18 Mayıs 2019 Cumartesi

TÜMLEÇ

Irmak tanrıları, yeşil ruhlar gibi geçiyordu koyaktan, sarı kedi tırnakları, tüm yamacı kaplamış, karşı yamacı gelincikler, papatyalar rehin almış, araya minicik sümbüller serpilip, kızıl dağ gülleri karışmış, ağır bir koku yayıyordular. Basmaya korkuyorduk toprağa, cennetsi bir denizin arasında, ne çıkacağı belli mi, belki sarhoş bir arı, belki düşten renkli kelebek, belki tuhaf, çelimsiz bir böcek... 

Elele koşuşurken, gök tanrıları birden önümüze çıkmasın mı, ivediyle yön değiştirdik, bu tanrılar bakır sakallı, insan avcısı, Herkûli birer satirdir. Kaçışırken çocuk İsa tökezledi, elinden tutup kaldıralım derken, yanımızda birden rüzgâr tanrısı belirdi, İsa'yı aldı götürdü, ağlayıp, sızladık ama üç kişi kaldık, Gülsüm, İrfan ve ben. Mesih yüzyıllar öncesinden ölmüştü artık. Kanyonun içinden, derinlere doğru yürüyorduk, derken başka bir avcı belirdi,  gösterişli bir Nemea aslanı, kükrer gibi çıktı kovuğundan, insan suretindeydi ama yolumuzu kesti. Sadağında sülünler vardı, kuşun sarı tüyleri altın hızma gibi akıyor, mavi kuyruğu göktaşı gibi parıldıyor, yeşim taşı gibi yeşiller, safran, tufan, taflanı anıştıran göz alıcı renkler, tüm dünyayı yakıyor, gökkuşağı hayretle açılmış gözleriyle ona bakıyor ama zavallı kuş umarsızca çırpınıyor, çırpınıyor, çırpınıyordu artık. 

Önümüzde bir tavus yürüyordu, telekleri yolunmuş uçamıyordu kuş, gözünden yaşlar süzülür gibi bize baktı, hatırımız için kuyruğunu açtı, aman tanrım o ne hareler... Değişik renklerle bezeli sayısız gözler, sarılar, yeşiller, maviler, yıldırımlar saçan, arzular sayıklayan kırmızı, bulut alımında, kül renkli tüyler, elması, yakutu, zümrüdü andıran şeyler, binlerce renkler salınarak, hıçkırarak, göz yaşı akıtarak gidiyordu, tavus gözlerime baktı ve biz tutsağız dedi. 

Bir keklik geldi ötüşünü unutmuş, yakarıyor gibiydi, sanki cennetten kaçmış gibiydi arı kuşu, endamı güzel, ötüşü dünyayı tutar, dağlarda, ovalarda, ormanlarda yankılar güzelim kuşlar...  Avcı, göz alıcı,  giysileri püsküllü, sanki bir renk denizi içinde, köpeğiyse çalımlı ve pusatı göz alan, görkemli bir Adem oğluydu, kuşların kralı gibi yürüyor, onlara öykünmüş garip bir yaratık gibi hışımla ilerliyordu, acınarak baktık ve tanrının yarattığı bir canlının nasıl bu hale gelebileceğini düşündük, elden gelen hiç bir şeyin olmadığı bir dünyada, sanki için için ağlıyorduk...

Tepede ay, azize saçlarını süsler bir taç gibi incecik, parıldıyor, yürüdükçe yer sarsılıyor, uzakta ılık güneş altın oklarıyla ovaları aydınlatıyor ve dağlardan doğru yavaş yavaş inerek, alevden bir tanrı, her şeyin yaratıcısı bir ilah gibi süzülerek batıyordu. 

Koyağın içinde karadan kara bir mağara belirdi, belki kestirme bir aydınlığa çıkar umarıyla içeri daldık, duvarlarda gölgeler oynaşıyordu, karanlıkta tuhaf ışıltılarla parlıyor, karanlığın tanrıları önümüze çıkıyor, Deli Dumrul akça istiyor, ağaçlardan, hışırtıyla dallar sarkıyor, Hunbaba boğazımıza sarılıyor derken, kara köpekler salyalarını savurup, cehennemin Kerberos'u gibi ardımızdan koşuyordu. Sayısız  ecinniler tepelerden üstümüze atlamaya hazırlanıyor,  görüyorduk. 

Tabana kuvvet kaçıyorduk ki, birden garip bir şey oldu, o zamana dek hiç görmediğimiz kanatlarımız açıldı ve  havalandık, karayarlar ülkesini geride bırakmıştık. Acaba biz yarı tanrılar mıydık. 

Ölümcül tünelden çıktık, uçtuk uçtuk, yolumuzu izimizi yitirmiştik derken, havada demir kanatlı kuşlar gördük, arkalarından, masmavi dumanlar çıkıyor, ok gibi hızlanıyor, bizimle uçmak için sanki isteksizce yavaşlıyorlardı, bir İkarus cehennemindeydik,  kanatlar birbirine çarpıyor, kuyruklar alev alıyor, Uranos düşenleri yakalıyor, Satürn acıkmışçasına kimilerini boğazlıyor derken,  ışıklar içinde yüzen, dingin sakin bir cennete geldik ve süzülerek ditramboslarla, gospellerle, türkülerle yere indik. Dev gibi kuşlar otluyor, ceylanlar bakışıyor, kulakları göklere kadar uzamış tavşanlar el ele tutuşmuş, gelip geçenlere bakıyorlardı...

Çok uzaklardan garip sesler geliyordu, bulutlardan örülü, düşlerle dolu bir tepeyi aştığımızda, bir çağlayanın çevresinde su perilerinin gürültüyle gülüp oynaştıklarını gördük. Onlara tümüyle yabansı, ürkünç sesler çıkarıp, aralarına daldık, çil yavrusu gibi dağılıp, uçuşarak tepelere tünediler, sonra bizim insan yavruları olduğumuzu görüp aramıza girdiler. Hep birlikte çığlık çığlığa haykırışlarla suya girdik, sevişip, eğleniyorduk...

Gece bastırmadan evimize dönelim dedi İrfan, Amine'nin yavrusu bizi bekliyor, ürküsül şeyleri bırak, der demez toynaklı olduğunu gördüğüm bir peri, birden canavar kılığına bürünerek, onu tüylerinin arasına alıp uçarak gitti, çığlıkları kurtarmamıza yetmedi, pare pare döküldüğünü görüyor, bir bulut gibi toza dönüşerek, yıldız gibi savruluşunu izliyorduk, hemen bizde kaçıştık oradan, Gülsüm ve ben kalmıştık... Vardığımız ıssız, boşlukta durur gibi bir yerdi, aniden yerin altından dev gibi bir uydu çıktı, demir yığınıydı, robot yüzüyle, parlayan bir şey geçti, el ederek uzaklaşıyorlardı, içinde sanki İrfan'ı görür gibi oldum, az önce vahşi bir peri alıp gitmemiş miydi onu, ölmemiş, belki de kurtulmuştu... 

Gözümüzü kapatır kapatmaz, ak bulutlarla dolu bir ormana geldik, ortalık çok sakindi, her şey uyukluyor gibiydi, altın oklar, ışıklar, otların arasında dolaşıyor, kıpırdayan her bir şeyi sarıp sarmalayarak, göğsüne bastırıyor, öpüp seviyordu.  Güller oynaşıyordu, minicik böcekler, küçücük otların orasına burasına tırmanıyor,  boynuna dolanıyor ama bir türlü uçlara varamıyordu, tam varacakken, tanrının süpürgesi bir yel  geliyor, oradan alıyor, onlarda yolculuklarına yeniden ve yeniden başlıyordu. 

Sisifos söyleni bu olsa gerek dedim,  bir düşten uyanır gibi, gözlerimin içine baktı ve usulca öptü Gülsüm, derken önümüzde beliren yanar döner, kule gibi parıldar, kocaman bir lambanın içinden, bir dudağı aşağıda, bir dudağı yukarıda bir dev çıktı, Kırk Haramiler'den biri gibiydi, Ali Baba nerede biliyor musunuz dedi, elest alemlerinin içinde miyiz ki dedim, dev kahkahalarla güldü ama boşuna kanmışım, birden Gülsüm'ü yuttu, su gibi içti, tek başıma kalmıştım. 

Yanımda bir tanrı belirdi ve eliyle bir  ışın demetini gösterdi ve  yanımdan hızla geçti ışın demeti, toprağı oyup, uzun bir boşluk açtı ve yakarışlarla içine düştüm, inanılır gibi değildi ama, sarhoşluk veren kokular arasında uçup durdum, kokular nereden geliyor bilemedim, ilahi ninni gibi mırıltılar içinde savrulup duruyordum, dua edenler kimlerdi göremedim, İsa, İrfan, Gülsüm belki de yaşıyorlardı,  ışık demeti gümrah toprağı oyarak, ok gibi gidiyor, uçuşan rengarenk kelebekler, yusufçuklar, uç uçlar görüyor,  arıların vızıldayan sesi gerilerde kalıyor, ötede beride uyuklayan, kıpırdayan ayıların homurtularını işiterek yolculuğumu sürdürüyordum.

 Ninniler eşliğinde sallanıyor, eğrelti otlarının, at kuyruklarının altın bataklıklar, balık dolu sazlıklar  içinde yükseldiğini, lalelerin, yasemenin, zambağın,  ovaları dağları aşarak, gökyüzüne ulaştığını, flütüyle bir çobanın yıldızların yıldızına olan aşkıyla, dilek tuttuğunu görüyordum. Öyleyse bu karabasan niye dedim tanrıya, doğanın sultanı, suyun aylası kim diye sordum, papatyaları görüyor musun tüm yamacı kaplamışlar, kedi tırnakları karşı yamacı ele almışlar dedi, uzakta, göğün oralarda, menderesler çizerek yitip gidiyordu ırmak, bir ışık cennetinin içinde salınıp duruyordu toprak...

Değirmenlere doğru gidiyordu üç çocuk,  tozlu yoldan, biri kız, biri şapkalı,  birinin başında kuşlar vardı, biri mantarları toplayalım diyor, biri  çubuklara dizip, közleyelim diyordu. Gülsüm eteğini kaldırdı, yağmur yağmaya başlamıştı, mantar topluyordu,  muştu böceği geldi tam orasına kondu, yağmurda ne işin var senin dedi Gülsüm ona, ormanda gezelim, şu yamacın arkasında suya girelim, balık gibiyim, gökte kuşlar uçuyor, kanatlı şeyler ötüyor, uzaktan iblis geliyor, Cebir, Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail... Çok şükür hepimiz yaşıyorduk.

Ah şurada, kızıl toprakların arasından kara tavukların uçtuğu yerden bak, tozlu, kıraç, kurak, küskün, çorak yamaçlardan, susuzluğun kavurduğu kuru dallar, ovalar, kavaklar, çamlar, şu pericil şeyler, yeşil yaprakların, taşların, yosunların arasında sessizce uyuyan şeye bak...

Hava aydınlık mı, karanlık mı bilemiyordum ama bir kuyruklu yıldız indi yavaş yavaş ortamıza,  hepimiz içine girdik, alıp gitti, belki bir daha geri dönemeyecek, belki bir daha sevemeyecek, belki bir daha yaşamayacaktık. 

İçinden tuhaf görünümlü canlılar çıkıp, yavaş yavaş yanımıza geldiler, geri dönecekler, bizi indirecekler sandık, ama uçtuğumuzu görüyorduk, sanki karlar ülkesindeymişiz gibi, aşağısı bembeyazdı, bulutlar, dev gibi balıklar, beyaz adamlar, kar gibi açan petunyalar, lisyantuslar, zambaklar vardı, dağ fulyası da var mıdır dedim şu alemde, kardelen o dedi, berfin, galanthus yani... Buzların arasında tilkiler oradan oraya koşuyorlardı, Meryemler Meryem'i başucumda duruyor, sanrılarımın bitmesini bekliyordu. 

Kuyruklu yıldızdan biri geldi, Sokratik yüzlü, yarı tanrıyı andırır, bayağı görkünç, sevimli biriydi, gerçekte ne yüzü görünüyor, ne sesi duyuluyordu, düşlüyordum onu ben, o da beni düşlüyordu belki de, dedi ki,  ''Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın, o düş, bir başka düşle sarmaldır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar gider, sonsuz da kum tanelerinin sayısıdır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin...”                                      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder