18 Mayıs 2019 Cumartesi













''NORMATİF NORMALİTE''
Öğle güneşinde su uyukluyordu. Nilüferlerin üzerinde iki kurbağa, gözleri kıpırtısız, öylece bakıyor. Kamışlar, uzun, yeşil yapraklarıyla tropik bir güzellik ve ağırbaşlılıkla salınırken, tepedeki kulübeye doğru yola çıkıyorduk. İşte kedi tırnaklarıyla sarıya kesmiş bir dünya, patikadan çıkarken derin, buruk bir kekik kokusu geliyor burnumuza, pıtraklar, minicik mavi çiçekler, çayır kuşu ve arpa tarlasından yükselen solgun buğu...
Güneş yorgun, parıldıy...or, gökyüzünün derinlerinde ağır kanatlarıyla bir kuş güneye doğru uçuyor. Ilık yelin esintisinde, sanki hiç kanat çırpmadan, yüzüp giden minicik bir melek. Uzaklarda ışık dumanlarının içinde, kendi kendine yitip gidiyor.
Bir böcek önümüzde, telaşlı adımlarla, bizimle yarışıyor, topraksı, küçük bir tepecikte duruyor, çevresini gözlüyordur belki de, el sallıyoruz ona, ön ayaklarını okşar gibi birbirine vuruyor, kim bilir belki de bizi uğurluyordur.
Gölün ufukla birleştiği yerde bir tekne beliriyor, sanki saatlerdir yerinde durur gibi, gölün ortasına doğru büyüyerek geliyor, uzaktaki küçük kente yönelerek, aynı şeyi yineliyor ve giderek küçülen, bir karaltıya dönüşüyor. 
Kimler var içinde, ne konuşuyorlar, bir türlü söyleyemedikleri ne ve neden gülüşüyorlar sık sık ve ağlamak için gün sayıyorlar!..
Karıncalar ordusu patikayı yolları yapmış, art arda, tek sıra, yüzlerce karınca, hep beraber yukarı doğru çıkıyoruz, tanrım bizim kulübeye mi gelecekler yoksa, günahlarımızın tanığı, eylemlerimizin ortağı, sevinçlerimizin, haykırışlarımızın bir aynasını, aynısını yinelemek için onlarda mı bizimle...
Bir sapaktan ayrılıyorlar, hepimiz için bir dünya var, her birimiz için bir cennet, her birimizin yuvaları ayrı ayrı ve sevinç ve kederlerimiz, mutluluk ve sevdalarımız bir ve ayın ışığı hepimizi ayrı ayrı kutsamakta alabildiğine mahir...
Kulübeye girdiğimizde sanki bir rahmin içindeydik, döl yuvası...
Az önce bütün bir dünyayı görüyorduk ama şimdi yarı karanlık, ürkünç, anlaşılmaz bir kafesin, bambaşka bir atmosferin içinde tuhaf işaretlerle konuşur olmuştuk. 
Usulca soyunduk, daha önceki deneyimlerimizden, yerimiz ve yatağımız belliydi, gülümsemeler ve bir sonsuzluğa gidiş ve gelişlerden sonra dünyamıza döndüğümüzde, güneş çekilmişti...
Dışarda bir çift kelebek karşıladı bizi, aşağıya dek bizimle uçuşarak, gülüşüp oynaşarak geldiler, tanrım bu dünya nasıl acılarla dolu olabilirdi ki...
O gün birbirimizin olduğumuzda, birbirimizin yıldızlarında koştuğumuzda, aşkın, aşkımızın yeni bir güneşin, yeni bir dünyanın yaratıcısı olacağını bilemezdik...



MANİPRESİF
Ben neredeyim?.. Burası deniz mi, deniz ne ki... Ben uyuyorum değil mi... Hiç uyanmayacak mıyım... 
Ama bakın nasıl çizmişler beni, PROSTETİK, siz şimdi sanatçıyı kutluyorsunuz değil mi, bir şey değişmeyecek ama sanat değişecek, ah sizleri tebrik ediyorum ben, hınçla kutluyorum, çok insaflısınız, çok vicdanlısınız, beni hiç bir zaman unutmuyorsunuz, hiç bir şey değişmeyecek biliyorsunuz, ama her yıldönümünde anıyorsunuz, olsun, sanatınız ilerliyor, aşama içindesiniz, bir tırnak boyu ilerliyorsunuz, o tırnakçığınıza uç uç böceği konabilir ama değil mi, uğur böceği...
Savaşlar sürüyor mu, barış geliyor mu, sonsuz mutlan, kaç şiir yazdınız, kaç resim yaptınız, bienal, yen al, nal!..
Sanatçınız sponsor arıyor canla başla, aspirin bayern olsun, green peace, shell company'nin paylarını satın almışlar, ah dedikodular, barış ve şenlik festivali düzenliyoruz, beer, bear, ayı ve biram gırla gidiyor!.. Şölen nerede, monarklarınız izin vermiyor demek, moon-art o ama, çok bilisiz çok kesin yargılar içindesiniz... 
Ama barıştan yanasınız, adım atınız, adım adınız, adım gibi biliyorum adınızı,  yak bir havai fişek bir gün düzelecek her şey!..
Ben uyuyorum merak etmeyin, bakın beşiğimdeyim, mutluyum ben, siz benim için ağlamayın, üzülmeyin canım, çok daha dokunaklı şarkılarınız var sizin, destanlarınız, kurbanlarınız, kahramanlarınız, hep aynı kapıya çıkan masallarınız, tıpkı -okuduğunuz- gibi, dönüp duruyorsunuz ve mutlusunuz, bende mutluyum, hiç merak etmeyin, bakın gülümsüyorum ve hepimiz her şeyi biliyoruz.
Demek yürüyüşe geçtiniz, demek gökten su yağdı size, ateş, kardeşiniz mi yaptı, demek o ünlü  yerde pansuman oldunuz, Salome de var mıydı, ah demek birbirinizle tanıştınız ve herceğinizin  melekler iyisi olduğunu anladınız, bir sakinleştirici alınız, akşam ay ışığında tartışmayı sürdürürüz, gülücükler dağıtarak, ama sponsorunuzun yüreğine dokunmayın, anlaşınız, barış anlamaktan geçer, sevgi anlamaktan geçer, her şey anlamaktan geçer, her sav, her aş ve her şey aynen sürmeli...
Seçim düzen sürsün diyedir, rekabet, düzen sürsün diyedir, alış veriş düzen sürsün diyedir. Ben uyuyorum, siz ağıt yakın ve vakvakların düzenlediği gecede, süitler  eşliğinde ağlayın, gülücüklerle...
Ne güzel düşünüyorsunuz siz, en güzel doğruları siz söylüyorsunuz, şiddetle karşı çıkıyorsunuz, karşı çıktıklarınızın yürüyen merdivenlerinden iniyorsunuz, thySSen diyorsunuz sık sık kahkahalar atıyorsunuz, ironiler, bloodymaryler, satirler denizi kabartıyor, düşünce sörfü ne güzel ve mutluyum, mutlusunuz, mutluyuz ve ziyarete geliyorsunuz, göz kırpıyorsunuz ve ben anlıyorum...
Beni çok seviyorsunuz, ben uyuyorum, sakin, gülücükler dağıtarak, düşler görerek, denize şarkılar söyleyerek, söyleyeceğim hiç bir şeyin kalmadığını bilerek, yinelemeler denizinde solup giderek, ama sizleri seviyorum ben, lütfen inanın, yalvarıyorum, çabalıyorsunuz biliyorum, bale diyorsunuz, vole diyorsunuz, kelebekler gibi dönüyorsunuz, melekler gibi uçuşuyor, Platonlar açıyorsunuz, ah ne platonik piyanolar çalıyorsunuz, Pluton'da da olacak mıyız, tacirlerden, tüccarlardan, tecimenlerden, simsarlardan,  bankerlerden, tröstlerden, bonkörlerden, kartellerden bağış topluyorsunuz, karanlık gecelerinizi aydınlatan neonlar eşliğinde, şiirler yazıyorsunuz ve benim ölümüme sabahlara kadar ağlıyor, göz yaşı döküyor, göğüs kafesinizi kan içinde bırakıyor ve ah biliyorum elem denizlerinde  boğulmak üzereyken uyanıyorsunuz...
Hep aynı dünya!..
Telaşla sponsorunuza telefonlar ediyorsunuz, patronlarınıza dil döküyorsunuz, o babanız mıydı yoksa, komşunuz... İçinde sizin kadar ıstıraplı insan yavrularının oturduğu başka bir dünya!..
İşte ölmemişim, uyuyormuşum, düş görüyormuşum, gülücükler dağıtıyormuşum. Üzülmeyin ne olur, mutluyum, mutlusunuz, mutluyuz. Ağlıyorum, ağlıyoruz, ağlıyorsunuz. 
Bakın her zaman birlikteyiz, hiç ayrılmıyoruz, baladlar söylüyorsunuz, bienaller, geceler, paneller, arılar, kelebekler, çiçekler... 
Yaşıyoruz, yaşıyorsunuz, yaşıyorlar... Ölüm yaşamın bir parçası... Niçin alınmalı, barış, savaş, her şey... 
Tekrar çal Sam!..
Şiirler çığırıyor, şarkılar söylüyorsunuz deja vu eşliğinde, karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir, diyoruz, diyorsunuz, diyorlar...
Siz her şeyi biliyorsunuz, siz yas tutuyorsunuz, siz ağıt yakıyorsunuz. Andolsun ki çabalıyorsunuz, günahınız yok, siz doğruyu söylüyorsunuz, ütopyalar gerçek olacak, hepinizi anlıyorum ben,  her şeyi biliyorsunuz, her şeyi biliyoruz.
Ve tıpkı benim gibi bir sonbahar günü ölüyorsunuz ve aynı topraklara, aynı mezarlara, aynı tabutlara gömülüyorsunuz. 
Ve biliyorum o denli vicdan sahibi, o denli düşünceli ve o denli barış seversiniz ki...
Bana eşlik edenlerinizde var.
Ve çünkü biliyor musunuz siz gerçekte bensiniz!..
Ve Kabil'de sizsiniz, Habil'se kardeşiniz.
Ben insanları eğlenmek için yarattım diyen tanrısınız siz.
Dünya evimiz.
Ve her şey manipresif.



















 RENK'ARNASYON
Cogito ergo sum. Renk'kahırım ben, renklerin içinde yitip giden, bir varlık. Bir tür olanaksızlık. Elem ve keder, sevinç ve coşkuyum ben. Tuzlu sudan gelen. Ben bu renklerin, rengâhenklerin içindeyim. Elem denizlerinde sürüklenirim. Coşku vatozlarının kederi... 
Emel denizlerine dalıyorum geceleri, özlem diyorum özlem, ölümü özlüyorum ben, karanlığı özlüyorum, kim olduğumu bilmiyorum, bilemiyorum, kim olduğumu bilemeden, geçip gideceğim ben...
''Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemem, 
 ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem,
 ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemeyeceğim,
 ama bende dünyanın tüm hayalleri var.''
İşte renk denizlerinde yüzüyorum, neşe veren, sevinçlere boğan. Ama kasvet var bu dünyada, insana 'hasret' var...
Onur şölenlerinin varyantlarında, rengâhenklerin darboğazlarında boğulup gidecek miyim ben... Gökadalar, süt yolları, kuasarlar nasıl da dehşetengiz, ürkütücü, nasılda rengârenkler, bir çiçek dürbünü, -kaleydoskop- gibi- alabildiğine, bu renklerin cirit attığı, Bremen mızıkacıları gibi zil çalıp oynadığı alemler nerede, uçarılıklar, hoyratlıklar nerede...
Gönlümüzü karalar bağlamış, kainatın efendisi, yazımızı kara yazmış. 
Beyaz masumiyetse, karalamalarımız düşlerimizdir. Rengin cehennetlerinde ölüme koşanlarız biz...
Bizim renklerimiz, tüm günahlarımız, sevinçlerimiz ve kederlerimizdi...
Ve işte bak, her şey sanki yeraltına girmiş, tüm insanlık yeraltında yaşıyor, gayya kuyularında dolaşıyor da, sonsuz bir karanlık ve kasvetin gökkuşağında umarsızca dolaşan canlılarız biz. 
Renk okyanuslarının içinde alabildiğine umutsuz, alabildiğine mutsuzuz tanrım, söylemesi güç, olanaksız, neden böyle kahkahalar atıyor, coşkulara kapılıyor ve sevinçlere boğulurken, ölüp gidiyoruz biz. 
Resim varlığın aynası, suretin resimde yansıması, zulmettekinin görünür olması... Ürkü kuşu resim, güzelliğin, çamurdan doğana nazı...
Belirsizlikler, kaosmoz, küskün, sırtı dönük insanlık, boşunalık, derin bir üzüncün prangaları, okeanos ve...
Zaman içinde zamanı yaşayan zaman...
Ölüm. Ölüm duygusu. Bekleyiş Godot'yu...
Sonsuzca umarsızlık ve hayatın; ve ölümün amansız baskıları...
Ve orada, karanlıkta, renkler içinde, sürekli gülücük dağıtan bir deli kız, evrenin bir parçası mı, tinin bir algısı mı...
Olmadı...
''En güzel deniz: Henüz gidilememiş olandır. En güzel çocuk: Henüz büyümedi. En güzel günlerimiz: Henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: Henüz söylememiş olduğum sözdür...''
Beyaz masumiyetse, karalamalarımız düşlerimizdir. Rengin cehennetlerinde ölüme koşanlarız biz...
Günahlarımız, sevinçlerimiz ve kederlerimiz...
''Manuel Flores ölecek. / Bu para gibi geçerli; / ölmek bir alışkanlıktır, / çoğunun iyi bildiği. / Yine de acı veriyor, / elveda demek hayata, / şimdi bunca bilinen şey, / tatlı ve sağlam bunca. / Bakıyorum şafak vakti, / elimdeki damarlara; / bakarmışım gibi ilk kez, / gördüğüm bir yabancıya. / Gün olur bir mermi gelir, / acısı unutulmanın. / Büyücü Merlin demişti: / ölmesi vardır doğmanın. / Neler gördü şu gözlerim, nice şeyler, nice 'renkler!' / İsa beni yargılarken, / kim bilir ne görecekler. / Manuel Flores ölecek. / Bu para gibi geçerli; / ölmek bir alışkanlıktır, / çoğunun iyi bildiği.''
 Renkler ölülerimizdir.



















ADVENTURE
Halife ne zaman oy kullanacak, bakteriler kromozomlarından ayrı olarak plazmid denen daha küçük halkasal dna molekülleri içerebilir, seçim sisteme yönelik patlayıcı gazın tolere edilmesini sağlar, plazmidlerse moleküler biyolojide önemli bir araç olarak kullanılagelmiştir, holdingler ve ekonomik skalanın lionsları niçin çorak topraklarda boy gösterir, çünkü fotoliyaz enzimini kodlayan geni klonlamayı, genomdan ayrı olarak elde etmeyi, ayrıca bakterinin bu enzimi fazladan üretmesini sağlamayı başarmak gerekir, kadın vücudu buna elverişli değildir, kum saati gibidir ve engebeli arazinin çakıl taşları vücudunu süsleyen sarı tüylerin ayışığı gibi parıldamasını sağlayabilir, ayrıca fotoliyazın insanda bulunan bir karşılığının, kirkadyan saat adı verilen biyolojik vücut saatinin işlemesinde rol oynadığının gösterilmesine yardım ettiğini düşünürler, Artvin'den Arhavi'ye giderken devrilen arabanın altında kalanın Kubilay Han olduğu savlanırsa da, bu enzim bakteri dna'sındaki hasarlı nükleotidleri çıkarırken bu nükleotidlerin çevresindeki on iki nükleotidi de kesip attığının keşfedilmesiyle şu çıkarıma ulaşılır, yağmur altında şarkı söyleyerek aşkını duyurmaya çalışan bir Mecnun ne yapmaya çalışıyordur, işte bu onarımın insanlarda gerçekleşen versiyonunu da araştırmak gerekti, aşkın yaşamın düşmanı şiirinde dostu olduğunu bilmediğimiz için bu varsayımı gözden kaçırdık, oysa doğru nükleotidlerin bu boşluğa nasıl yerleştiğini bulmalıydık, Amazon kızları ve İskitler aynı ırktandı demekle bu işlerin olamayacağı belliydi, bu çıkarımla çekinmeden onarım genlerinin haritasını yayımlamalıydık, biz Hitler'i sevmek gafletine düşmüş varlıklarız derken çaprazlama hataların kurbanı mı olacaktık ki,  protein sentezlenen bölüm protein sentezlenmeyen bölüme göre daha etkin ve hızlı onarılırdı, öyleyse bulutun yağmur yağdırması için yapay cihazlar geliştirirken, transkripsiyon bir proteinin sentezlenme sürecinde rna adlı aracı molekülün sarı proteinin genindeki koda uygun olarak sentezlenmesine verilen addır demek genlerimizdeki kolaycılıktan kaynaklanıyor olabilirdi, neden Karahıtay, Cücen, Turfan, Karabalgasun diktatöryal tarihten silindi ki, proteinlerin vücutta dna'ya bağlanabildiği ancak bunun laboratuvar koşullarında bir deney tüpünde gerçekleşmediğini bu proteinin dna'ya bağlanması için başka bir proteinin devreye girmesi gerektiğini kimler söylüyor, Engels Süleymaniye'de hiç ibadet etmiş mi ki...
















JOSE MUJİCA
Beşiktaş'ta dolanıyorum, bir telefon nerdesin, gerekli zamanda yalan söylemeyi öğrendim, evdeyim!.. Kabalcı'ya gelir misin,  Jose Mujica var! Gelirim 1 saat sonra, tamam.
Az sonra telefon eden yanımdan geçti, görmezlikten geldik birbirimizi, ama utanmamayı öğrendim, ben geldim sen nerdesin, Kabalcı'nın önündeyim, bekle geliyorum.
Mujica'nın kitabı 20 tl, telefon eden aldı, ben almam, pahalı, tavır koymayı öğrendim, kuyrukta bekleşiyoruz, arkadaşımın  bir fotoğrafını çektim Mujica'nın yanında, oda beni çekti sağolsun. Fotoğraf onda kaldı, bazı şeylerin gereksiz olduğunu öğrendim.
Mujica son derece saf, babacan görünüşlü bir yaşlı centilmen, beyefendi, bin kişi var kuyrukta, yorulmadan imzalıyor, iki yazar ve kitabın kahramanı Mujica!..
Bu adam garibanlığın ve yoksulluğun kutsayıcı azizi olamaz, olsa ta Uruguay'dan gelip, burada meltem rüzgarının yetiştirdiği tropik bir meyve gibi, saatlerce imza atarak, babacanlık yaparak, düşüncelerini savunmak şöyle dursun, basın endüstrisinin kobayı gibi kapı kapı dolaşmaz, kapitalizmin azgın denizlerinde fink atmaz; bu adam görünür dünyamızda kendisine verilen rolü sadakatle yerine getiriyor. 
İyi niyet elçiliğinin cennetinde oyalanıyor. Aynı kapılara çıkıyor olmaklığın özlemiyle yanıyor. Suni dengeler kuruyor. Gülücükler dağıtıyor ve dilenirse bir fiskeyle parçalanacağını biliyor. Üstüne üstlük göğün altında yeni bir şey olamayacağını seziyor?
Para topluyor.
Başkalarının düşüncelerim hakkında ne söyleyeceği umurumda bile değil.
Düşüncelerime saygı duymayı öğrendim!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder