18 Mayıs 2019 Cumartesi

DAEDALUS
Sürekli yazma korkusu içinde yaşayan insanlar olabilirmiş, 'Grafobi' diyebiliriz belki adına, her şeyi yazmaya kalkışarak, yaşamı kayıt altına alma ya da yaşadığını sanma eylemi bunlar, bir çok saplantı içinde olabilir insan, hepsi yaşıyorum, varım veya yaşamı, zamanı kendince anlamlandırıyorum demenin umarsızca bir  yöntemi, bir marangoz tanırım, İsa değil tabi,  işini o denli ciddiye alır ki sanki dünyada en önemli iş o sanırsınız, saygı duymak gerekir, herkes gizli bir duygulanımla olsa bile ciddiye alınmak ister yaşam denizinde, ciddiye alınmadığını varsayan insan saldırganlaşır, dengeyi bozabilir, akıp giden konuşma içinde birden gülümsemez olur. Bu konu insanidir, tam bir tanı konulamaz insan ilişkilerine, onun için genellemelerle yetiniriz veya psikiyatrlar konunun derinliğine araştırılmasına soyunabilirler, kitaplar yazarak açıklamaya girişebilirler, konuya ilişkin oluntuları...
Birde yazamama korkusu, fobisi varmış, agrafi, ama bozuk yazımla kısıtlı bir açıklaması var, oysa yazamama başka bir duygudur, yazma korkusunun zıddıdır o (birde fobi o şeyden korkma, uzaklaşma değil, kesin yerine getirmeyle ilenç, korku ve bağımlılık dolu edimlerdir, yaşamda çok var, nefretle sevdalanma, ölene dek ayrılamama (eşya veya homo-zoo bağımlılığı), işkolizm, sürgit yineleme, sevgiyle uzaklaşma, hepsi fobiyen alışkanlıklardır, bunlara ilişkin  düzgün doğrusal açıklamalar alfabetik gerçekliktir, yeterli anlaşılırlıktan uzak olup, nörotik algı ve kaotik sentez üretemezler), bir şeyi kayıt altına almaya alışan insan, her şeye tarih düşmeye, not almaya, anlamlandırmaya başlar, güneş battı, Hale geldi, yemek yaptım, kuzenler evde kalıyor, Kapital oku kapitalist ol, denize gittik, Roma'dan spagetti geldi mi, bu korkunç bir alışkanlığa dönüşebilir, eyleminizi not almak, tarih atmak, zamanda yitip gitmesini önlemeye çalışmak tam bir ruhsal bozukluktur artık, ediminizin hiç bir önemi yoktur, yalnızca kayıt altına almak, kronolojik sıraya koymak ve ne olursa olsun arşivlemek, yazıyla, resimle, digital kayıtla, kitapla, not almakla; bu tür insan yaşamaz, yaşadığını kaydeder, yaşamak onun için not almak, yapılanı kaydetmektir yalnızca, var mı onlar, insan gece gezeni uyumuyor, görmediğini de -dünya dışı varsı- yaşamıyor sanır!..
Başka alışkanlıklarımızda vardır, yaşam gerçekte kişi ile dış dünya arasındaki esneyebilen bir zıtlaşma, örtülü bir uzlaşma ya da uzlaşma arayışıdır, bazıları için yaşamına son vermekle bile sonuçlanabilir, küsmek, kayıtsızlık, ortama uymak, Bartlebyleşmek, delirium, idiot davranışları benimsemek, Lennie olmak, dahiliğe soyunmak, imajla yetinmek, görsel bir objeye dönüşmek, ruhunu geride bırakmak, makineleşmek, robotlaşmaya yeltenme, sıradan olana soyunmak (kimse yapamaz!) sonsuz açılımları var kişisel yaşamın, insanın adı yok. 
Kızılderilinin biri, yaşama yetişmeye çalışırken, son derece ivedi davranışlarla, yanında hızla yürüyen, belki de koşmaya kalkan birini uyarmış, dur demiş, yavaşla, yanındaki neden diye sormuş, ruhum geride kalıyor...
 
Yazmanın bir fobiye dönüşeceğinden ilk kez Romalı ozan Juvenal söz etmiş, “umarı olmayan bir yazma saplantısından” söz etmiş. Ovidius çok yazarmış onu kastederek, El Cahız diye birinin, üzerine bir kütüphanenin devrilmesi sonucu öldüğü söylenirmiş, sağ duyuya aşık insanlar için görkemli bir kanıt. Her şeyin çoğu bir kıyamet provasıdır ya da aşırıya kaçma, saplantı, belki de bir tür özkıyımdır gibi!..
Sait Faik yazmasam deli olacaktım demiş, Balzac yazın sevdalısı bir aşk'erenmiş ama yalnızca bir roman yazmış, Yaşar Kemal ise bir tümce, Hölderlin delirme aracı olarak görmüş yazıyı,  Dostoyevski kumar oynayan biri, yazıyı beyhude yaşamına karşı bir öç vesilesi olarak görmüş olabilir, Homeros kör, yaşamı gülümser bir kindarlıkla algılayanlar genelde, yaşama karşı bir eksiklik duygusu olduğu sanısına kapılanlardır (bu tanım sevilesi değil ama organik eksiklik spordan uzaklaştırabilir insanı, politika -çok yüzlü- gerilim yüklü trafo, beden işçiliği bilek güreşi, siz yazmanın, sanatın saygınlığına, güneş tanrınıza şükredin, özçekimci, naif ve düşsel makineler yükte hafif pahada ağır alanlara el koymuşlar!..)  bu ruhani bir yaklaşımda olabilir, bir sanı, ama körler genelde şiire, estete başkalarından daha yakın duruyorlar, buna benzer yaklaşımların tümü, yaşama karşı fiziksel, ruhsal, sosyal ve belki de ekonomik göstergelerini zayıf bulanlar, yaşama çok daha hırsla sarılabilirler,  önem ve değer duygusu onlarda fazladır, führer için ressam olmak istedi ama önemsenmeyince ya da kendini o yolda bir değer oluşturabileceği sanısını yitirince, kitlelere egemen olma duyusu ağır bastı ve insanları felakete sürükledi deniyor. Tarih bu tip sayısız örneklerle doludur ama yine de geminin kaptanından, tayfaların habersiz olması olanaksız, Halil Cibran diyor ki; bir yaprak ağacın bilgisi olmadan sararmazmış!..
Günah, sevap, erdem, suç, iyilik, kötülük gibi kavramlar tanrının indinde hepimiz adına eşitlikle dağılır, günah ve sevabımız eşittir, dünya yukardan bakınca tektir ama biz insanlar için sayısız, kıyameti tek bir insan öngöremez,  günahsız olanımız diye bir şey yoktur, Borges ne diyor, günahlarımızdan arınabilmemiz için günaha girmemiz gerekir. Sorun buda değil, günah hepimizindir, iyilik herkesin, iyi yaşadım, erdemliydim, insan için canımı verdim sözlerinin tümü birer mottodur, Voltaire'in  Mikromegas'ında dalgalarda soluyan, büyük bir gemi, bir devin -tanrının- tırnağı üzerinde duran bir karınca gibi betimlenir, neden, evrende tek-tek insan yoktur, özel bir dünya yoktur, marketler zinciri, çalışan kesim, ormanlık alan gibi tanımlamalar bile parçalanmış gerçekliktir ve yalnız bizler için vardır onlar, kıyamet koptuğunda iyiler ve kötüler hep birlikte cehennemi boylayacak, kıyamet bir cezadır, tüm varlığı kapsar, orada ayrım gerçek bir adaletsizliğe dönüşür, suç varsa cezası tüm insanlığadır, birini gözetmek adaletsizliğin ta kendisidir, çünkü ruhsal bağlar ve zincirleme davranışlar domino teorisi gibi topluca bir yok oluşu haykırırlar, burada birini safın dışında tutmak, ayrıcalığın dik alasıdır ve tanrı böyle bir hatayı yapacak denli dünyevi değildir, gökyüzünde taraf tutmak başlı başına bir adaletsizliktir, savaş oluyorsa herkes suçludur, basit bir gerekçesi var, ''barış için sonuna kadar savaşacağız'' bir paradoks ama aynı zamanda bizi tanımlayan, gemi azıya almış bir gerçeklik!.. Bu hepimizi eşit kılıyor!.. Öyleyse kötülük kutsaldır, hayır kötü insan yoktur, birbirimizin türevidir aynalar ve hep birlikte kazanacağız. Arayacağız...
Sonuç şu, kâr zarar cetvelinde, sonuç zararsa bu bir kişiye yüklenemez, kâr içinde öyle, barış olsaydı eğer insanlık denizinde, bunu hepimiz başarmış olacaktık, bir kişinin, tümelin, öbeğin başarabileceği şey; gerçeklikle hiç bir ilgisi olamayacak, kısır, güdük bir eğilim olabilir ancak, bir kişinin başardığı şey, kişinin kendi dışına çıkamayacak denli nesneldir, evren, kozmosumuz bizi insan -varlık- olarak tanır, Ali, Ayşe veya Juliet olarak değil, o kendi aramızda bir şeydir, cennet ve cehennem bizim için vardır, tanrı için böyle bir şey gereksizdir, bir tanrı tanımazlığa mı varıyoruz, hayır, tanrı bizim için var, onu tanıyoruz, ama onun bizi tanımadığına eminiz, nedeni şu, başlangıçta ölüm vardı, hâlâ var, savaş vardı, hâlâ var, başlangıçtan beri bir adım ileri gitmiş değiliz, Amerika keşfedildiğinde, bugün aya gitmek gibi bir algı oluşmuştu insanlık tarihinde, yarın başka bir dünya keşfedildiğinde, birgün aya gitmek gibi sıradanlaşacak oda, suç ve ceza, erdem ve kutlama, dünyevi, yerel alışkanlıklarımız, dünya ve evren henüz insanın onur duyabileceği bir başkalaşımla karşımıza çıkmış değil, biz, dünya ve evrenin karşısına henüz onur duyabileceğimiz bir başkalaşımla çıkabilmiş değiliz, üstelik onur; bir kategori, ayrışma, hiyerarşik bir sınıflama ve şiddete giden yolun başlangıcı, yok oluşa giden yolun tanrısal sözütü!.. 
Ama sözcükler çok tehlikeli... Siz uçuruma baktığınızda uçurumda size bakar. Onur şu, ezadan, başkaldırıdan ya da kana çalan ufuktaki bir başarıdan ululanmış bir kerte, bir varsayım bir yafta, gerçekte onursuz bir yaklaşımdan, olgudan çıkan bir şey nasıl onura dönüşebilir, savaş başlamış, ne onursuz bir şey insanlık için, ama içinden onur, şan ve erdemler fışkırıyor, öyleyse onursuz bir savaş kavramını üretebilen, ona bel bağlayan insanlık, bundan onur çıkarabiliyorsa, yanlışın üzerinde doğruyu dik tutmaya çalışıyordur, bir sapma, anomali ve düşkıran bir sapkınlığı, tanrı niçin hoş görsün, ayrıca yaratanla, yaratılmışlık iç içedir, siz tanrıyı da günahkâr kılıyorsunuz artık. Şaşırmayın siz higgs bozonu, bir tanrı parçacığısınız, ilk elsiniz ve bir yeterlikten uzaklığımız, yetenekten  yoksunluğumuz, cennet ve cehennemi yaratma kolaylığı ve kurnazlığına sürükledi bizi, başarısızlığınızı ve aczinizi erteleme, kusuru geleceğe yükleme ya da avunmanın saltanatı, dünya ciddiye alınacak denli bir girişimse tanrı indinde, cezanız ağır olmayacak, yüzünüze olan bitenin, var oluşun, varlığınızın yalnızca bir şaka olduğu söylenecek, aşağılanmanın en ağır biçimi... Kolsuz, kanatsız ve ayaksız bir varlık üretmenin en kestirme yolu... Cezasızlıktan büyük ceza yoktur.
Sürdürmeye çalışalım, ölüm onur barındıracaksa, bu ruhani tözü insan icat etmiş olamazdı, taş onursuz, deniz yalnız su ise, insanın kendi adına var saydığı kavramlar, salt kendisi için var, ölüm onu tanıyabilir mi, rüzgar onuru için ne yapabilir... Saçmalığa doğru giden bir yaklaşımımız var, çünkü bir adım ileri gidemediğimiz için kavramlarımıza sadakatle bağlıyız, durağanız, tanımlarımızın tutsağıyız, korkağız ve ''neden korkmak gerektiğini bilmeyi'' kahramanlık addedecek kadar onurlu olmakla yetinebiliyoruz. Şimdi başa dönelim, tanrı bu kavramların neresinde, siz tanrıyı kendiniz için icat etmiş olabilirsiniz, ama o varsa sizi izliyor evet- ama şaşkınlıkla!.. 
Bu denli karamsar olmak doğru mu, sorular üretmeyi sonsuzlaştırabiliriz, karamsarlık, insanidir, dünyevidir ve bir karalamadır ne yazık ki, umut aşılamak ve geleceğimizin parlak olabileceğini ileri sürmekse gerçek karamsarlık!.. Anlayana aşk olsun. Güvensizlik, işgüzarlık diye sürdürsek, ileri sürdüğümüz şeylerle çelişmiş oluruz... 
Bunların zamanımızı dolduran kavramlar olmasından çıkması gerekir, yüz yıllardır kendimizle bile baş etme olanağını yaşayamamış, başaramamış, özbilincimizin uçurumlarıyla bile baş edememişiz biz. Öyleyse altius, fortius, sitius!.. Çünkü fasit olan, bir dairenin içinde yaşıyor olan bir daire oluşumuzdur.
Yazma alışkanlığı bütün bunlar, aldırmayın, tanrımız var, babamız var, annemizi hepsinden çok seviyoruz, kardeşlerimiz, diğerleri -ötekiler-, kediler, denizler, dağlar, uydular ve geleceğimiz için çılgınca yorumlar ve minicik yazgılarımızın keder veren alışkanlıkları bizi bekliyor. Hamster besliyor çocuğunuz, sınavları başaracak, büyük adam olacak, çamurdan doğan Adem'in kopyası, bir türev, bir çeşit, bir familyanın süreğeni, iki ayaklı, tek burunlu, basbayağı bir homohome, evden çıkmayan, digitale dönüşmeyi başardı başaracak bir hayvan, cennet ağaçlık, cehennemde korlar var, burada olan ne varsa oraya da taşıyın, cennet Yemen'de bir vaha, cehennem Galile yakınlarında Gehenna diye çok sıcak, yakıcı bir çukur, adını oradan almış, her şey bir adlandırmadır, adını koymuş olmasaydık yaşamayacaktık belki de!..
Amerika'nın doğusunda,  New York'ta yaşayan bir evsiz olan Joe Gould, 1940'larda dünyanın en büyük kitabını yazdığını söylüyor ve martı besliyormuş, son sözü şu olmuş, yazmak için yaşadım.
Süleyman Hayrullah Kıyıcı vardı, 68 olaylarından dolayı ruh sağlığını yitirmiş, çok severdim, defterlerini vermişti, süpersonik, saçma sapan, fantastik anılar, gerçeğin bunlar olamayacağına eminiz. Çünkü o bir yalnız!.. Yokluğun varlığı, İskenderpaşa'da çok aradım onu, öldüğünden bile emin olamadığımız insanlar var, göğe çekilen kaçıncı yaratılmış acaba?.. Yıldızlı fayton ve bembeyaz tayları da var mıdır!..  Neden tasalanmalı... Belki aradığımız sonsuz bir sessizliktir...
Bitiyor, şunları da söylemek gerek, alışılmış saplantılardan uzaklaştığı için kendini aramaya çıkabilir insan ve ama  diktatörlüğü ortaçağ sonlarından, yakın tarihe kadar çok beğenirlermiş. İnsanlık, algı dünyalarına göre, tek bir kişi, hiç sağa sola sormadan, yoğurup karıştırmadan suçlunun cezasını veriyor ve iyilik anında ve tartışmasız karşılığını bulabiliyor diye, en iyi yönetim sanırlarmış haklı olarak!.. Bu çok harika bir varsayım, ileri sürüm, gerçekten öyle olduğuna eminim. Çünkü algılarımız neyse onu düşünüp onu yaşıyoruz. Tanrıya çocuklarını kurban etmiş varlıklarız, kurban bir bayram ve sonsuzluğa doğru gidiyoruz, eşiğindeyiz diye kaygılanacak değiliz. Güzellik kavramı Grek burnuyla başladı, yukardan hafif kıvrık ya da kırık, keskin bir silüet, tolgalı büstlerde, portrelerde görürsünüz. Şimdi o tip insan, dünya dışı bir varlık, ilginç ama ilgi duyulmayan bir yaratık!.. Güzelliğin burnuna yaklaşan yelkenlinin direği hafifçe kalkık olmalı artık!..
Öyleyse düşünceler gerçek değil, değişken ve uçucu. Demokrasiyi herkesin kafasını karıştıran, karman çorman bir kavramlar kargaşası, gemi azıya almış sütçü beygiri (öyle demeyin Nietzsche şan bağışladı ona), herkesin her şeyi ileri sürebildiği, bilenin, yetkesi olanın sözünün geçemeyebileceği bir yönetim biçimi olarak algılamak olası, şimdiki demokrasiyi kim beğeniyor ki, üstelik bir kurnazlığa baş vurarak, diktatörlükle suçlanıyor yönetim, demokratörlükte olabiliyor demek ki, gerçek, her koşulda insanların kendini mutlu duyumsayıp ve katlanılabilir bir yönetimin varlığı oluyor demek ki... Hiç bir zaman olmadı ki... 
Farslar sürecekse, Scapin'in Dolapları'ndan, Darwin kuramı da  yanlış, biz maymundan gelmedik, maymundan gelmiş olmamız için günümüzde bir maymunun olmaması gerekir, evrilmişler, soyları sürüyor ve varlar, insanla yan yanalar, o zaman insanlar  niçin maymundan evrilmiş olsunlar ki, kim kimden türedi, kuşlar dinozordu, doğru çünkü ötekiler yok, evrildiler. Basit bir yaklaşım. Maymunu kendimize yakıştıramıyoruz, Adem çamurdan doğdu uyumla kabul ediyoruz diyelim, çamurdan doğan bütün kötülüklerin anası olamaz mı, adı üstünde balçıktan olma, karmakarışık, çamur atmanın dünyası, maymun daha mantıklı bu durumda, ama olmaz, bizler primatlardan üredik, üstelik çelik putrellerin içinde, makine insana, İronman'a doğru gidiyoruz,  maymun değiliz, bir dağa yapayalnız gidin altı ay sonra gelin, bir maymun olmadığınıza eminim!.. Bu tartışma bitmeli, gerçek şu ki...
''Ona dil verildi, şu yalan yani, ona et verildi, toz olan.''
 
Biz yıldız tozuyuz. 
Işıktan geldik, ışığa gidiyoruz, ya ışık körü olacağız, ya aydınlanacağız!..
''Gerçeğe peçe vuruluyor burada / Panama ayı süslüyor geceleri / mavisini sallayan engerek otları / eter tabakası boyunca / yıldızları yalayarak uzaklara / taşıdı onu. / Balçıktan atalarımız / doğum kaşıkları / ve deniz sazlarından kılıcımız / öğle güneşinin üzerinde / acımasızca yüzen / ışıktan toplarımız. / Derin ve sonsuz gecede / kara urban atlılar / ve ağlaşan çocuklarla / matriks ve Gödel öğretileri / kuşku duyuyorum yine de / insan figürü onlar ruhları sakallı / ve Balancar’dan sürülüyorken işte / -yine de gülümsüyor o.- / Elinde fenerler uçuran papağan / yol gösteriyor sana / kükürde doyurulmuş yamaçlar / dikenli teller ormanlar ağaçlar / samandan taçlarıyla inliyor işte / 'Adversus annulares’in son sayısı / ve bir gece önceki çisenti / ıslak alevler siyahsı küller / çözülmez bir dil Yunancalar kodeksler / iki sol bacak hep kendini gören yüz / -yine de gülümsüyor o.- / Tırnaklardan fırlayan oklar / geriye doğru uçabilen o şey / demir yüzler demir gözler devinimler / bir yalağın yanı başında uluyan mutant / çürüyen zaman dönerek çöken çark / ve damarlarımızdan akıp giden çağlar / ufukta beliren aynalarda yansımalarda / kargaşalar ve kaosların belirişi / ve akıntılarda süzülen denetsiz / bir tek ve yalnızca görebildiğim işte / -yine de gülümsüyor o…- / (Söyle bana bütün bunlar yetmez miydi…)''

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder