18 Mayıs 2019 Cumartesi

diikat

KÜLTÜR
(II)

Hindistan dünyanın kendisinden daha büyüktür derler, ama o bile İngiliz kolonyalizminin etkisinde kalmıştır. Az gelişmiş ülkeler saltıklıkla kültür alıcısıdır ne yazık ki...  Kültür alınıp verilen bir karşılıklılık değeri taşımadıkça, emperyal işlevi olan bir silah olup, sömürgeciliktir. Öyleyse sanat masum olamaz ve değildir, gericiliğe hizmet edebildiği gibi, ele geçirme, kuşatma, hatta yok etme işlevi de görebilir. Düz eseme, sanat özü dolayımın da gerici değildir yargısında bulunur, ne büyük bir yanılgı, Kavafis, sanat, her zaman yalan söylemez mi der. 

Sanat estetiktir, güzelliktir, baş döndürücüdür ama herkes ve her şey gibi yeri gelince oda bir günahkârdır, oda çarmıha gerilmiş bir İsa'dır, oda general Paulus'tur ve Mecdelli Meryem'den el almış bir Madonna'dır. Çağımızda her şey masumdur, her şey günahkârdır, her şey tanrısaldır. Sanat yer seviyesinden, gökyüzüne yükselebildikçe, gökyüzünden yer seviyesine inebildikçe kutsaldır, sevilesidir, saygı duyulasıdır. Skolastik bir sanat, değişkesiz, yeryüzüne ya da gökyüzüne sabitlenmiş, raptedilmiş bir durağanlık, duruk ve inaksı söylem sanat değildir, salt günah ve sömürüye açık bir tuzaklıktır o artık. Sanat, tanrıyı gökyüzünden yeryüzüne indirebilirse sanattır, insanı yeryüzünden gökyüzüne, tanrı katına çıkarabilirse sanattır. Sanat bir dolayımdır, göz alan bir labirenttir ve sonsuzca bir umut taşır. Bu yüzden sürekli çelişebilir, arayış içindedir ve dramatik bir öze sahiptir.

Az gelişmiş, gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerin sanatı temelde kısır bir döngüdür, onlar kafesinden salınan kuş gibi özgürlüğün anlamını bilmezler, uçarlar ve bir süre sonra yine kafesine gelip tüneyerek, alışılmış ve bitmeyen kölecilliklerini sürdürürler. Bu neden böyledir, çünkü kültür hegemonyası öyle güçlü bir silahtır ki, köle köle olduğuna inanmaz hale gelir, kendisini tanımlayamaz, sürgit efendilerinin tanımına sığınır, batı, emperyal kültürün bekçileri, doğuyu egzotik diye tanımlar, yanlışlıkla ya da yeni bir bakış açısının gerekirciliğiyle bu tanımdan vazgeçseler, doğulu artık bu tanımda ısrar eder, kölesinin zincirlerini çözseler bile, köle artık o kadar değişmeyen bir alışkanlığın illüzyonu içinde sürüklenir ki, zincirlerinin çözüldüğüne inanmaz, inanamaz ve hatta kendi zincirlerini efendisinin yaptığı gibi, Kant'ik bir  alışkanlıkla, belirlenen saatte çözüp, bağlar halede  gelebilir. Korku ve baskı, görünür ya da görünmez umur onu öyle bir duruma getirir ki beyinsel yapısı oto sansürle dolar, düşünce üretmeye korkar, ileri gitme sözü bir aforizma gibi dolaşımdadır artık.  

Beyine atılan format, sanalite ve illüzyon, manipülasyon, kapital ve 'kapitülasyon', anlaksal kuşatılmışlık, birbirini denetleyen kitleleri  dönüştürür ve yaratır, herkes birbirinden çekinir hale gelir ve toplum herhangi bir özel baskı ya da önlem olmaksızın, alınmaksızın kendini hiçler, kıpırdamaz ve efendisinin ya da egemen olanın ben'e yönelik  hiç bir tutumu söz konusu olmadan, doğallıkla kendisini bir sınır içinde  tutar ve kobaylaşma eğilimi gösterir. Kafes Sendromu'na (uçup geri dönme) dönüşür yaşamı...  Bu durumda, yaşam fonksiyonlarını,  temel işlevlerini kendiliğinden, bir otomat gibi yapar hale gelir. Toplum bu noktada Murtaza'laşır (Bekçi Murtaza) ve birbirini denetleyen, hatta birbirinin düşmanı olan, deyim yerindeyse gammazlayıp, ele veren bireyler haline gelir ve meşhur böl yönet sözüyle anlatılmak istenende kısaca budur. Bu nedenle uyanış zor ve yüzyıllara yayılan bir nesnelliktir. Rehavet -uyuşukluk- gerçekte  insanın c(k)anında vardır, kötülük, nefret ve miskinlik erişilir bir şeydir, kolaylığı, onun ulaşılırlığı, her şeyden basit bir şey gibi gelebilir, hareket; doğrusal devinim, yazgıya başkaldırma, üretim ve lineer verimlilik, olağanüstü zor bir insanlık edimidir. Bu yüzden esaret, kölelik, diğer bir deyimle tutsaklık biçim değiştirerek sürer gider, kaçınılmazlıkla  tarih böyle evrilir ve ne yazık ki zaman böyle devinerek ilerler. 

Bir doğulu diyor ki (Adanalı) bir Fransız'a, Adana gibi egzotik bir şehir için nasıl böyle bir mekan duygusu yaratabildiniz, Fransız yanıtlıyor, Adana'nın benim için egzotik bir kent olduğunu söyleyemem, burada doğulu yazgısına boyun eğerlikle, özünde içkin, biçimdeyse dışkın  bir yaklaşımda bulunuyor, kendi toprağını açıkça 'Egzotik' (bu sözcük üzülerek belirtmek gerekir ki, galat-ı meşhur olmak sıfatıyla, oryantal, mistik, tadılmamış zevkler veren bir küçümsemeye dönüşmüştür)  ilan ediyor ve kültür şokunun kaçınılmazlığının her iki taraf için olabileceğini kabul edemiyor, aşağılanmışlığın kaderci yaklaşımıyla peşinen, kendisinin doğunun çıfıt çarşılarında, yersiz yurtsuzların, aksak ve çolakların, şapkadan tavşan ya da sırtlan çıkaranların ülkesinde yaşadığını kabul ediyor, egemen kültürün dominant göstergesi karşı tarafsa,  bu açık sözlülükten utanıyor ve hayır demek zorunda kalıyor, Adana'nın benim için egzotik olduğunu söyleyemem diyor, işte doğu budur, o efendisinden önce davranarak, bir kurban olarak kendini sunar ve karşı tarafın beğenisine bırakır kendini, ne acı!.. Kuş kafesinden uçmak istemiyor ve güdülmekte ısrar ediyor. Geçmişin kralları, Euripides tragedyaları bile inanıyorum ki işte bu acı veren, komitrajik  yaklaşımlardan, güdülme alışkanlıklarından, antidemokratik monarşik yapıların bağışıklıklarından yükselen bir insanlık manzarasından çıkıyordur.

Bakın Octavio Paz ne demiş, 'Yazarlar batı toplumlarının dilencileridir'. Bu sözü bütünüyle anlayacak bir ademoğlu çıkacağını sanmayabiliriz, korkunç derecede dürüst, tanrısal ve ama yeryüzünün bataklıklarına dalan ve dünyanın en kötü kokularını yayan bir aforizma bu, ayrıca sanatın bir manipülasyon ya da ticari bir metaya, endüstriyel bir sentetik üretime, işlenmiş bir margarine dönüşebileceğinden tutunda, efendisine temenna çakıp, dizbağı nişanını sallayan müritler olabileceğini ima eden görkemli bir aforizma bu... Nasıl Adorno, Auswitch'den sonra sanat yapılamaz, dediyse, Paz'ın bu sözünden sonrada  sanat kirlenmiştir, yaşam gibi vefasız bir fahişedir o, dizginleri ele avuca gelmez bir yosmadır ve artık bildiği, dilediği yöne doğru at koşturabilecektir. Paz  büyük bir estet ve felsefecidir. Elbette gözünden kaçamazdı bu yaklaşım...

Borges; Cervantes, Flaubert, Schopenhauer, Melville, Whitman, Stevenson veya Spinoza'dan bir kitap okumak, gezi veya aşık olmak gibi güçlü bir deneyimdir demiş. Bu sözü bilememde, sözün yansısı, yankısı insanoğlu için çok ilginçtir, insan doğası çevreninde kaçınılmazlıkla tutucu bir yaratıktır, bu sözle karşılaşan okur, şunu belleyecektir artık, Borges'in sözünü edip, saydıkları  iyi yazardır ve kesenkes okunmalıdır, oysa inanınız ki  sevdiği yazarlardır evet ama yaşamda bu tür sözlerin çoğu, aforistik birer  klişedir. 
Borges daha böyle yüzlerce yazar sayabilir, okuyamadığı, saatlerinin yetmediği daha binlerce düş uçuran yazarın var olduğunu bilir, suni denge bir işe yaramaz bu kişisellikte ve bunun kederiyle yaşar, okuduklarıyla umarsızca avunur. Gerçek bir yazar seçmemelidir,  tüm yazarlar iyidir belki de, ama Borges'in bir şiirinde söz ettiği gibi, ayrı ayrı ülkelere bölünmüş gezegen (her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların, kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni geleneklerin, hakların, haksızlıkların, kendi efsanelerinin, tunçtan atalarının, yıldönümlerinin, halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan.) ve biz mutlak bir perdenin, maskenin, örtünün, kara bir gerginin ardından konuşuyoruzdur hep. Bu insanoğlunun yazgısıdır. Sanat bu nedenle yücedir deriz ama ne yazık ki bir o kadar da aşağılıktır, zor bunu kabul etmek biliyorum, ama anne sütü acıdır ve ne yazık ki biz ona hem taparız, hem de teper, tepinir ve yuvadan uçar uçmaz karşı çıkarak, ilkinsil biçimde yadsırız!..

 Sanat, sıkıntı yaratmaktır. Göklere yükselen can sıkıntısı, Maldoror'un Şarkıları'dır o, 'Yazmasaydım Çıldıracaktım' demenin cüzüdür, çözümsüzlük üretip kendimize dönmemiz, kuyularımıza bakarak, iç sıkıntılarımız, açmaz ve çıkmazlarımız adına, dur duraksız sorular üretmek içindir sanat... Çehov, bir oyunda, duvarda asılı silah varsa kesinlikle  patlamalıdır der, bu ciddi bir yanlıştır, patlama ruhların doyumudur, aşkınlık verebilir, bu bir yinelemedir belki de ama yinelenmelidir, sanat aynılığın yinelenmesi de olabilir, çünkü bıkmadan, usanmadan hiç bir çözüm üretemiyoruz demektir o... 

Sanat dehşet uyandırmak amaçlı değildir, sanat niçin dehşet uyandırıyoruz sorusudur, yanıtların soru olduğunu, soruların yanıtsız kalabileceğini anlamak, düşünceyi kutsallaştırarak, bayağılaşmasının önünü açmak ve  yeryüzüne inmesini sağlamak, onun hazzıyla yanıp tutuşarak, homohome çağının insanlarını, kendilerini yok edecek Frankenstein'larının niçin kendileri olduğunu, olabileceğini sorgulamak ve gerçekte utanmasızca  bekler gibi yaptığımız tanrının ve o bir türlü gelemeyecek olan tanrının indinde, yüzsüzlükle, arsızlıkla  Godot'laşmaktır sanat. 

Hiç bir zaman çözüm üretmez o, üretmemelidir, evet kaos yaratabilir ama yükümlülüğü gerçekte oda değildir, sanat deyim yerindeyse huylandırmaktır, beis, yeis ve mutsuzluğa koşmaktır, kuşkudur, ürperten bir sevinç, doyum vermeyen kederdir. Kaos nedir, mutluluk ne, çözüm ne, yaşam ne ve ne; ne gibi açınlar üretmektir sanatın görevi ve sanat bunu bir türlü gerçekleştiremez de, insanoğlu bunu bilir ve  sanat bu noktada görevini de yerine getirir, kendi ruhuna yenik düşmüştür çünkü... 

Çünkü sanat dediğimiz gibi olabilseydi bir ölçüde çözüme yaklaşabilirdik, oysa geçmişte ve günümüzde sanat, komplike olsun olmasın, manipüle ve yönteçle savrulan, manivela ile Siraküza'ya yönlendirilmiş, derin bir düş kırıklığı,  suni ve sui niyetle üretilmiş, coşkulu bir doyum aracı olmuştur. Barışçıldır örneğin ama savaşların sürüp gitmesinin  önüne geçememiştir insanlık, aşktan yanadır  ama her aşk Karmenvari bir sona doğru yaklaşan bir deliriumun göstergesi olmuştur hep, oysa özünde zaten bir tür, iç savaştı aşk, insan bu çelişkileri aşamamış, yok edememiş, sanatla teselli olma yolunu seçmiştir. Sanat kurulu düzenin, statükonun oyuncağı, karabasanı ve bir  carabusu olarak kitlelerin masallara olan gereksinimini gidermiş, bir yelpaze olmuş, düşlerle avunmasına yol açmış ve saltık mutlandan uzak, onların yaşamını ateşe atmaktan  hiç bir zamanda  çekinmemiştir.   

Sanatın ön ayak olduğu hümanî, 'İnsanca' ne varsa günümüze değin aksi oluşmuş, tersinirlik dur duraksız utkusunu haykırmış ve zamanın gerileyerek ilerlemesine yol açan, bir kitle imha aracı - ilacı olmuştur, bunu anlamak oldukça  güçtür, devrimler hemen ardından bir geri dönüşü yaşamışlardır sürgit, düşlerle, ütopyalarla yola çıkanların yolu giyotine çıkmış, sağduyu ağır bastı denilerek, statükonun ve sömürünün yakınmacılarının, ağzına bir tutam bal çalarak kervan yürümüştür. Sanat her zaman yalan söylemiş, düşlerin bir bir tükenmesini izlemekle yetinmiş, göz yaşları ve acılardan yeni sanatın (Novart)  biçemleri ortaya çıkarak, tekdüzelik kös çalarak, acılar acıyla tedavi edilmiştir. 

Benaresli keşiş, aynı sözü yinelemiş ve aya uluyarak haykırmalar yerini bir türlü sonsuz shangry'e -cennete- terk etmemiş ve yazık ki sanat  hiç bir işe yaramamıştır. Öyleyse sanata bakış açısı kökten değişmelidir, sanat anlayışımız değişmelidir, belki sonsuz umutsuzluk veya savaşa ilişkin, kızışkın bir övgü, satirik bir vodvil, göksel barışı aşağılayıcı bir taşlamaya dönüşmelidir sanat ya da hiç bilemediğimiz, bugün bile düşünemediğimiz şeye ya da tanımsız, ardışıksız, anlaşılmaz bir hiçliğe dönüşmelidir. Çünkü insanlık ileriye değil, geriye, kötürümlüğe  gidiyordur, hormonlaşan - silikonlaşan bir uygarlık, metalaşan, metal yorgunu, çamura belenmiş bir insan ve titanlaşan bir dünya, etten kemikten olmayan bir tanrının özlemi bu olabilir mi, bilemeyiz ama görüngüde insanın acılarının ve umutsuzluğunun artarak katlanacağına olan inancımız ruhumuzu kemirip duruyordur. Sanatın payı nedir bu alaca, loş ve hoş karanlıkta, bu sonsuz sahanlıkta umut hangi yöndedir bir bilen var mı...

 Alış değildir salt o, bir alış veriştir dedik. Onun için Frengistan'a gidip oranın şiirini, resmini bu toprağa monte eden, taklitçi kuşluğa soyunan, yerleştirmeye kalkışan her kişi, ruhsuz bir şimendiferdir,  uzaktan kumanda bir vatman, sanatla hiç bir zaman uzaktan yakından ilgisi olmayan bir humandır ve bu tavır ve devinimlerin, sanatın özüyle, sözüyle en ufak bir ilgisi yoktur. Bakın sanat öndelikle kişiseldir, öznesine sıkı sıkıya bağlıdır, bağlı olmalıdır ve uzama, toprağına da sıkı sıkıya bağlıdır o, bağlı olmalıdır, amacı da budur, siz kübizmi taklit ediyorsanız bu kopyacılıktır, bir yerde kübizm ortaya çıkmışsa gidip bunu almanın sanatla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Sanat trampadır, değişimdir, bende bunlar var, sende neler  var demenin aksiyonudur, eğer ikimizde aynı şeyi arayıp, sunabilecek olsaydık sanata ne gerek kalırdı ki...

Sanat sendekiyle bendekini değişmektir, bu yollu yakınlaşmak, anlamak, sezmek, kavramak, bütünleşmektir, tüm bir kübizmi taklit eden dünya kurak, çorak, kısır, verimsiz  bir çöldür, sanatın amacı bu olabilir mi, sanat bendeki ilkelliği, primitifliği, senin modernizminle değiş tokuş ederek yeni dünyalar yaratmaktır, sendekini üretecek olursam, olsaydım, bu güdümlü, alçakça ve gayriinsani bir amaçlanım,  aldatıcı bir işbirliği olurdu, sanat özgürce kendini arayan şeydir, göstermez, zorlamaz, kandırmaz ama sunar, açık toplum yaratmanın özlemiyle  işaret eder, üretir ve birbirimizi tanımaya, gelişmeye bu yolla aşkınlaşmanın ereğini taşıyarak, kendini kutsar. Efendinin ve kırbaçlı Bombay valisinin sanatı, gözyaşı ve Ganj'ın sularında yüzen cesetler yaratmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Batı sanatını en ufak bir biçimde, güdümlü, yönlendirilmiş biçimde taklit eden kişinin sanatla hiç bir ilgisi yoktur, o aslında bilinçsizce bir varsayıma, sanaliteye veya özendirilmiş gerçeğe hizmet eden bir kobaydır ne yazık ki, bilinçli bir gönüllü olması  sonucu değiştirmiyordur. Sanatın bulunduğu yer ortadadır, böyle bir sanat sürüp gidiyorsa, sanat kendini sorgulamalı, kendini yeniden ele almalı, bir roket gibi özüne değiştirici bakışı fırlatabilmelidir. Asıl ilginç olanıysa, gelenekler, kültürler, bilgi ve birikimler bir dönüşümdür gerçekte, öyle ki dini bir soyutlamanın içinde mezar, bir toplumda anıtsal bir işlev görürken, aynı anlayışın başka bir toplumunda anıtlaşma; putlaşma ve ölüyü tanrılaştırma, ona tapma gibi algılanır olup, aynı metaforlar ve düşünce piramitleri ayrıklaşıp, biçimsel değişikliğe uğrayabilmektedir. 

Bu bilim ve sanatta, her konuda böyle olabilir, düz sandığımız dünyanın küre olduğunu kabulleniyoruz bugün, ama bu inanca bir gün  değişecektir, mikro evrenlere ya da makro kozmolojiye geçebildiğimizde küre kavramı masallaşacaktır, (uzaktan her şey yuvarlak, küremsidir,  makro kozmolojideyse nokta yuvarlak değildir, belirlenim bir lekedir ve  bir lekeciğizdir biz.) bilim bilinir ki  kesinlemelerle  değil tam aksine yanılsamalarla yol alan bir yöntemsemedir, eğer bundan sonra dünyanın küre olduğu kavramı değişemiyorsa, bilin ki, dogmatik ve vandal bir uygarlık dizesinin içinde çırpınan primatlar olarak yaşamımızı sürdürüyoruzdur. 'Kristal  Gece' her zaman kapılarını çalabilir insanlığın... Bilmenin değil, bilinmesi istenenin varlıkları olarak, görünmeyen prangalarımız ve zincirlerimizle dolaşmadığımızı kim söyleyebilir. 

Bir kültürün yaygınlaşmasının, saygınlığı olabilmesi için, üretimin bağımsız, kendiliğindenci ve birikimin özgürce soluk alıp vermesinden kaynaklanmış, temel almış olması gerekir. Sanat manipülasyon ve birini diğerine benzetme amacı güdüyorsa, bir savaşın nedeni ve sonuçları kadar suça ve günaha bulanmış demektir, bu nedenle sanat kutsal değildir. Sanatın işleyişi, amacı, sonlanımı ve doğurduğu sonuçlar nedir;  sanat işte odur, sonuçlar bugün ve çağın göstergelerinde hiçte iç açıcı değildir. Sanat karşılıklı etkileşim olmayıp, tek yanlı bir mızıkanın iç gıcıklayan sesi olduğu sürece hiç bir şeydir. Gökten inen ayet gibidir belki, tanrısaldır belki ama iyilik uğruna yapılan ve gökten inen her şeyin bir aldatmacaya dönüştüğünü, bizzat kendi deneyimleriyle görüp öğrenmiştir insanoğlu. Batı bunu çok iyi bilir, batı taklit etmez, üretir, Leartesoğlu gibi kurnazdır, us yorucudur, sanatın duayenidir onlar günümüzde, ama buda geçicidir, düne kadar Avrupa veba ile boğuşuyor ve cadı bayramları yapıyordu, rönesans'la güç el değiştirdi, batı yüz yıllardır dünyanın efendisi belki ama kendi bağrından çıkan Amerika artık ona yön veriyor, yarın Amerika'ya başkaları yön verecek, bu iyidir, kötüdür değil sorun, sorun insanlığın kanayan yaralarını dindirmektir, ilahi gövdesinin gereksinimlerine çare olmadır ve sonsuzluğun efendisi olmaya layık insanoğlunu öncelikle kendisinin efendisi kılabilmektir. Batıda hiç bir akım taklit edilmez, akım çıktığı yerin özellikleriyle gelişerek, aşkınlaşır, o akımdan başka akımların doğmasına analık edebilir, görgü, bilgiyi, bilgi yeniyi doğurur, doğurabilecektir de, ama bizde akımlar taklit edilir ve değişkesiz, derisini bile yenilemekten aciz, öylece kalırlar, donuk biçimde yaşayan bir varlığa dönüşürler, gelişmişlerle gelişmemişler arasındaki ayırt edici özellik işte budur. 

Taklit ve kuyrukçuluk bir değer olabilseydi, Alman ressamın Haymana'yı, harmanları, başakları ve söğüt ağaçlarını resmetmesi gerekirdi, ama bizim ressamımız 'Ole' çekerek alkış alabilen biri, batının refahını çamurda kadınları soyup, güreştirerek sanatı festivale çeviren bir anlayış sanatçı olamaz, o hiç bir şey üretmeyen, skolastik bir gözlemci, sırf aktarmacı, Shakespeare'in çadır kumpanyasını ülkesine taşıyan bir organizatördür ve geri kalmış ülke bu kişileri sanatçı zannedebiliyordur, çok normal, öyle olmasaydı, geri kalmayacaktı çünkü, bu sanatta guguk kuşçuluğu yapmak, başkasının yuvasına yumurtasını koymaya kalkışmak gibi bir şey, belki oda değil, içi yumurtayla dolu yuvayı çalıp getirerek sergilemek bu, vandallık, barbarlık ve az gelişmişliğin sonradan görme aç gözlülüğü belki de, maymun iştahlılık belki, neyle beslenmesi gerektiğini bilememe, karınca yiyeni ana yurdundan koparıp sazlıkta büyütmeye kalkışmak neyse, size ait olmayan kafes kapitalizminin varyasyonlarını hayata geçirmeye kalkışmakta aynı şey, sömürel figürün ayakları, aksamları, parçalarıdır bu tutumsallık ve  bir kobaylar birliğinin uygun adımlarıdır ne yazık ki... Kopyacılık, kuyrukçuluk nerede değer oluşturabilir ki, kolaycı bir goygoyculuk, yarış atının ağzına şeker sürme, tasmalı bir canlının, belki bir filin, hipopotam ya da bir karakaçanın kuyruğuyla resim yapmaya kalkışmak gibi bir şey bu, bu aya ulumadır belki ama bir soluma değildir, aya ulumanın hiç bir yararı yok, ama soluma, değişme, yaşama bağlanma, yeniden bakış üretmeye  doğru giden bir eşiktir her zaman. 

Metropolitan'da bir resminin olması, azgelişmiş ülke sanatçısı için bir şey sayılamaz, kendini doğrulamak, tasımlamak ve yol almanın bir yöntemi, çarpanlara ayrılması değildir bu, müzelerin ambarları yapıtlarla doludur. Aslolan nicelikten niteliğe geçebilmektir, müzelerde yer almak değil. Mozart acı çekti, Salieri el üstünde, bütün kumpanyaların ve sarayın gözdesi olarak yaşam sürdü, Mozart genç yaşta öldü, ama eni sonu Salieri kaybetti, Mozart kazandı, çünkü diğeri niceliğin görkeminden yazık ki kendini göremedi, Mozart hiç bir şeyi göremedi, hiç bir şeyi bilemedi, sanat aşkından başka... Sanat bir yerde sadıktır ve Mozart'ı armağana boğmayı bildi... Selfie'siyle boy gösteren milyonlarca sanatçı var artık çağımızda, niceliğin kurbanları, ama niteliğe geçiş yapabilecek kaç kişi kalacak geride, tarihin sanatsal arınımı  bu sonucu ele verip bildirecektir bize!.. Yazgılarımız değişebilir ama sanat değişemez!.. Kendi toprağının kokusunu taşıyan heybe sanattır, başkasının boyunbağını, papyonunu sunan görsellik pazar eşyasıdır, sanat bunu bilir ama az gelişmişliğin gözü bağlıdır, köreltiye doğru bakar ve sisin altında süzülen tozanları, canlıları göremez. 'Memleketimden İnsan Manzaraları' çağın İlyada'sıdır, Yaşar Kemal, Homeros'tur, Balaban gerçekten ressamdır, ama piyanonun tuşlarına basarak Almanların gözünü boyayan bir insan sanatçı değildir ne yazık ki, o bir sanat dalının lejyoneridir, gerçekte saygı görmüyordur, günü birlik bir orgazmın ve resitalin tatlı bir işbirliğidir yaptığı, sanat olabilmesi için salt Anadolu ezgilerinden bir sentez, bir  rüzgâr taşıması gerekirdi, piyanonun tuşlarını Bayburt'ta, Kızılırmak'ta gezdirebiliyor olması gerekirdi, sanatın görünmeyen, bilinmeyen, sezilmeyen kuralları vardır, Saliericilik ya da guguk kuşu tavrı sanata ve sanatçı yaratmaya el vermeyen bir iletişim biçimidir ne yazık ki, bugün bunu anlamıyor olabiliriz ama gelecektekiler bunu sezecek ve anlayacaklardır... 

Aşık Veysel olmak, Ruhi Su olmak, başka birinin sanatını icra etmekten yeğdir, Afganistan'da, Hindu sanatını büyük bir beceriyle sergileyip, yineleyen biri sanatçı değildir, o kusursuz bir taklitçidir, kolaycı bir mirasyedidir ve kendi toprağının gurbetine düşmüş tuhaf bir işbirlikçidir. Hitit olmayan, Midas'a benzemeyen, Selçuki bir gül gibi kokmayan ve Cem Sultan'ın özlemini taşımayan bir sanat anlayışı, cahil periliktir. Herkes kendi coğrafyasının ağıtını, kendi düğününü, şarkısını söylemelidir ki, dünya birbirini tanısın. Birbirini kopya eden, üreten, yineleyen sanat garip ve ahmakça bir alışverişe dönüşür, dönüşmüştür ve korkunç bir yanlış, acı bir sürükleniştir. Nasıl pipo içmek, nikotinli pozlar vermek sanatın bir gereği gibi algılanıyorsa, ama bunların maskulinizm, erkek egemen bir toplumun varyantı, varyetesi, acınası bir cambaz gösterisi olduğu bilinir hale gelmişse, Francis Bacon'u taklit eden Nişantaşılı bir ressamda o kadar acınası ve gülünç bir hale gelmiştir, gelecektir çağımızda, iletişim araçları hataların affedilmez hale gelmesi olanağını veriyor artık, kimin ne yaptığı, kimden aldığı, kopyaladığı veya düşünce evinin  planlamasını çaldığını ortaya çıkarmak son derece kolaylaşmıştır, dünya bir geçiş toplumu haline gelmiştir ve gizli ucuzluğun sırları ve sınırları kolaylıkla  açığa çıkabiliyordur. 

Nice sanatçının yerle bir olacağı bir dünyaya doğru gidiyoruzdur. Maço, güce dayalı, egemene dayalı sanatın sonu geldiği gibi, taklide dayalı, guguk kuşçuluğu veya manipülasyonla formatlanan düşün kaçakçılığının önüne geçilecek bir dünyaya doğru yol alıyoruz artık. Şarlo'tanlığın son dönemecine, ölümcül kavşağına  girmiş bulunuyoruz, mandırada üretilmiş, hormonlu, genleriyle oynanmış hiç bir sanat üretimi piyasada yer bulamayacaktır, ama her yerde elbette varlığını sürdürecektir o ama artık yerini bilecektir, doğasından uzaklaşmış hiç bir üretim saygı görmeyecektir. Sanat bir beslenme, korunma ve sığınma aracı değildir, ruhların açlığını giderir evet ama bu sahte, kopyacı ve doğasından koparılmış bir röprodüksiyon, kukla bir üretim olamayacaktır artık, gerçek, sanal olanın yerini alacaktır, sanalın, kısa sürede gerçekliğe ulaşabilmesinin kolaylığında tersinir bir görkemin dudak uçuklatan sonuçlarını görebileceğiz artık. Orwell'in Hayvan Çiftliği'nin besili domuzları;  dağların yamaçlarında, dere ve ırmaklarda, otlak ve bataklıklarda, sazlık ve baltalıklarda dolanan, gerçekten özgürce otlayan yaban keçilerine ve doğasının efendisi kır kedilerine kaybedeceği günler yakındır. Sanat bir el değmemişliğin, naturamızın parolasını, şifresini taşıyan genlerimizi, canımızı, kanımızı tutsak alması eylemidir. Bir tür arınmadır. O yabanın ruhlarımızı ele geçirmesi, öte gezegenlerin ayaklarımızın dibine düşmesidir... 'Çan çalmıyoruz. Çan çalmıyoruz. Yok salâ veren! Bu giden bir biten şarkı değildir.' İster inanın ister inanmayın, çanlar yeni bir sanat, yeni bir insanlık, yeni bir uygarlık için çalıyor!..                                     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder