar kitabı, vallahi bizde böyle yapsan kavga çıkar, hani 'monşer' masalları, hani kitap hastaları, biz daha  iyiyiz diyecek kadar sarhoş da  değilim elbet, ama size şunu söyleyeyim ki, 'Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, / Öyle tükettin demektir bütün yer yüzünde de...'
Sen nehrine indik sonra, çiçekli ağaçlar, Paris baharı, ama insanlar sere serpe diyemem, bizdeki parklardan farkı yok, eh bizde olsa bu kadar vurdumduymaz olamazlar denir mi, orada insanların dört çarpı dört karışık hareketlerini göremedim inanın, (taklit eden her daim abartır, içgüdüsel zorunluk bu inanın, arabamız yok ama uçar gibi gidiyoruz biz!) belki fantastik bir kaç ayrım vardır, Amsterdam'da canlı seks performansı sergileniyor diyenler gibi, bizde bu sektör zaten o kadar canlı değil ne yazık ki, muhafazakarlığımızın nedeni, yatırım eksikliği, altyapı yoksunluğu vb. geliyor bana, görmedikçe insanlarımızı suçlamak kolay, yerli arabaya rantabl değil diyen holding patronunuz varsa eğer, tren üç saatte gidecek, üç günde gitmeyeceksiniz artık şehre derseniz,  kalan iki günde ne yaparız sonra biz diyen köylülerin olması çok normal inanın!.. Bizim külliyen düşüncelerimiz geri, gerçekte ne kafadan bacaklıyız, ne de gözlerimizin feri kaçmış sizin anlayacağınız, ya birileri bizi avutmuş ya da düşlerimize tırpan vurulmuş.  Kusuru da boş yere  köylüde, mezrada aramayın, kusur hepimizin düşünce yapısında... Hepimizin!..
Eğer biz, boğazı baştan sona erguvanlarla donatıp, yalıları ışıklandırsaydık, Konstantinapolis surlarını utanmayıp, Sur içi İstanbul'u diye uzaydan görünecek biçimde düzenleyerek, bir görkem yaratarak, sağlı sollu heykeller, göz alıcı Süleymaniyeler ve mazgallarla donatsaydık ve Marmara'yı gözetleyen kuleleri sağ bıraksaydık, Paris'in köylüleri bir sengine yekpare, Acem mülkü feda olan Şehriyar'ı görmek için bugün bile Haçlı Seferi düzenlerdi inanın!...
Paris'te Sen nehrine elimi soktum, çünkü bir köpeği sevmiştim, tüye ve toza  karşı alerjim vardır (Denizli'nin kızı, tozu, horozu meşhurdur günlerinden kalmış olmasın), belki su daha kirlidir ama psikolojik olarak yıkadım saydım elimi, çünkü ola ki bir şey yemek isteseydim elimle tutamazdım!.. Sen nehrine elimi sokmak düşüncem zaten vardı, belki Voltaire'in Zadig'i bunun gerekçesi olmuştur!.. Napolyon'un görkemli mezarı, Lüksemburg Bahçeleri, Louvre (Hermitage'dan sonra dünyanın ikinci büyük müzesiymiş), Concorde meydanı, (Antoinette orada ruhunu teslim etmiş) ve dersini çok  iyi bellemiş Eiffel'den sonra Paris'i bitirdik ne yazık ki, sevdim Paris'i bugün gitsem yaşayabilirim, Roma'yı severdim ama Roma daha tenhaydı sanırım, kalabalığı izlemeyi severim...
Anlatılacak çok şey var, gün gelir ortaya çıkar, metroda bileti yanlış kullandığım için geçersiz olmuş, bu neden geçmiyor diyecek oldum güzel bir kıza, oda sürdü bileti geçiş çemberine olmayınca, aniden kartını bastı örneğin, hani batı soğukkanlıydı, kıza teşekkür bile edemeden, çekip gitti!..
Eneide, 'Hamlet, Othello ve Macbeth' üçlüsü, Bach, içinde Kowalski diye birinin olduğu bilinmeyen şairler kitabı, aldığım diğer kitaplardı. Yalnız Kowalski'nin yanında (bizim Cihangirli Thomas Seguin gibi zamanın tozuna bırakılmış gibiler artık) Bosquet ve Renard'da var kitabın üstünde (bu Renard, 'Yaylı bir tütün tanesidir pire' diyen Renard değil ama), Poe yazıyor (é'deki şimşek  çiziği puntonun büyüklüğünden  dışarda kalmış, kapakta gözükmüyor, ince eleyip sık dokuyan çıkar belki!), meğer kitabın altında 'sie' diye ek varmış, aceleden (üç kişiyiz, biraz çabuk ol sesleri tüm evrende!) Edgar Allan Poe'nun kitabı sanısıyla almıştım, oysa tanımadığım bir kaç şairin kitabıymış, şimdi şehir efsanelerine göre, ben batıda yolunu şaşırmış biriyim değil mi,  frambuaz diyecekken, rogue noir (ruje nuar!) deyip varyeteye  girdim öyle mi, hayır, Poe sanarak yanlışlıkla aldığım kitaptan mutlu oldum ben, geri götürseydim, satıcı Poé / sie'nin Poe'nun adını içerdiğini bende yeni fark ettim diyecekti belki de!.. Orada amacım Paris'ten bir kaç kitap almış olmaktı... O kitap, sınır içi şairlerden bir antoloji çıktı üstelik, aradığım kitabın vulger versiyonu sayılırdı artık!..
Son görüngü şu, üç gün kaldık Paris'te, üç gününde  sabahında, tür kan, tür kan! diye yankıyan bir kuşla uyandım, gizemli, hafif neşeli ve hayranlık verici bir ses, çok duruydu ötüşü, ıslık gibi ve kuşluk vakti ondan başka hiç bir ses duyulmuyordu, doğal barınağı yok sayılırdı şehirde ama o yaşamdan umudunu kesme der gibiydi, o kadar güzeldi ki ses, hayran kalmıştım, bir gün ağaçta sığırcıktan irice, onun gibi benekli bir kuş gördüm, ses de vardı ama bütün güzel ötüşlü kuşlar rengarenkti doğada, olamaz dedim, yeşeren yaprakların arasında seçemedim, sanki dünyalarımız ayrıymış gibi, yitip gitti... Sorsalardı Paris gerilerde kalırken neye üzüldün, o kuştan ayrıldığıma derdim.
Lüksemburg'a geldik sonra, Petrus vadisini, Remich ve Schengen kasabasını gördük, vize anlaşmasının imzalandığı yer, bir heykel vardı, bir de Berlin Duvarı'ndan devasa bir parça, duvardan bir parça koparmaya çalıştım, Türklüğümüzü kanıtlayacaktık kesinlikle, işte bu kez haklısınız ama koparamadım, küçücük bir şey düştü yere, onu eve getirdim, o kadar küçük ki, onu gören bu mu büyük olaylara neden olan duvar diyerek, her şeyin  Bremen Mızıkacıları masalı olduğunu ileri sürebilir artık.
Köln'ü de gördük, küçük Alman kasabalarını uzaklardan geçerek, Alman kentleri, hantal ama  zamana dayanıklı, merdaneli makineler gibi, ürkütücü ve gotik, kararmış ama demir yığını gibi yükselen Köln katedrali bu duyguyu yansıtıyor, Köln, koloni sözcüğünden gelirmiş, kologna kenti aynı zamanda biliyorsunuz, orada bir Nevşehirli'yle karşılaştık (Harput'ta bir Amerikalı!), aşkla yardımcı oldu bize, abra kadabra demeden balık oil manzaralı bir markete ulaştık!..
İsaac Asimov insan en iyi seyahati aklıyla yapar demiş, yani düşlerdeki yolculuk, gerçekleri geride bırakabilir mi demek istedi bilemem... Aslolan bir gezinin içimizde sürüp gitmesidir!..
Gurur urdur, alçakgönüllülük sülük, biri içten, diğeri dıştan sömürür. Bir doğru ya da uzunluk sonsuz değildir, ışık doğrusaldır ama eni sonu bir gök cismi ya da bir materyale çarparak kırılır, yön değiştirir ve sonsuzluk da  sona erer, ışığın sonsuz akışı bir biçimde sonlanmış olur, artık ya geri döner ya da bir eğri çizer, yolunu sürdürür. Bu sonsuzluğun da sonlu olduğunu gösterir. Sonsuz bir sonluluktan söz edebiliriz biz kısacası, dolayısıyla sonlu bir sonsuzluğun da içinde yaşadığımızı ileri sürebiliriz. Öyleyse son ve sonsuzluk, iki paralel doğru gibi, öngörülebilir veya öngörülemez bir noktada birleşir.  


Evren bir gezi yeridir,  geleceğimizse geçmişimizdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder