18 Mayıs 2019 Cumartesi

MİZAN BURCU
Olay tümüyle gerçek... Cihangir'de bir kafede oturuyor, gelip geçenleri izliyor, bir gözlem altındalarmış gibi insanların davranışlarını kavramaya, ılık bir öğle üzeri  anlamaya, tanımaya çalışıyordum, daha önce hiç düşünemediğim şeyler onları ya gülünç kılıyor, ya da davranışlarının  gerekçelerinin hiçte bilip, sandığımız gibi olmadığını görüyordum.
Örneğin köpekli insanlar birbirleriyle karşılaştıklarında kırk yıllık dost gibi davranıyorlardı birbirine, hayır, daha önceden birbirlerini tanımıyordular, öyle ya da değil, köpekleri birbirine atılıyor, olmadık oyunlar sergiliyor ve köpekli sınıf diyebileceğimiz bu zarifi insanlar, zorunlu olarak lafa tutuşuyorlardı. Stres belki bu yolla atılıyor, kalabalıklardaki yalnızlık yeniliyor ve kısa süren bir mutluluk yaşıyorlardı. 
Şunu söylemeden geçmemek gerekir, uzun süren bir mutluluk kıvılcımı olamaz, belki kendisiyle barışık insanlar vardır, bu zaten bir yetenek, sorunların çözülmüşlüğü belki nedendir,  olabilir ama, her yerde, her semtte bu tip insanlar varsa olay bir açıdan bakış açısıylada ilintili olabilir diyebiliyorum. 
Mutluluk atalete yol açar gibi algılanabiliyor, sorunlu ve bunu alışkanlık edinmiş insanlarda, oysa yaşama, hep kederli ya da alelacele varsayılan tepkiler, algılar ve edimler birliğiyle  gergin bakıyor olmak, bizim insanlarla, insanlıkla iletişimimizi bozuyor, kazanabileceğimiz şeyler bir kayba dönüşüyor, bilinçli biçimde yalnızlaştığımızın ayırdına varamıyoruz, gelecekte başarılı olsanız bile bir nedenle, gerginlik ve keder, olumsuz, negatif bir kişisellik, nobran bir yapının eril zorunsallığı, düşünmesizce yüzen 'hayat balığı' ya da cadılaşımın sürüklediği bir femmefatalelik insanı mutsuz kılmak bir yana yaşamdan alabileceği şeyleri en aza indirgeyebiliyor, bunun ayrımına varamıyoruz. Bekleyin ve görün, büyük bir olasılıkla yaşamsal sorunlarımızın, bizi engelleyen, mutluluğu bırakın yaşamda bizi nevrozlu ve uyumsuz birer yaratığa dönüştüren durumlar, versiyonlar kendimizden kaynaklanıyor. İyilik meleği olmak, şeytani görünmek, melankoliye tapar hale gelmek ya da sinikleşmek değil dile getirmeye çalıştığımız...
Düşünceyle alabildiğine ortak yaşamak, simbiyoz yaşamı tek bir vücuda dönüştürüp, özdeşleşir olmak ve sorunlarımızın kaynağını belirleyebilir hale gelmek ve  kendi önyargılarımızın tutsağı olmadan, daha objektif ve daha derinlikli olmayı başarabilen, erdemle,  enginliğin dolambaçlarında kolan vuran tanılara ulaşabilmeyi amaçlayan, çözümler üretebilmek amacımız. Gerçekte, insanca ve olması gereken yaşamsal varoluşla, kozmolojik derinliğin saltık nedeni sayılabilmelidir bu!..
Yaşam bizi perişan ediyor demek bir kaçış, kolaycı bir teslimiyet, utancası bol bir yenilgi, dengeler yaratabilmek neden bu denli zor olabiliyor, maddi gerçekliğin ağlarında, bizi tutsak  eden dünyalarında, ehvenci bir tutumun, yüz kızartıcı kolaycılığın, basite indirgenmiş, ruhsal çözümleri bir çırpıda kendimizce üretebiliyor olmak, deyim yerindeyse yaşam karşısında bizi geri bırakıyor. Yenilgiler, dahası acılarımız, ezilmişler ansiklopedisinin sayfalarını değişmeyen bir yazgıyla süslemekten kaçınmıyor artık ve bu bizim göz alıcı özelliğimize dönüşebiliyor o bildik periferisinde, -olay ufkunda- , bir ayrıcalık  ve kimselerde görülmeyen kutsanır bir vuzuha, bir tür ermişlik ve aydınlığa, mazohist, olmazsa olmaz zevklerimize, acınası bir gösteriye dönüşebiliyor artık olanlar!.. Acılardan kahramanlık yaratabiliyor insanlık, ezilenlerden de kahraman, garip gelebilir söylem ama derinliğine düşünüldüğünde bir alış veriş bu ve karşılıklı bir söylem ve alışkanlığın bıktırıcı, utanmasız  serenadı kanımca... Yüz yılları göz önünde bulundurduğunuzda bu bir oyalamaca ve belki de  işbirliği!.. Çok yönlü ve öznesini bile yok eden bir illüzyona da dönüşebiliyor . 
Düşünmeye, düşünceye yer vermiyoruz yaşamımızda, eylemlerimiz önümüzden gidiyor... Kaza olduktan sonra yorum yapıyoruz, yenilgiler ansiklopedisinde  bıkmadan usanmadan, sonsuzca sayfalar ayırıyoruz, gerekçeler, olaydan, yaşanırlıktan sonra uydurulan birer düşünce çöplüğüne dönüşüyor, elem veren dünyamızda...
Yaşama yenik düşen toplumlar, kendi gerekçelerinin saltanatıyla geçip gidiyorlar, kulluğu benimsiyorlar, başkalarının araçlarıyla tarla sürüyorlar, el kapılarında düzayak işlerin, kapı önü süpürmelerinin kayıtsızlık veren mutluluğunda zamanı unutuyorlar. Onlar gerçekliğin bir parçası olabilir ama insanlığın bir parçası olmamalıydı, çünkü adil değil!.. Onlar ne yazık ki yenilgilerine gerekçe olarak öbür dünyayı sunabiliyor  kitlelere, sınıfsal argümanların tüm coğrafyalara yayılmış gizli manifestosu belki de bu... Gerçek bir hak edilmişlik ve haktanırlıkla yaşayan toplum, ölümü kutsar mı, acıyı içselleştirir ve adaletsizliği yücelere havale edebilir mi, bu kolaycı ve aşağılayıcı bir yaklaşım ve bu toplu intiharların utanç verici ihanetlerine dönüşüyor giderek, tanrıya, insana, yaşama, evrene, tüm töz ve vargılarla, benimsenmiş, edinilmiş tüm algılara ve yargılara... Çünkü olması ve yaşanılması gereken bu olamazdı!..  Tanrı bunu buyuruyorsa eğer, yarattığı dünya adı üstünde bir soyutlama ve bir kurgu o zaman, bir tür yalan ve bıktırıcı bir oyundan bileşik sayılabilirdi, öyleyse tanrı bir  yalancı mı ve biz boşuna mı uğraşıyor, koşup duruyoruz gerçekte, öyle mi, tanrının diğer yaratımlarına bakın da, yarattığınız ve sürdürüp gitmekte olduğunuz acılarınızın utancıyla, tanrılarınızın; sürgit sizleri aşağılamasına katlanın ha, bir ömür boyu, kıyamete kadar. Bir yalanın ve bir oyunun ardında, mutluluk veren ve sonsuz güzelliklere gark edecek bir dünya ve bir yalan ve bir oyun olduğu halde sizi sonsuz cezalara mahkum edecek bir düstur varsa, bunda sizin hiç bir dahliniz olamaz!.. Bir düş ya da bir hayalin (rüya) varlığından dolayı, onu gözünde canlandırıp, bir uykuda düşlenip, yaşanmasından dolayı, yargılanan birini göremedik daha!.. Öyleyse her şey dünyada!.. Ve 'Homo homini lupus'... Ötekilerin ve diğerlerimizin kurduyuz biz!..
Doğu yüzyıllardır böyle diyeceğim ama bu bir klişe, bıktıran, kendi çıkmazlarımızda, dolambaçlarımızda bizi sürekli boğan, ayaklarımıza pranga, dilimize pelesenk olan bir balçık ve  bönkörlük bu... Bizim sözlemlerimiz, eylemlerimizden sonraya kalıyorsa, düşüncelerimiz olay ufkunun ertesinde ortaya çıkan zorunluk, zorunluluk  oluyorsa, mutlu ya da yaşama bağışıklık sağlamış, dengeli ve hakbilir, yaşama sanatını gerçekleştirebilmeye yatkın yaratıklar olabilmemiz ne yazık ki olanaksız!.. Ne ki evrende yalnız değiliz, en ileri kordalı biçimler ve eylenimlerde, iktisadi teoremlerin süslediği cennetlerde, görkemli ve dudak uçuklatan caddelerin arka sokaklarında soydaşlarımız var bizim. 
Düşünceye, eleştiri ve sorgulanıma değer vermiyoruz biz, her kavramı kendi çevrenimizde ışık gibi eğiyoruz, madem ki göreceli diyoruz, öyleyse biz de doğruyuz, bir alışkanlığın pençesinde arpacı kumruları gibi dolanıyoruz, kumruyu düşüncesizliğimizin suçlarına, onmaz günahlarına, gaddarca olgularına, oluntularına umursuzca ortak etmekten, yazgı dediği uyuşukluğun tembel yaratıklığında, varis dolu dünyalarını umarsızca  seyretmekten yüksünmeyen yaratıklarız biz. Anomali, tümör ve safra!..
Edimlerimize, eylemlerimize başlamadan, bir o kadar, yıllarca yıllar kadar düşünsek, bir araştırma yapsak diye tümce kuracak olsak,  ötekiler, onlar ya da bizler acınası ve gizli bir iğvanın utancasız hoyratlığıyla, kendimizi yenileyememenin,  ezikliğinin sultanbeylisi gibi, karmakarışık ve aşağılayıcı bir gülütle bakıyoruz birbirimize... Yapacağım ama henüz düşünüyorum dediğimizde, bizi kaplumbağalarla, kovuğundaki yavaşçıl kırkayaklarla, solucan ve tembel hayvanlarla bağdaşık-bağdaşıksız ilintiler kuran  bir kitle, bir insanlık var karşımızda... Sonuçta ne oluyor, düğüne giderken cenazeden dönüyoruz, işe giderken, iş arar hale geliyoruz, kitap okurken onu birden duvara çarpıyor, 'Tanrım, pabucu yarım, çık dışarı oynayalım'a dönüşüyor dünyalarımız... 
Sakıncasızca söyleyelim, bu bir uyanış değil, umarsızca kendimizi aşağılama!.. Alaysama kabullenimin öbür yüzüdür, 'komedi' sürsün ama gülelim demeye benzer!.. Komedi erki eleştirirmiş en buzdağı zamanlarda, şaklaban, avanak, maskara, soytarı hükmedenin sarayına en yakın insanlardır, onlar nasıra basmaz, yarımayak  illüzyon sunup, okşar ve tarih komedi ile Koçero'nun yan yana geldiğini görmemiştir. Komedi acılarımızla yaşamayı öğrenmek sanatıdır ve etik olmayan bir sinopsistir. Herkes ölür komedi sürer, aksini gören var mı?.. Komedi gelişmemişliğin saltanatıdır. İki ileri bir geri, iki kesinlikle komedidir, geri olan direniş, varoluş!.. O gelişmemiş toplumun biricik payandasıdır, ayakta tutar!.. Ayrımında değil miyiz, harikulade, işte komedi bu denli olağanüstüdür!.. Ne ki gelişmemişlik tanrısını bile, kendisine benzetir!..
Düşünce, felsefe, donanım, bulgu ve dizginsiz araştırmalar yaşamımızda yer etmedikçe, bilimin, kurgunun, bilinmeyenin ve yortunun dünyalarında bir toplum olarak bizim; fason,  yani bir tür hazıra konma alışkanlığından kurtulmamız olanaksız. Acılarımızdan ve ezilmişliğimizden sıyrılmamız sonsuzca güç!.. Binalarımız bitmeden çöküyor, zakkumdan kanser ilacı yaptık diye çığlık atıyoruz, bisiklet yolu olmayan yollarda  at arabası kullanıyoruz, asansörlerde  mahsur kalıyoruz ve olanlara ağlıyoruz, gülüyoruz ve yine ağlıyoruz biz!.. Gözyaşlarımızın işlevi tüm becerilerimizden ilerde ne yazık ki, bir o konuda rakipsiz ve tanrıcıl birer kullarız biz.
Eylem bir anı kapsar, diğer deyişle hareket yüzyıllar süren düşüncenin kıvılcımı, parlayan bir yıldırımıdır artık. 'Bana bir manivela verin dünyayı yerinden oynatayım' derken bu basit gerçekliğe ulaşabilmek için yüzyıllarca bekledi insanoğlu, atomu parçalayabilmek için gökteki yıldızların akışını izledi, atmosferin dışına çıkabilmek, görünmeyen bir boşlukta var saydığımız kuşağı geçebilmek, bizi sarmalayan esirin dışına kendimizi atabilmek, dünya adındaki yaratan ve  doğurucu olana yukardan bakabilmek için, yeni bir dünya yaratabilecek kadar zamanlar geçti. 
Bu düşüncenin, bir gecikme, bir gerileyiş, bir atalet olduğunu ileri süren toplumlar için korkunç bir handikaba dönüştü. Biliyoruz ki  önce düşünsel dünyalarda elektronlar çarpışıyor, hızlı tren önce nöronlarımızda gidip geliyor, uçaklar salt kanatlılara  bakarak uçmadı, öncelikle tümüyle düşüncelerimizin koridorlarında uçup gitti onlar... Ne yazık ki sıkça unutulan, göz ardı edilen  bir şey var, hareketin 'en basit' biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünce!.. 
Biz hareketin en gelişmiş biçimine varmadan, en basit biçimini sergiliyoruz, ama bir gariplik var, evrende bir kavranı, somut ve soyuta -her şey gibi- dolayımlanabilen bir tözün ya da görünürlüğün, en gelişmiş biçimini, en basit biçiminden, gerçekte daha kolaylıkla  yerine getirilebilen ne var; düşünce!.. O basit dediğimiz nedir;  eylem, yer değiştirme diye özetleyebiliyoruz. Düşünsel hareketi, can alıcı umursamazlığımızla, onu zamanımızdan çalıyormuşçasına, göz ardı ediyoruz ve yangınlarda bebeğimizi kurtarmak için eve dalıyor ve çocuğumuzla birlikte bir Deli Dumrul, bir kahraman, 'en kahraman Rıdvan' payesiyle, bilinmeyen, görünmeyen bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa göçüp gidiyoruz. Rıdvan'ın meleklerden biri olduğunu bilip, öğrenemeden ve bu tuzaklar ve öbür dünya kardeşliğini, düşünceden uzak olmanın tanrısal cezalarına karşı bir panzehir olarak sunmaktan başka bir amacımız, çaba birliğimizde  yok bizim. Çelişkiler doğrulanımı berkitmek içindir, ayrıksı olan, kuralların kuvvetlenmesine yarıyordur.
Tanrı gülüyordur diyeceğim ama düşünmeksizin  söylüyor olmaktan ürküyorum,   çekiniyorum haklı olarak!.. Bir kez güldürmüşseniz birini, o gülmeyi pek seviyordur belki ya da doğallıkla gülmekte gerekebilir, ama ikinci kez gülüyorsa, güldürüyorsanız  birini, inanın kaçınılmazlıkla sizin onulmaz bir dahliniz, yetenek dolu bir pandomiminiz vardır artık olayda... Üçüncü kez güleceğini sanmıyorum tanrının, gerçekte bir trajedinin, giderek bir sanrıya dönüşen, gizli bahçeleriyle süslenmiş mazohizminin seremonilerine  gülmek, niçin hoş karşılanabilecek bir şey olsun ki!.. Gülmek ağlamaya evrilebilen tek edimdir dünyada!..
Ama tanrı belki de, gülmekten başka bir şey yapamaz hale gelmiştir, belki de ipleri elinden kaçırmıştır da bilmiyoruzdur... Kısacası düşünmek yaşamın varlık  koşulu, olmazsa olmaz erdemi, kesinliğin saltanatında hüküm süren kaçınılmaz olgusudur. İnsanlık onu terk etti. Yörelere ve ayrı ayrı kolhozlara dönüşerek günahlarını bölüştürdü diye düşünebilirsiniz, ama yeryüzünün neresinde bir umursuzluktan, kana düşkünlükten,  bir soluk durmuş ve her hangi bir yörede, bir vahşetten,  bir acınçdan, bir kirpiğin kıpırtısı dinmiş, son iç çekiş köyüne doğru bir yolculuğa yuvarlanmışsa, insanlık ölmüştür diyebiliyoruz henüz... 
 Düşünmekten uzak bir toplum ve insanlık, gene de yaşamın bir parçası olduğunu sanabilir, gerçekte o bir debilin ve Homongolosluğun aksamıdır ne yazık ki, düşünmeden geçip giden, düşünmenin kutsal varyantlarında süzülmeden, viyadüklerinde ezilip, hücreleri, gözeleri yenilenmeden, inci gibi parıldayıp düşlerini süslemeden yaşam sürenin, geçip gidenin, mimesis kurbanı bir parodiden,  ipin üstünde zıplayan aynamız, acıklı bir  palyaçodan hiç bir farkı yok, o tanrıyı, yaşamı, diğer insanları, gökleri, yeryüzünü ve tüm alemi alaysayan bir sapmanın, göğsündeki kanseri göremeyen bir urun, bir habis irinin, kindar bir hiçliğin, karakinin, itinç ve tiksintiyle dolu bir  yığıntının  dışa vuran  kâbusu, bir  karakoncolosu ne yazık ki!.. O yaşamın  büyük düşmanı, tanrıyı yadsıyan ilkinsil yaratık, evreni hiçleyen, bir ben vardır benden içeri demekten aciz bir klon, bir uzam ve zaman katili, insani hırsızlığın çığırtkanlığını yapan bir kapkaççı Frankestein ve kozmosun canisi, kan içici bir  zombi, acınası bir moronudur!..
Kutsal kitaplar 'Oku' diye açılıyor, her peygamber düşüncelerinin dağlarına, doruklarına  çekiliyor, simya zaman içinde kimyaya dönüşüyor, yaşamı yadsıyanlar, insanlığın bulgularını, emeksizce, kayıtsızca, katkısızca,  bir imana  dönüştürenler, gergedanı, camızı, buffaloyu hala ulaşım aracıymış, bir meta, bir makineymiş gibi kullanıp, evreni var etmek yerine yok etmek süreciyle, yaşamı insanlığa yakışmayan bir vandallığın bilgeliği gibi sunanlar, gerçek inançsızlardır. 
Onların bir dini olabilir, bir mezhebi, bir bilimi, bir kitabı da olabilir ama emin olabilirsiniz ki onların bir tanrısı yok!.. Yaşamı hiçleyenler ölümün kucağında uykusunu arayanlardır, tanrı yaşamı neden yarattı diye soramazlar, çünkü onlar münkir, çünkü onlar yadsımacı ve  onlar insan-ı kamil değil.
 Onlar hiçliğin kurbanları, çünkü düşünce görünmüyordur, bizi türün öbür bireylerinden  ayıran tek şey, edimlerimiz, elde ettiklerimiz, sonuçlar ve sürdürmekte olduklarımızdır... 'Ne Pataşon gibi bir cüce, ne Masist gibi bir dev, ne de Willi Frich gibi bir babik oğlandı o, iki ayaklı, tek burunlu basbayağı   insandı o!..'
Tanrı bizim içimizdedir ve bu sayfalar bizim türevlerimizdir, ama  sözünü etmek istediğim, gerçekte yazmaya yeltendiğim, paylaşımı düşündüğüm olaysa şu...
Başta sözünü ettiğim kafede otururken, köpekli insanlar kendilerince bir ayrıcalığın, görsel bir  yüklenimin  duyumsanır gösterisinin, kolayca kabullenirliğinin alışkanlığında mutlu, yokuş aşağı salınarak giderken,  kavşakta bir adam belirdi, katip Bartleby gibiydi, eski, kanatları düşmüş, daracık  bir fötrün gözlerini saklı kılan gizeminde, yıpranmış, cılız bedenini göz alıcı yapabilen bir Tom Sawyer, Huckleberry Finn veya  bir 'Şehir Robensonu' gibi olmaklığın  çekiciliğinde, Dede Korkut ya da Diyojensi bir derinliğin edebinde devinimsiz  öylece duruyordu. Arada üç beş adım ya atıyor, ya atmıyor derken, gözlerini yerden kaldırmadan düşüncelerinin esiriymiş gibi, sanki bir adım daha atarsa  tökezleyecek, eli ayağı tutmaz olacakmış gibi hareket etmekten uzak, belirsiz bir korkunun, gizençli  tutsaklığında, kökü sanki sonsuzluk kadar uzun  bir geçmişe dayanan gizil bir  dehşetin pençesinde, gelip geçenleri hiç umursamadan duruyor, ağız penceresini tutan çenesi sanki titriyor, düşüncesinin hazzına dalıyor,  çekiniyor, ürperiyor ve  minicik bir  adım atmaktan da ödü kopuyordu sanki... Anomali kabilesi bizler,  erken bunama adını veriyoruz bu sanrıya, peki, bir düşüncemi yoksa bir eylem yüzünden mi paramparça oldu  bu adam!..
Hiç konuşmuyordu da, düşünüyor gibiydi yalnızca, elini çenesinde tutuyor, hafifçe dönüyor ve sonra sonsuzca bir bekleyişin  sunağı başında bir nöbete başlıyordu sanki... Orada uzun süre aynı  fasit dairenin içinde, türün öbür bireylerinin gülümseyişinde,  s/empati uyandıran bir varlık gibi dönenip durdu. Hayranlık vericiydi ayrıca, işte dedim, düşüncenin, düşünmenin elem verici sonsuzluğu, bitimsiz yükü altında ezilip mahvolmuş, nöronları sinapsları berhava olmuş, felce uğramış, dalıp gitmelerin, yaşamdan kopmaların, deruni, engin düşüncelerine saplanmanın duraksattığı, anlağını bir meflüce çevirdiği 'gerçek' bir meczup!.. İnconnu, nedeni bilinmiyor!.. Emel denizlerinde boğulmuştur belki de...
Biz, yaşam perişan ediyor diye düşünebiliriz ama düşüncenin karanlık dehlizlerinde, sonsuz varyantlarında gerçekten yol alabilseydik, kutsal, yücelen bir körlüğün, erişilmez ulu bir dilsizliğin, sonsuz bir kümeye, bir çukur ya da tümseğe dönüşmüş, tavaf edilen bir  devinimsizliğin kurbanlarına dönüşebilirdik. Bu içe dönük tanrısal bir eylemdir yazık ki, barbarian görsellikten uzak, peki neyi değiştirebilir bu, çözümün düşüncede olduğunu söyleyebiliyorum ama ne olabileceğini söyleyemiyorum. Hareket,  düşünmezliğin ele geçirdiği, düşünç  diyarlarının o cennetsi,  mutlan verici kutsallığından uzak insanlığın gölgelerinden, cansız, kof bedenlerinden Frankeştayni ruhta insanlar, umarsızca üzerinde yaşadığı topraklardan canavarlar yarattı, keşke düşüncenin enginliğinde, sonsuz kutalmışlığında taşa dönüşmüş bir veli, kendine bile zarar veremeyen bir zır deli, Diyojen ya da köpeksi bir filozof gibi; insanlar avuçlarıyla su içebilirmiş diye, siyanürün kalayladığı tası fırlatıp atan bir enderunî olabilseydik. O zaman, güzel sanatların bir dalı olarak cinayet adına, kendimizi yok etme ya da varlıkları öldürebilme tutkusundan kurtulabilirdik belki de!.. Yazık ki avcı kendi ölüsünün önünde duruyor!..
Düşünmek harap eder insanı, köprü altını yurtluk yapmaya yarar, yoldan çıkarır ve fenafillah alemine yollar!.. Öylemi? Doğu ne yazık ki, milyonlarca insanın düşünceyi yadsıyan cehenneminde binip bir alamete, giderken kıyamete, bunu düşünebiliyor. Düşünür olmaktan sıkılıyor, düşünce onun zamanını, yaşamını elinden alıyor, hangi tanrının düsturu bu ve insanın insana kulluk ettiği hangi öğretinin kurbanlarıdır onlar. Onlar yazık ki kendi yarattıkları cehennemlerin müritleridir.  Ne  korkunç, ne acı ve tepegözün düşlerine bile sığmayacak kadar acayipliklerle dolu bir Bin Bir Gece Masalı!.. Unutmayalım ki düşünmek düşüncelerimizi, bilgi ve görgülerimizi yadsımak, yeniden yollara düşmek ve kuşkuların, sorguların dünyasında eski cennetlerimizden korkmadan, yeni ve başka cennetler aramaktır!..
Ölülerin dünyasında bizlere bağışlanmış cennetlerin kan kokusunda, ulumaktan bıkmış, usanmış  yaratıklar görüyorum ben ve cenneti istemiyorum, bir cehennemde yaşayabilirim, erinç içinde olmayabilirim, çalışabilirim, koşabilirim, gölgelerde karanlık düşlere kapılabilirim ama ölüm ve öldürmenin, barbarlık ve vahşetin bağışladığı cennetlerin can verici, baygınlık ve sarhoşluk yayan kokularının, korkularının  içinde sonsuz bir mutluluğun peşinde yaşayarak zamanımı tüketmek istemiyorum, birinin yok olmasına göz yumarak, birinin çığlıklarından  fermanlar okunmasına; birilerinin ölümünü kutsayarak, birilerinin kader ipliğinin koparılmasına dayanamıyorum ben, soluk alamıyorum böylesi bir yaşamda, böylesi bir cennette, böylesi vaatlerle doldurulmuş  akar sularda, zümrüt yeşili korularda, ışıklı aylaların süslediği yıldızlarla  mutlu olamıyorum ve böylesi bir yaşam istemiyorum. Hepimize bir gül bahçesi vaat etmiş olsalar da!.. Ruhum ölmüş benim, bedenim topraksı, gözlerim kapalı ve dilim dönmüyor, puhunun bile yüz çevirdiği çehrem  kül renginde  görmüyor musunuz!.. Yalnızca düşünüyor olabilmek yeterdi... Yalnızca tanrıyla, yaratıcılarla, doğurucularla yaşıyor olmak mutlu edebilirdi beni...
 Hiç konuşmayan o kafenin önündeki, sanki saltık düşüncenin ezimi altında yıkılmış, yükü altında ezilmiş, mahvolmuş, yaşam karşısındaki şaşkınlığının, paradoksların usa sığmaz şaşırtısında  sınırları parçalanmış, ötelere geçmiş bir insanı, kitleler; diğerlerinin ne denli doğru yolda, ne denli haklılar ve denli kusursuz olduklarının bir gerekçesi, göstergesi olduğunu sanırlar, ileri sürebilirler. Delilerse biz üç kişiyiz, siz dışarda kaç kişisiniz der, tıpkı şu yaklaşımlar gibi...
Binler, milyonlar deliliğin edimleriyle, düşünceden uzak, çoğunluğun, uçurumlardan artarda atlayan koyunların sonsuz mutluluğuyla kıyamete koşabilir ve bir kara koyunu kendilerine uymadığı, hiç hareket etmediği, sineklenip durduğu için gölgelerde; kendi kutsal haktanırlıkları ve erdem dolu yaşamlarının  gemi azıya almış vandallıkları, hemoglobinle yükselen uygarlıkları, doruklarda kan fışkırtan basınçlarına, coşku ve özentiyle dolu dünyevi ve göksel alışkanlıklarına gerekçe sayıp haktanırlıklarının sembolü sayabilirler ve öylece de  sunabilirler.
Düşünmeden hangi doğruya ulaşabilmiş ki  insanlık. Göz, yolu, doğruyu görmeye yarar. Us olmadığında, düş-düşünce yoksandığında göz neye yarayabilir ki, kulak ne olabilir ki, ya dil...
Müzik, göksel duyum, varlık, yokluk, algı kapılarından geçen tüm paradigmalar, varsayımlar, var sanılanlar, zaman, uzam, kozmos, kaos, her nen, her şey  tanrının düşüncesidir, daha önceki yaşamında Kedrai'de yaşadığını anımsayan biri çıldırdı, Borges'in bir öyküsünde buna benzer bir imleç vardır, düşünceden tarih boyunca ürktü insanlık, evrenin gizlerinden çekinmiştir belki de, düşünceden uzak durmak  tanrıyı yadsımaktır, evrenle yüzleşmekten kaçınmaktır, yaşamı yoksamak ve hiçliğin kollarına uzanarak savrulmaktır. 
Sonsuz mutlan çok mu uzak...
Bilinmez, düşünerek, düşünceye iman ederek, gözlerimizi yıldızlara her çevirdiğimizde, neden ürperdiğimizi ve neden yalnız olduğumuzu  belki anlayabiliriz...
Belki de, 'hayatın ve ölümün amansız baskılarında', mutluluktan korkuyoruz biz!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder