18 Mayıs 2019 Cumartesi

ÖLÜMSEVERLİK 
Ölüm kavramı, insanoğlu hatta tüm canlılar, tüm yaratılmışlar için sevgi ve nefretin bir arada görülebildiği, uygulayımının soyut ve somut biçimde gözlenebildiği biricik kavramdır. Başkaca hiç bir olgu, ölüm kavramı kadar bizi birleştiremiyor, sonu ölüme varan, savaşlar, utkular, topraklar, denizler, şanlı tarihler, ülkeler, garip zamanlar, yazgılar, gezegenler, her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acılar, gurur dolu geçmiş, eski yeni gelenekler, haklar, haksızlıklar, efsaneler, tunçtan atalar, yıl dönümler, halk avcıları ve simgeler...
(Ah insanoğlu, tepkinizin şiddeti ve hızı, inancınızın yüceliğine kanıt sayılmıyor, istenç ve naralarınız, kin ve ihtiraslarınız arş-ı alaya yükseldikçe düşünce bulanıklaşıyor. Söz uçar ve doğru nerede diye soruyor melekleriniz, öyleyse yüzyıllardır yinelediğimiz, acılarımıza ve haksızlıklarımıza aradığımız umarı terk etmeliyiz. Bir yerde bir şey var, bir yerde bir şey oluyor, onu beklemeliyiz, onu bulmalıyız.  Seviyorsan yüreğinden kan fışkırmalı, acılar içindeysen yüreğim seni bulmalı ve şarkılarla, alaylarla, sevdalarla birbirimizin olmalıyız. 
 ...
'Doğanın getirdiği esin tatlıdır. / Gel dinle şu ormandaki keten kuşunu / Balözü içerir, sihir içerir / Sarhoşluk verir açlık çekene / Nasılda tatlı müziği yaşam üzerine / Sözütler, bilitler, bilgelik dolu öylesine / Meraklıdır şu usumuz / En güzel şeyleri yanlışlarla süsleyen / Derinliğine incelerken cinayetler işleyen / Gelin şöyle yanıma / Kapatın algı bahçelerini / Kimdir o  yanında yüreğini getiren. / Doğanın getirdiği ürperti ne tatlı / Ey sevgili, ey güzellik, ey gelincik  / Söz getiren, sevi getiren, bal getiren. / Şu çiçekçik!..')
Ölüm karşısında canlılar, insan, sevinçlerin en gösterişlisini, ürkütücü olanını yaşayabilir, acıların ve kederin en büyüğünü, en dokunaklısını, yaşamı boyunca unutmadan, tarih boyunca peşini bırakmadan kinle, nefretle, öçle, dinmez bir kanıksanmışlık, inanmışlıkla onu içinde taşıyıp, duyumsayarak, içkinleştirerek algılayabilir, bir dışa vurum yoluna başvurabilir.
Bir totem gibi benliğiyle özdeşleştirip, ondan kurtulmayı hiç bir zaman istemeden, denemeden, onu yaşamın bir gereği, kaçınılmazlığı ve onmaz yazgısıymışçasına onunla bütünleşebilir, var oluşunu onunla bir tutup, varlık ve yokluk tutkusunu (olgusunu) bu sınırlar içinde tutarak, taşıyarak, kendini bir yadsıma boyutuna sürükleyerek, onun vazgeçilmezliğiyle bir tersinirlik, bir agnostisizm ve anakronizm içine sürüklenerek, yaşamı, ölümün vazgeçilmez bir parçasına dönüştürerek, yaşamla gizil biçimde alay etmeyi, onu yoksamayı, hiçlemeyi ve öylesinelik içinde, bir zorunluluğu, bir görevi tamamlarcasına yaşamını sürdürerek, gerçekte ölümseverliğin, ölümün bir parçası olduğunun algısıyla, tüm davranışlarını, eylemelerini, ödeşkelerini bu duyunçla yoğurarak, içtenlikle ve gizil ve gizenç dolu eylemsellik, edimsellikle yaşamını ve ama gerçekte ölümünü sürdürerek, canlılığın ve tanrısallığın kendisine tanıdığı yaşam periyotunu, kayıtsızlık ve berhava edercesine tamamlayarak, sonsuzluğun merdivenlerine çıkmayı bir şan ve görülmezlik, biriciklik algısıyla özdeşleştirerek bu dünyadan ayrılır ve bilmez, bilinmez ki günahların en büyüğünü yaşamış, yaşamı yadsımış ve olabilecek en kötücül algılar birliğiyle zamanını / olasılıkla ömrünü tüketerek, evrene ve kozmosun birliğine karşı çıkmış, kutsanmışlıkla bağışlanmış olanın umarını bilemeden, gerçekte hiçlenmesi olanaksız bir şeyi hiçlediğini anlayamayarak görünürde bir asi ve bir isyankar olarak yaşama boyun eğmemiş ve körcül sonsuzluğa ölüme ve hiçliğe tapınmanın, bağlanmanın yollarını seçerek, gerçellikte kolayı seçmiş ve yaşamı nötrleyip, kendini de hiçleyerek, özbenini aşağılamış ve hak etmediği bir kutsanmışlığın armağanını çarçur ederek, bir para gibi sayarak, varlığın evrende bir adım öteye, bir kulaç ileri bile gidemeyişinin ne yazık ki sorumlusu olmayı üstlenmiştir... 
Varlık kendini niçin yadsıyor?..
Öyle ki, bu kendisinin ölümüne dek süren varsayımsal, kurumsal bir alışkanlık bir anomalidir ve ancak böylece biten bir kaygı, gariptir ki varoluş biçimine dönüşebilir. Savaşların, cinayetlerin, tüm ölüm ve öldürmelerin temelinde bireysellikle bu duygu yatar ve bu kitlesel bir patolojiye de dönüşebilir, bulaşıcıdır ve kitlelerin geleneksel, olağanüstü ve düşkıran sapkınlıklarının en başında yazıktır ki bu geliyordur. 
Bu neden böyledir, ölüm korkusu benliğimizde ve genlerimizde başlangıçtan beri yer eden bir fobi midir, varoluşun tek düşmanı, engelleyemediğimiz yenemediğimiz tek olgu bu mudur, eğer bir gün ölümsüzlüğe kavuşmuş olsaydık bile bu korkunun genlerimizden atılması, insanlık hatta kozmos tarihinin başlangıcından bu yana yaşanmış zamanlar kadar sürecek midir, bir o kadar daha bekleyecek miyizdir?..
Biz yaşamıyoruz, ölümü bekliyoruz pratikte, ama teoride her şeyin peşinden koşuyoruz, nükleer bombaların, atomu parçalamanın, evrenin efendisi, kozmosun voyvodası olmanın, annemizi sevindirmenin, sınıflar geçmenin, paradokslar, kaotik ve karmakarışık bütünsellikler içinde, binlerce kablonun birbirine karışmadan elektrik dağıtabiliyor olması gibi, ilginçtir ki yaşamayı da tüm benliğimizle becerebiliyoruzdur biz. Uslara durgunluk veren bir hayranlık ve sonsuza dek sürecek, kavrayamayacağımız bir şaşkınlıkla devinip gidiyor yaşam...
''Ölüm severlik eğilimi olan insan yaşamayan, ölü olan her şeye ,cesetlere, çürümüş şeylere, dışkıya, pisliğe büyük bir ilgiyle çekilen ve kendini kaptıran kişidir. Hastalıktan, cenazelerden, ölümden söz etmekten hoşlanırlar. Yalnızca ölümden söz ederken canlanırlar. Katıksız bir ölüm sever tipine an açık örnek kan sever monarklardır. Ölüm severler geçmişte yaşarlar; hiçbir zaman gelecekte yaşamazlar. İç dünyaları da doğal olarak duygusaldır. Başka bir deyişle dün sahip oldukları -ya da sahip olduklarını sandıkları- duygularının anısını özenle korurlar. Soğuk, herkesten uzak insanlardır. Benimsedikleri değerler normal yaşamı oluşturan değerlerin tam tersidir. Onları heyecanlandıran ve doyuran şey yaşam değil ölümdür. Belirgin özellikleri şiddete karşı olan tutkularıdır. Ona göre insanın en büyük başarısı yaşam vermek değil, yaşamı yok etmektir. Şiddete başvurmak koşulların ona zorla kabul ettirdiği geçici bir eylem değildir; bir yaşama biçimidir. Ona göre yalnızca iki cins vardır: Güçlülerle güçsüzler; öldürülenlerle öldürenler. Ölüm sever kişi öldürene tutkundur, öldürülenden nefret eder. Gelişmeyen, mekanik olan şeyleri sever. Tüm canlı şeylere cansız nesnelermiş gibi mekanik bir açıdan yaklaşır. Önemli olan deneylerden çok anılar, var olmaktan çok sahip olmaktır. Ölüm sever kişi bir nesneye-çiçeğe ya da insana-karşı ancak ona sahip olduğu zaman ilgi duyabilir.
Bu yüzden onun sahip olduğu şeylere yönelen tehdit, kendisine yöneltilmiş bir tehdit gibidir. O kişi sahip olduklarını yitirirse dünyayla olan bağlantısını da yitirir. Sahip olduklarını yitirmektense yaşamı yitirmek gibi paradoksal bir tepki göstermeleri bundandır. Denetime tutkundur, denetlerken yaşamı öldürür. Yaşama karşı içten içe derin bir korku duyar. Çünkü yaşam yapısı gereği düzensiz ve denetimsizdir. Adalet saydıkları şey uğruna ölmeye ve öldürmeye hazırdırlar. Karanlığa ve geceye karşı büyük bir çekilme duyarlar. Yaşama uzak olan ya da yaşama karşı yöneltilen her şey onlara çekici gelir. Ana rahminin karanlığına, geçmişteki inorganik ya da hayvansal var oluş biçimine geri dönmek isterler. Böyle bir insan korktuğu, nefret ettiği geleceğe değil, temelde geçmişe yönelmiştir. Buna bağlı olarak, hiç durmadan kesinlik peşinde koşar. 
 Ölüm severlik eğilimleri çoğunlukla en açık biçimde o kişinin rüyalarında ortaya çıkar. Düşlerde cinayetler, kan, cesetler, kafatasları, dışkılarla uğraşır. Aşırı ölüm sever kişiler görünüşlerinden anlaşılabilirler. Böyle kişiler soğukturlar, benizleri ölü gibidir. Yüzlerinde pis bir koku duyuyorlarmış gibi bir ifade vardır. Düzenli, saplantılı ve bilgiçtirler. Ölüm sevgisi kendini başka biçimlerde de gösterebilir. Başka insanların yaşam arzusunu yok etmek, karamsarlık ve bunu insanlara aşılamak vb gibi. Öldürme isteği, şiddete tapma, ölümü ve pisliği çekici bulma, sadizm, düzen gibi birbirinden çok ayrı özelliklerin aynı temel eğilimin parçalarını oluşturduğu doğrudur. Ama bireyler söz konusu olduğunda bu eğilimlerin dağılımı büyük bir çeşitlilik gösterir. Bir insanda burada sıralanan özelliklerden biri ötekine göre daha ağır basabilir. Ölüm sever tip kavramı hiç de bir soyutlama ya da birbirinden kopuk çeşitli davranış türlerinin bir araya gelmesi değildir. Ölüm severlik temel bir eğilim oluşturur. Bu eğilim yaşama verilen ama ona bütünüyle karşı olan tek yanıttır; insanın yaşama karşı gösterebileceği eğilimlerin arasında en sayrıcıl ve en tehlikeli olanı budur. Gerçek bir sapıklıktır bu. Yaşarken yaşam değil de ölüm, gelişme değil yıkım sevilir. Ölüm severlik eğilimi ağır basan kişiler içlerinde ki yaşam sever yanı yavaş yavaş öldürürler. Çoğunlukla ölümü-sevme eğilimlerinin farkında bile değildirler. Yürekleri katılaşır; öyle davranırlar ki ölüm sevgisi, yaşadıkları şeylere karşı gösterebilecekleri en mantıksal, en ussal tepkiymiş gibi görünür. Bedensel temizliklerine aşırı önem gösterirler. Hayata bağlı görünen ölüm makinalarıdır. ''
Bakın yazı ilginç kılınmak uğruna nelerle süslenecek ve neler anlatılacak!..
'Adam Almanya'ya çalışmaya gitmiş, bir süre sonra bir mektup almış, eşin seni muhtar A.C ile aldatıyor, asıl namus aşktır der Marquez, kime göre, neye göre!.. Adam Viranköy'e geri gelmiş, eşiyle yemiş içmiş, eğlenmiş, hiç bir sorun yok, ben gidiyorum demiş, gurbete, ama bir kaç saat görünmeyip gecenin yarısı yine gelmiş ve gerçekle yüzleşmiş. Tartışmışlar, içmişler gece boyu, kadın sızmış, adam bir baltayı kadının vulvasına iterek, gırtlağından çıkarmış, vahşi içgüdülerinizi bir nebze olsun serinletebildiysem ne mutlu bana... Başka bir vodvil, Habil ve Kabil olayı, İsabey kasabasının iki kardeşi, bir gün iki dönüm bağ için kavgaya tutuşmuşlar, İsmail, sanıyorum Hüseyin'i yanında taşıdığı silahını çekerek öldürmüş, daha önce çamurlu suların içinde boğuştuklarına dair izler varmış, çocukluk anısı bu tragedya, beyninin paramparça olup, toprağa yayıldığını söylemişlerdi, o gün bugündür, beyaz, pelte gibi bir şeyin, gerçekte varlığımız olan şeyin, elem veren görüntüsü gözlerimin önünden gitmez. Hepimizi ferahlatacak ölüm vakıaları belleğimde yok inanın, çünkü insanın yüzleşmek istemediği tek şey, vazgeçemediği şeydir. Yüzleşirse bir daha yineleyemeyebilir!..
Bir gün Paraguay'mı, Uruguay'mı bir yerde bir helikopter düşmüş, içinde önemli zat-ı muhteremler, suikastı bir gizli servis düzenlemiş, olay yerine vardıklarında bir kaçı canlı, ne olsa iyi, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği, kalanları uçurumun dibinde ölüme terk edip, oradan ayrılmışlar, öldürmüşler demeye dilim varmıyor ama siz anlıyorsunuz!..
Öyküler tat vermiyor seziyorum... İnsanoğlu can alıcısından, alıcılardan kahramanlar yaratmakta ustadır. Kabil, ilk katil, mitolojik destanların tümünde olmazsa olmaz bir cani vardır, Brutus bize yakınlarımızın en büyük düşmanımız olduğunu kanıtlar, İsa öldürme duygusunun ortak ve paylaşılır bir kan tutkusu olduğunu öğretir, Muhammet yalnızca ayetlerle geçiş olamayacağını ağlayarak öğrenir, İskender ölüm severlikle kalem tutmanın gereğini savunur!..
Hallac-ı Mansur'un derisi yüzülür, içine büyük bir iştihayla saman doldurulur, bu saman bir imgedir, yaşamı hiçlemenin, yeniliğin, değişke ve tersinirliğin gereksiz ve hiç bir zaman istenmeyen bir şey olduğunu, içgüdülerimize öğretir. Bu olay yüzyıllarca benzeri biçimde yinelenmiştir, Hypatia, Lüksemburg, Bruno, Marat ama gözden kaçırdığımız saman, olayda asıl işlevi gören bir simge, zamanlar boyu genlerimize işleyen bir göstergedir. Saman her şeydir bu olayda!.. Tüm anlam, tüm anlatılmak istenen, tüm varılmak istenen o kozmik nokta!.. '
Değişkeler ve bağlaşıksız anıştırmalar sürsün...
'Althusserizm' nedir?
 Acılarına katlanamadığımız bir dünyada eşinin, çocuklarının hayatına son verip, kendileri yaşamayı sürdüren kişilerde görülen anomali ve ruhsal sapkınlığa Althusserizm denirmiş. Doğru değil ya da doğru ama gerçek!.. 'Althusser elli yıldır birlikte olduğu ve taparcasına sevdiği karısı Helen’i bir sabah yanı başında uyurken elleriyle boğdu, bu aşağılık hayata daha fazla katlanmasına seyirci kalmaması için.'
Adam eşceğizini şu sefil hayata katlanmasın diye kurtarmış ama kendisi yaşamayı sürdürmüş. Stefan Zweig ondan beterdir, eşini öldürüyor sonra kendisi de yaşamına son veriyor. Olması gereken eşinin kendi yaşamına kendisinin son verebilmesi. Stefan Zweig etik dışı, katıksız bir davranış içinde, Althusser azılı bir can alıcı, ama Zweig daha tutarsızdır bu olayda, çünkü inancını, dogmayı bir başkasına kabul ettirmeye çabalarken, onu yüzde yüz bir saflık ve katışıksızlıkla kanıtlıyor, kuşkuya zerre kadar yer bırakmadan, oysa düşüncenin kaynağı, kuşku, eşdeğerlikle ve diğer bir deyişle şüphedir. 
Zweig kuşkuya moleküler bir boşluk ve bir karşı görüş olanağı tanımadan, kendi iç dünyasında, uygulayıma geçiyor ve bu davranışıyla düşüncesini bizzat kendisi yadsımış oluyor, çünkü düşünce kuşkudan doğacağına göre, her düşünce bir kuşku payı bırakmalıdır, komik ya da trajik olsa bile Althusser boğarak öldürdüğü eşinden sonra yaşamına son vermeyerek, intihar etmeyerek, bir bencillik gösterisinde bulunmuş sanıyoruz ve ona daha çok kızıyoruz, daha çok nefret ediyoruz ondan, oysa düşünüldüğünde ne yazık ki Althusser daha bir insandır, tanrının indinde insanın bir diğerinden farkı yoktur ve olamayacağına göre, yaşama fırsat tanıyan ve düşüncesinde; minicikte olsa bir kuşku payı bırakan Althusser yazık ki bir insan ama Zweig'ınsa bu noktada, kuşku götüren bir canlı, düşünen bir homoid ve üzülünesi bir dünya mahlukatı ve gelişmesi duraksayan bir 'kıro magnon!..' soyu olarak bir çeşit hayvandır ve Althusser'den daha geride bir düşünsel aşkınlığın figürü ve nüvesidir kaçınılmazlıkla, anlam keskin ve bütün olmalıdır diye düşünebiliriz, anlaşılırlık uğruna, o zaman geçmişe ve olup bitenlerle, o keskin kesinlemelerimizin kesinliklerine (düşüm ve sonumlarına) bir bakın diyor Althusser?..
Paradoksal bir görünüm bu, elbette insan, intihar eden iki insana daha çok saygı gösteriyor, ama birinin diğerinin intiharına, ölümüne yardımcı olması ya da iradesi dışında yaşamının son bulmasına aracılık etmesi, affedilmez bir şey.
 Hepimizde ölümsüz bir kindarlığa yol açıyor biliyorum, ama tanrı indinde hayatta kalan ne varsa, kutsal ve makbul olan odur ve tanrı insanat ayırımı yapamaz, buna muktedir değildir, gücü yetseydi eğer çok daha kaotik ve içinden çıkılmaz bir yaşamın içinde bulabilirdik kendimizi, anlaşılması çok güç olsa da... Öyleyse tanrının gözünde, Althusser affedilirken, Zweig lanetlenecektir. Çünkü biri her şeye karşın yaşamı ulularken, diğeri kesenkes ölüme bel bağlıyordur, tanrı kendisine karşı çıkanı affedebilir mi, tanrı ölümün efendisi değildir, yaşamın sultanı, can verenin, can sürenin hünkarıdır o, şunu düşünebiliriz ki, tanrı ölümsüzlüğe bir umar bulabilmek için yaşamı var etmiştir ve bunun sonucunda 'Hayat'ı bulgulamıştır. Bilgin ve en büyük yaratıcıdır o!..
Sonuçta, eril ve eşeysiz bir dünya anlayışının egemenliği altındayızdır, dişil ve eşlek bir dünya düşüncesinin egemen olduğu bir meltemsi ortama geçiş yapabildiğimizde ölümün sonu gelecek ve yalnızca yaşam hükmünü sürdürecektir. Bundan ne çıkar?.. Diğerinden çıkan ne ise, bundan çıkacak olanda odur, seçme hakkımız seçilmiş olan bizlerin!.. Ama bütünsel parçalanmışlık, parçalanmış bütünsellikten daha iyidir, madalyonun iki yüzü ama tanrının acıları da transfer etmesinin önüne geçmeliyiz, biz onun elçileriyiz ve ona yardımcı olmalıyız, çok mu çılgınca!..
Bakın bizler kimiz ve şu görüş dünyevidir kanımca; Size şaka gibi gelebilir, Adriyatik'ten Çin denizine Türkçe konuşuluyor. Bu konuyla ilgili gerçekleşecek negatifsel herhangi bir şey, uyuyan devin uyanması olur. Türki varlıkla ilgili anti unsural hiç bir gelişme kabul edilemez, olursa çok daha gelişkin anti unsurlar kaçınılmazlıkla devreye girebilir. Türkiler dünyada olabilecek en dar alanda yaşam sürmektedir, en minimum sınırlar içindedir, bu sınırlardan bir kürek toprak alınması, bir anakronizmin içine düşmek olur. 
Pers toprağı daha büyük şu an, peki Moğolistan ya da Çin'de varlıkları sürüyor mu onların, hayır, Tibet, Uygur, Azerbaycan vb. Türki dünyanın bölünmüş varlıklarıdır. Gezegenimizde Museviler birleşti, birleşmeyen Türkiler kaldı, mazlum olan artık onlar. Onlar Çin, Rusya, İngiltere (Abd), Almanya, Fransa, Hindistan, İspanya, Suudiler, İran gibi olabilmeliler. Bu ülkeleri birleştiren başat öğe, özellik din değildir, salt dildir. Bizi dillerimiz ayırmıyor, bizi görüş ve paylaşımlarımız ayırıyor. Bütün bu hay huyların içinde 'zampok eyin pi' diye düşünebilirsiniz ama bu görüşler ileri sürüldüğü ve belirlendiği gibi dar alanda dünyevi, yerel ve ferdidir, ama geniş alanda, kozmik dünyada ve evrende yanılsamadır, bir trajedi ve daha acısı trajikomiktir.
Bitti. Her şey bir gün aniden bitebilir. Geriye kalacak olan belki bir dize, belki bir şiir, belki de hiçbir şeydir.
''Ey gericil düşüncelerimiz / Kör kayalar, dağ gelincikleri. / Rameau; düşsel bir senfoni. / Geleceğimizi unuttuk / Hindolojiden gelenler; / Fransız değiliz diyor. / 
 Yıldızlar kucaklıyor bizi; / Nişaburlular gibi. / Ey Saksonya elektörü / Kardinal Richeliu / Ve işte ay gibi parlıyor yüzlerimiz. / Orada / Korkunç geçitleri dağ başlarının / Pan’ı çıkarıyor karşımıza / Rüzgârın hışırtısı ve meşelerin ıslığı / Sağaltıyor canımızı. / Solomonaleykümler / Korint gelini / Balbal taşları / Uçuşan guguk kuşları / Tepelerden gelen uğultu… / Aspurakan kralı / Ovit dağı / Kuşun soluması, / Üç kulaklı kaplan, / Şarlotan / Akşam karanlığı / Köknarların çangırtısı / Ve ormandaki kümeleşme... / 
Justine, / Bir Ispartalı gibi hızlı mızrağıyla / Süreyya yıldızına doğru uçarken güvercin / Ayasofya ve Yerebatan’dan geçiyor / Aşkın kanatları ne cin dinliyor, ne de Çin-i maçin. / 
 Ah çıldırtıcı çığlıkların ‘sapiensiyiz / Delicesine koşan / Düzensiz adımlarımız / Boynuzlarla, ışıklarla / Şeytanın fırtınasını parçalıyor. / İsa bu köye uğramadı yaygaraları / Tarkovski çiçeği / Behnan Şapolyo okumaları / Matriks ve döl yatağı / Engizisyon cadısı, Frankeştayn / Gagarin sokağında olup bitenler / God, Godot, Vizigot / de Tott / Pollution, mor tanrılar / Sms sinyaliyle öldürülen adam / 
 Ve Tebriz’de / Kuyuya düşen Murat Paşa… / Dalay Lama, Cundişapur, Volapükçe / Kaldığımız Nepal oteli / Hayretle gözlemlediğimiz Roma Çukuru... / 
 Vesaire, vesaire, vesaire…''



MORULA SAFHASI
Gamet cenge hazırlanıyor. Bellatriks uzaklarda gülümserken, Agememnon ordularıyla Truva surlarına yaklaşıyor. Güneş aniden yön değiştirip, eğilip bükülerek sölpükleşiyor ve kaygan gökte bir larva yığıntısı gibi akışarak, Güney Haçı içindeki yuvağına doğru gözden yitiyor. Sion birden beliriyor, planet okyanusundaki yerini alıyor ve beyaz bir karanlık çöküyor Utarit'e, her şeyin som beyaza kesildiği anda, Kırlangıç yıldızıyla kol kola gelen Altar, Akbulut'u çağırarak birliklerinin denetlenmesini istiyor.
Ön dölüt taburu Alanya'dan aşağıya dönerken, Tenerife alayları tepelerden doğru yaklaşarak mavi ay çocuklarına korkunç bir saldırı düzenliyor. Meteorlar geri geliyorlar, güçler eşitleniyor ve maddenin tümülüsleri acımasızca birbirini yok ediyor. Blastula umutsuz. Segmentasyon günleri. Uçsuz bucaksız metalik dut yığınları bir arada topluluk oluşturuyorlar. Embriyolar yılkı atları mı. Jinekolojik günler. Suni tohumlama çözüm olur mu. Mitoz bölünme çağlarının sonuna doğru Songün gelecek miydi. Blastomerler göz yaşları içinde...
Genom ve metilasyon, epigenetik bilgi kuyularına koşarak son bir umar arıyorlar. İç hücre kümeleri paralel zıtlık tuşuna basarak kozmik yapının dışına sürükleniyor. Tanrı karmaşayı görüyor ve ne yapması gerektiği konusunda bir kurulun oluşmasını buyuruyor ve üç parakete içinde bir edimin kesin olarak gerçekleşmesini söylüyor.
Toprak hacmi ve sıvıcıl baskı Fomalhaut'un cidarlarını parçalayarak enfraruj ışını renginde yeni bir kubbenin evrenin üzerine geçerek görüntünün değişmesini sağlıyorlar. Bu kısa süren bir sessizliğe yol açıyor, gastrula safhasını devreye sokan Goliath kesin çözümün bu aşamada ortaya çıkabileceğini söyleyerek, tanrının birliği konusunda güvence veriyor, canlılar alaylar halinde saflaşarak, savaşın sürmesinden yana görüş belirtiyorlar, içlerinden yaşlı biri ağlayarak bu kargaşanın sonlarını getirebileceğini ileri sürüyor ve arı, kuş-kelebek, çiçek bahçelerini kozmik ekrana yansıtarak, dev bir sesin görünür evrende çınlamasını ve bir şarkının dört bir yanı sarmasını sağlıyorlar.
Çocuklar ağlıyor, kadınlar aralarında bölünüyor, yaşlılar, mutluluk arayıcıları ofisine geçerek, sonsuzluğun ve ölümsüzlüğün peşinde koşmanın en doğrusu olacağını yineliyorlar, şarkıya kulak verip pişmanlıkla inliyorlar, bulut yoğunluğunu aratmayan gölgeler silsilesi vahşice dalgalanıyor ve şarkı tüm kozmosa sicim teorisi eşliğinde, ışık kamaları birliğince yayılıyor.
'Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşama, / İkincisinde daha çok hata yapar, / Kusursuz olmaya çalışmaz, kuşkulanmadan yatardım. / Sevinçle dolup taşardım / İlkinde olmadığı kadar, / Hiç bir şeyi / Somurtkanlıkla yapmazdım. / İçim dışım bir olurdu. / Sorun olmazdı hiç bir zaman. / Daha çok serüvenlere atılır / Gezerdim dünyayı göz alabildiğine. / Daha çok güneş doğumlarını izler, / Gün batımlarına sevdalanır / Daha çok dağlara tırmanır, / Daha çok yüzerdim göz alıcı ırmaklarda. / Görmediğim her yere giderdim. / Canımın çektiğini yerdim ve taşardım sevgiyle. / Gerçek sorunlarla ilgilenirdim / Düşsel olanların yerine. / Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılmak isterdim. / Yeniden başlayabilseydim eğer, / Yalnız mutlu anlarım olurdu. / Biliyor musunuz, yaşam budur zaten. / Anlar ve yalnızca anılar. / Siz de yaşayın. / Hiçbir yere su, gölgelik ve can simidi almadan, / Gitmeyen insanlardandım ben. / Yeniden başlayabilseydim eğer, / Hiçbir şey taşımazdım. / Eğer yeniden başlayabilseydim, / İlkbaharda çırılçıplak olurdum / Ve sonbahar bitene dek / Yürürdüm tanrının izlerinden. / Bilinmeyen yollar teper, / Güneşin ışığıyla yıkanır / Çocuklarla oynardım. / Yeniden başlayabilseydim eğer; / Ama işte alabildiğine yaşlıyım, / Ve biliyorum ki artık ölmekteyim...'
Kıpırtılar oluyor kalabalıklarda ve gölgeler, gerçeklikler, maddeler ve biçimsellikler yan yana geliyor. Kırmızı, sıcak, umut veren yeni bir güneş doğuyor ve cennetin sarıp sarmaladığı cesur yeni dünya, gökadalardaki yerini alırken, başarısını şaşkınlıkla kutluyor tanrı ve alabildiğine buruk, evrenin kıyılarından, sonsuzluğa gülümsüyor.
Ve biri yaklaşıyor O'na ve usulca bir şarkının sözlerini mırıldanıyor
'Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak / tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, / kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini, / oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını / 
ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim, "Sola gideyim," demeyi düşünmeden / aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, / 
 ve tırmandıkça heryerde Tanrı'nın soluduğunu, / yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü, / çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi / dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / 
Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması / sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın / ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska / altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak / tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen / o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / 
genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik / derilerini. / 
Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, / kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı / verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, / ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / 
 yalnızlığa doğru bir güvey gibi / elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin / Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, / gölgesi bile düşmez / bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, / ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür  seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; /  pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / 
Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, / iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, / şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü / o vahşi kuşu  ürkütmek için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.'

















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder