18 Mayıs 2019 Cumartesi

HOMOHOME
Deltoit
'Uzak yıldızlardaki
Füzyonların içinde;
Ufuklardan ışık saçıp
Kavuşulan ne?..'


bütün rüzgarlar serinletir.
anlaşılır bir yaklaşım ve dil felsefe olmaz, tanrıyı anlayan var mı ki, onu yeryüzüne indirebilelim!!!
 digitalizm çağındayız.
Narkissus bende suretini ararken, ben onun gözlerinde kendi duru, tatlı akışımı izlerdim.
 Pars çiçeğim
Doğu toplumları duygularıyla düşünür ya da düşünmeye çalışır. Batı düşünceleriyle duygulanır, doğu duygularıyla düşünür.
Hep birlikte Yunan sokağına döndük, az ilerde Hazar'dan su içen keçiyi gördük.
Osmanlı din fasaryası olmasa batmazdı diyor, yanlış! 600 yıl süren kaç imparatorluk var batacak tabi!!! Tanrı bile yüzyılların içinde bire indi, yarın tedavülden kalkmayacağı ne malüm!! ben geçmişimizi aşırı yeren ya da öven ezberciliğe karşıyım, bir tek kadın sultanımız yok, doğu despotluğu gerçek belki de buna üzülürüm, ama Evliya çelebi inan ki dünyada eşi yok, kanuni baya adı üstünde değerli biri, ne bileyim var yani, bu anlayışa şiddetle karşıyım ben!!!
KEHANETLER
Batı uygarlığı vebadan çıktı, ortaçağda farelerle yayılan hastalık, kadınların cadı diye kitleler halinde öldürülmesine yol açtı, batı hayvandan nefret edebilir, sömürmeden duramayabilir ve gericidi olabilir! Kudüs'e Meryem'i aramaya giderken kendi havvasına bekaret kemeri takmayı unutmayabilir dedi 2023 de süper ülke olacaklar, uzak doğuda dünyanın yeni efendisi! Goethe den medet ummayı bırakın! Batı batıyor blind manler! Einstein kuantum formülünü karısından çalan aile içi bir terörist çıktı, Dali'nin deli raporu olduğu anlaşıldı, Picasso'nun resim hırsızı, Althusser'in katil, Baudelaire'in ahlaksız, Sarter'ın kalpazan olduğu ortaya çıktı, siz hala annem benim genelevde çalıştığımı zannediyor diyebilirsiniz
Norveç'te kadınlar 12 ay zorunlu askerlik yapıyor. Şark gazeteleri demokrat ülke sıralamasında Norveç'i 1. ilan eder! Şark işte, semerini çıkar, gene de eşeğim ben der!!! 2023 de bu meczup, mazlum ve köle toplum kurtulacak!.. Batı taklitçisi ne kadar parfümsever, rojenuar, altı kaval üstü şişhane, hardsex meraklısı, jüponlu kavalye cansız manken varsa toplanıp, eski eserler müzesinde sergilenecek! Aşk romanı yazarak cinsiyet ticareti yapanlar tutuklanacak, biz katiliz evet diyen jurnalciler beyin ameliyatına alınacak, bizde özgürlük yok siz iyi...............diyen ne kadar maymun nesli ezberci varsa, kutup kışı geçiren Avrupa ülkelerine -beyin konservesi- olarak ihraç edilecek!
ok doğru ama hadi uluerer ve zsa zsa gabor'un üvey evladı (!) meret bilge! gibi çanak yalayıcı bitler, bu tür yaklaşımlara şark kompleksidir diyor, köleliğin birinci kuralı, öncelikle, efendisinin sözcülüğüne soyunacak köpekler üretmektir, bunu bilmeden uluyan, cümle tasmalı köpeklere bir söyleseniz!!! bunu batı zaten söylüyor, üzüntüm havlayarak saldıran dobermana, bizim fifi, firavun faresi gibi art ayakları üzerine doğrulup, şeyciğini göstermeye çalışarak, neden alkış tutar! Öbürü şark kompleksiyse, buna da şark mazohizmi denir, bir köpek hastalığıdır! İki ayağı üzerinde dikilip şeyciğini göstermeye çalışarak, kediye nanik yapan, lağım farelerinde de görülebilir bu eğilim!!! Yeri gelmişken belirtelim tiyatroya bismillah! deyip şekspirle başlayan, şiire giriş yapıp mihrabım rilke, genelev nöbetçisi Baudelaire'dir diyen köpeklerde aynı soydandır! Aynı şarlatan, aynı tasmalı bezirgandır, kimler onlar bilirsiniz, adı geçenlerin yüzde doksanı!!!! Devamı gelecek sayıda!!! Bu zihniyet deliğine süpürülmelidir ki, tasmalı köpekler yerini, Anadolu parslarına bıraksın!!!! Kıravatla köylü dövüp, redingotla eğilen köpek cinsi bunlar!!!
Üstelik şark o öyledir ki, sadece iktidar yalakası olan çıkar sağlar sanır, iddia ediyorum, sade suya tirit muhalefetle, st tropezden villa alan komedyen biliyorum ben!!! ey ahali, şarkta muhalefet yardakçılığı, iktidar yalakalığından daha fazla getirisi olan bir şey, bir düşünün anlarsınız, ne köpekler var, halk simsarlığı yapan, kaç ceset taciriniz var, marlboro yakıp, batıya hava atan, kaç itiniz var bir düşünün!!!
ADAMIN VEYA KADININ!!!
tipine bak, başında Arizona şapkası, makyaj sanki Kleopatra, pantolon parlıyor, cıgarası parfümlü,  revolver, ayakkabı mücevher, sanki iki Voliwood!
Ya şiiri; 'Ben kahroldum bu gece senin ihanetinden
Bir gözüm kördür şimdi şarabın nimetinden!..'
Allah bu tür mucizeyi, sadece şarka vermiştir!!!
biraz çoban gibiydi ama hiç bir şey ahla vahla açıklanamaz, birbirimizin hatta kendimizin kölesiyiz dedi. her kız çocuğu bir cennet kuşudur o
sahibinin sesi - tasmalı köpek olmaktansa Anadolu parsı olmak yeğdir. sömürge perileridir!!!
Şeytan oldukları anlaşılmasın diye tanrılar zalim oldukları anlaşılmasın diye tiranlar sorgulanmaz.
ama aydınları dilenciye para verirken, arkadaşına emeksiz sermayeyi eleştirerek, yokuşu tırmanmayı sürdüren köpeksi filozoflardır.
 ''Öğütler ancak öğüt verene yararlıdır.'' kim söylemiş ki Johann Wolfgang von ....!!!
gereksiz işler, ne büyük icatların anasıdır.
İmruü'l-Kays, asıl adı Adi, Muleyka ya da Hunduç olan (497-545), Arap şair. Muhammed, dördüncü halife Ali ve eski Basra okulu eleştirmenleri tarafından, İslam öncesinin en seçkin şairi olarak nitelenmiştir. Muallakatü's-Seba (Yedi Askı, 1943, 1985) adlı yapıttaki ünlü yedi şiirden biri onundur. Tanrı'nın kölesi anlamına gelen İmruü'l-Kays dışında Zülküruh (delik deşik yüzlü), el-Meliküddildil (serseri kral) lakaplarıyla da anıldı.
Geçmişi konusunda tam bir görüş birliğine varılamamışsa da, son Kinde kabilesinin kralı Hucr'un en küçük oğlu olduğu varsayımı ağır basmaktadır. Çocukluğunu babasının sarayında geçirdi. Sürdüğü başıboş yaşam, şiir yazmaya duyduğu aşırı istek, yazdığı erotik şiirler ve bu arada Beni Uzra kabilesinden Fatime adlı kıza yazdığı aşk şiiri yüzünden babası tarafından saraydan kovuldu.
Söylentiye göre, babası, kölesi Rebia'ya onu öldürüp gözlerini kendisine getirmesini emretti. Ancak, Rebia, onun yerine bir karacayı kesip gözlerini Hucr'a götürdü. Bir süre sonra Hucr durumu anlayarak pişman oldu ve oğlunu yeniden saraya aldıysa da İmruü'l-Kays çok geçmeden yeniden çöllere kaçtı ve bir serseri grubunun başına geçerek günlerini içki, müzik, avlanmak ve şiir yazmakla geçirdi. Bu arada Esed kabilesi ayaklanıp babasını öldürünce, öç almaya karar verdi. Beni Bekr ve Beni Taglib kabilelerinin de yardımlarıyla onları ağır bir yenilgiye uğrattı.
o denli acılar çekmiş ki , tanrı olsaydı bunlar olmazdı... gibi bir şey söylemiş
Hüzün görünmez ama paylaşılabilir... güneş kızı
kitap demek, kesilen orman, ağlayan ağaç, inleyen çiçek demek çağımızda
 düşünce varlığı çok geride bıraktığında da sorun yaşıyor insan, varlık düşünceyi çok geride bıraktığında da
savaşanları bağrımıza basar, kutsar, destanlar yazarız ve ölülerimize de yas tutup, ağıtlar yakan bir dünyada yaşarız...
gerçek kültür insanı katı bir ışık gibidir eğilmez, toprak gibi engebeli yüzler

mobilya tahta içimnde kurt var kırt kırtı kırt tanrı ne havasız oraya nasıl giriyor nasıl çoğalıyor yoksa evren omu evren bir koza ve kurt onu yiyerek hayata açıyor açılıyor evren Tanrının karanlığıyla  Acaba arkasından Tanrıya yaklaşmaya çalışmıyor muyuz arkana dönüp bakma ben varım
kurt onu açıyor ve evren başlıyordu kurtçuk tanrıydı. beden ve ruh çatışır - uyum içinde değildirler.
doğru kendisiyle kesişmeyen eğridir Einstein mi demiş. başında Arizona şapkası
 Zizek şu Adriyatik timsahı. hiperoksi şişesi patladı ve eli protez oldu Hıristiyanın
 Tanrı bazen üçüncü şahıs olur, bazen doğrudan konuşur . Tanrının evi. Neresi.
Dünya cinlerle (şeytanla) perilerin savaşı! Şeytan kazanarak, kaybediyor ve minicik adımlarla ilerliyoruz! Belki doğrusu bu, kayalık, dağ, taş ve toprakla dolu, azgın suların tanrının kıyametini istese gerçekleştirebileceği, tanımlanması güç bir cisimden fazlasını beklemek hayalperestlik olur!
İsa ortadoğulu bir el kaide konumunda idi, protest ve lanetli direnişçi ve batı ona nal çakmayı yeğledi, tarih ezeli bir tekerrürdür ve İsa tıpkı bugünün suçu üstüne ihale edilen mazlumları gibi bir mazlumdu! Hadi onuda söyleyelim İsa, Araptı!!! ve yahudilerin düzenini köhnemiş adaletsiz buluyordu! sömürülen bir Arap olarak! İsa ve Muhammet adalet arayan iki ırkdaş ve kardeşti evvelemirde! Aynen bugün olduğu gibi ta Roma'dan gelen general Paulus İsa'yı bir Filist direnişçisi gibi çiviledi ve akbabalara yem etti! Günümüze ne kadar benziyor değil mi! İllüzyon ve tekerrür çağları bitmeyecek mi!!! İsa'nın sonsözünü de hatırlayın; Neredesin Baba!.. Tıpkı Filistinli çocukların haykırışını duymayıp, hunharca ve sadece, Paris'in lüks semtlerindeki araba yarışlarına kulak vermek gibi!!! on yılda 12= her gün 12. Denklemin bu olduğunu sananlar İsa'yı taşlayanlardır!!! Taşlayanlar kazanırsa, insanlar kaybedecek!
Puta taparlık, tanrıyı puta çevirme değil, put, totem, şeyler, simge aracılığıyla bir tanrıya ulaşma, iletişim yöntemidir ilkel çağlarda... Bu gün haç, vaftiz törenleri, göz yaşı şişesi, muska, Mushaf takıları, türbe bezleri, puta taparlığın izleridir. Melek, şeytan, kitap nasıl ona ulaşma aracıysa, put, totem, heykelcik ve takılarda önceki çağların ona ulaşma aracıydı.
Demek ki puta taparlık, tanrıya ulaşma amacıyla bugünde vardır.
Dağ ve yıldız bireydirler, bireyler yok olur...
''Savaşa gidenleri marşlarla uğurlarken, ölenlerin ardından ağıt yakan bir dünyadır bu''
 Oysa sanata kitleler yön verir gerçeklikte! Sanatçı kitlelerin arasından çıkan sözcüdür! Yarı sömürgelerde ise tam tersidir, zurnikler kitleleri yönlendirir, buyruk verir, manipüle eder, yoğurur, çobanlık yapar (o artık bir yarı tanrıdır, diliyle ayetler indirir, eliyle şifa dağıtır). Ne utanç verici bir şey. Özgür ülkelerde sanatçı temsil ettiği yığınsal düşüncenin sözcüsüdür, en ufak bir sapmada beyin lincine uğrar. Ama burada, sanatçı ağzına geleni çiğner, yığınlar marşlar...la geviş getirir! Ne sorgu vardır, ne Molla Kasım!!! Özgür ülkelerde kitleler sanatçıyı kontrol eder, denetler, sömürgelerde sanatçılar kitleleri, bakınız eşeğistan dizilerine, bakınız hababam sınıfının utançdan öte rezilliğine, aşağılık, pespaye görüntülerine, ama kitleler onun heykelini dikmek için can atarlar, laf atan olsa birbirine girerler! Kitleler sanatçı için vardır sömürgelerde, özgür ülkelerde ise sanatçı kitlenin matruşkasıdır!.. Ve İşte bu nedenle az gelişmişliğin, kölecil zihniyetin birinci kuralı!!!! Celladına ve soytarıya ölümüne bağımlılıktır!!!
Hep ileri giderek geriye dönülebilir mi, konuşmayı bilmeyen ilkel kavim yaıyı hiç biemezdi, polijen - çok cinsiyetliler, sanatçı gerçeği kendi adına değil evren adına ters yüz edebilir, peki çiçek özü yutan birinin midesinde çiçek açabilir mi...
zaman arzu doğurur, toprağında güller açsın,
Dil gökten inmez, yerde biter!!!
Kültür bugün güçlü olanın az gelişmişlere dayattığı oyuncaktır!!! Her tür egemenliğin vesilesidir!
DÜNYANIN YUVARLAK OLDUĞUNU MÜSLÜMANLAR KEŞFETMİŞ!..
Dünyanın yuvarlak olduğunu anlamayan aptallık şubesinin primatıdır. Diyelim ki düz zannettik, bu doğrudur ne yazık ki, Einstein'e sorun göreceli olarak düz olduğunu ileri sürebilirsiniz diyecektir, eliptik diyen de haklı, çünkü tam yuvarlak değil. Aslında engebeli, çok uzaktan yuvar biçimde görünüyor, yaklaştıkça yuvarlaklığı çıkıntılarla dolu. Denizleri boşaltın, yuvarlaklığı, amorf ya da asteroidimsi olur. Sonsuzda her şey... noktalaşır, yani yuvarlaktır.
Sonuç dünya yuvarlaktır, kısaca... 

Kim buldu, bu aptal sorusu işte, bunu kim buldu değil, kültürel anlamda bağlı bulunduğunuz otoriter kaynak kim derseniz soru doğru sorulmuş olur!
Magellan dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtladı, Epiktetos veya Eratosthenes mi söyledi ilkönce, Galile mi... Eğer dünyanın yuvarlak olduğunu Galile bulmuşsa bu batının aptallığının kanıtı olur, çok geç kalmışlar çünkü!!!!
Egemen görüş ne o önemli, Müslümanlar uzun süre bu görüşe itibar etmemiş olabilirler, buda güzel neden, dünya yuvarlak değil çünkü, uzaktan yuvarlak görünüyor, yuvarlak çıkıntılı olur mu, öyleyse yuvarlağımsı bir topuz gibi!!!
Filan feşmekan, bunlar önemli değil, önemli olan size dünyanın yuvarlak olduğunu biz bulduk diyenlere ilanihaye biat eden öküzlerde, eğer farklı bir şey yapmaya yelteniyorsanız, size belletilen şeyleri inkar etmekle başlar her şey!..
Bunu yapabilir mi peki, ne bileyim ben, ama şu kesin, kendine öğretileni belleyerek, bir görüşe, bir kültüre, yani Batı'ya boyun eğerek ilerleyeceğini zanneden öküz, onların besin ambarı ve kültür şaklabanı olur sonuçta!!!
Sömürge olur daha doğrusu, hem İngiltere'de, hem ülkesinde İngilizin karşısında dingilizce öten öküzün medeni ya da modern veya bilimden yana tavır aldığını zannetmek, karganın, kekliğin yürümesini taklit etmeye benzer!!!
Karga taklit edeyim derken, kendi yürüyüşünü de unuturmuş!!!! Bizim öküzler işte bunu anlamıyor, anlayacağı da yok!
Çünkü dünya maalesef öküzün boynuzlarında durur ve bunu en iyi öküz bilir!!!
Bunlar zannediyor ki, batı elektriği bulmuş, bizde onların kuyruğuna takılırsak çarpmayan elektriği buluruz, öküz ne bilsin, 'el şeyine' iman edersen, hep elektrik çarpar,
1789 namlı kelle kesme homofobisine yakalanmış toplumunu, devrimci diye sunan, birbirini keserek kadın erkek kuduz olup kuduran, kan içmenin şarap addedildiği, ekmek diye insan eti yenildiği, peygamberlerini çivileyen tek ırkın ahfadı olan, giyotinin mucidi, kerhane dolandırıcısını şair diye ortaya atan millet, Sartre diye nobelin parasını alıp ödülünü reddeden bir kalpazanı filozof diye yutturdular! François Villon diye bir katile şair dediler!!! Tarih boyunca, Haçlı barbarlığının Kudüs'e insan kesmeye giden; demir zırhlı şövalyelerinin ana vatanı, daha dün leğenle saraydan posasını sidiğini sokağa fırlatırken, bin yıllık hamamların diyarını, bon pour l'orient!!! diye şark diplomasına layık gören hayasız millet!!! Napolyon adında boyum uzun görünsün diye ayaklarını uzatarak oturan, emir erini De gaulle'den uzun sırıklardan seçen aşağılık duygusuyla insan eti yemeyi adet edinmiş postmodern ülke!!! Sen nehrinde intihardan başka çare bulamayan bahtsız sanatçıların frengi-stanı!!! ortaçağ kanibalizmini bugüne taşıyan, vebalı genç kızların, veremli delikanlıların sokaklarda köpeklerin yediği, göğsündeki kanserin gonca gül diye şiirlerde yer ettiği, ölülerini yakan, kimsesiz kadavraları Paris banliyölerinde aç köpeklere atan, foliberjerlerde, kırmızı fenerlerde Jan d'Ark'ı(!) çalıştıran, postundan kurtulan pençeleri Sri Lanka'ya, Moritanya'ya kadar uzanan, imansız toplum!!! Uygarlık seviyesini nükleer bomba sayısıyla, top tüfek namlusuyla, roje, parfüm adıyla, kıravat iğnesi, ayakkabı cilası, saç sakal boyasıyla ölçen, tanrının lanetine uğramış, mağara devrinden bugüne bir adım mesafe alamamış insanlığın, Kısa Pepenlerle dolu cerahatlı ülkesi!!! ÖZGÜR FRANSA!!!
Dilin kısırlığı aslında sanatçının kısırlığıdır, onun kısırlığı aslında toplumun kısırlığıdır, onun kısırlığı, yönetenlerin yönetilenlerin, seçkinlerin geçkinlerin bilumum cemaatı müslimin kısırlığıdır, giderek onu diyenlerin kısırlığıdır!!! Ressamın ağzıyla kuş tutsa, boyası ithal, bilgisi ısmarlamaysa, şairin kökünden değil, Eiffel'de güneşlenen zevattan güç alıyorsa, bindiğin arabanın şoförü şanzıman ve kardan milinin işlevini kavrayamıyorsa, sismologun deprem şampiyonluğunu kimseye bırakmıyorsa dilin kısır olmaya mecburdur. Kısacası dil kısır olmaz, dilini kısırlaştıran toplumlar vardır, bu toplumlar felsefenin alasını yapsalar kimse iplemez, her şeyini, sanatını bile dışardan alan bir toplumun hünerine kimse saygı duymaz! Hiç bir yerde nitelik atfeden olmaz, al gülüm ver gülüm biribirini alkışlayan fason, başkalarının icadı, keşfi ve becerilerinin tüketicisi, ayakçısı ve taklitçisidir onlar!!!Elalemin hünerini sergilediği ahırdır orası, yediğini içtiğini giydiğini becerilerinin geçerliliğini denediği kobayistandır, eski dillerdeki sömürgedir, manipülasyonla kapitülasyona bağlanmış yarı köle insan topluluklarıdır. Dilin zenginliği, ürettiğin şeydir, dünya uygarlığında senin payın olan, adın olan ne var!!! Çaldığın sanat, taklit ettiğin teknoloji, iç ettiğin liralar!!! Senin dilin kısır, çünkü sen hayatın hırsızısın, emekçisi, üreticisi ve yön vericisi değil! Dilin kısır olmasını istemiyorsan, tek şartı var, insan olacaksın, başkalarının ürettiğini tükettiğini, yiyen içen, taklitçi maymun değil! Dil gökten inmez, yerde biter!!! Sende başlar sende biter!!! Sen kısırsan dilin, dinin, milletin, memleketin, soyun sopun ve geleceğinde kısır olur! Her şeyin aslı budur!!! Dil sözle zenginleşmez, sözle körelir!!! Araban, uçağın, sabanın, tüfeğin, helikopterin senin değilse, sanatın, edebiyatın, resmin, müziğin sinemanda bütün bunları nereden alıyorsan ona benzer! Onu taklit eder. Hello der yazarın! Doktorun steteskop der, Mühendisin kotanjant der, Ressamın Picasso der, Müzisyenin düm teka der, Sineman tarihi filmde kol saatli artiz oynatır, Tiyatron komedyen soytarılarıyla küfür aşılayan piç sürülerinden ibarettir! Dil böyle kısırlaşır, böyle kirlenir!!!! Dışardan bir şey öğrenilmez, karşılıklı kültür alışverişi mi var bu ülkede, şair denen soytarın piçin, itin dünyada güçlü dilini Rembonun rumbada rumbasına çevirerek şiyir üstadı kesilmiş, bu şayir değil, misyoner bir köpektir, kültür hizmetkarıdır, eğer senin şiirin Fransa'da kabul görmüyor ama sen onun dandisinin ruh üşümesini şiir diye buraya ithal ediyorsan, bu bmv ve mersedesle cami avlusuna park etmeye benzer, din, dil, vatan millet memleket işte böyle kısırlaşır!!! Camiye mersedesle girenle, Fransa nın şiirinin, sanatının köpekliğine soyunarak burda monşerlik taslayan -az gelişmişliğin alınyazısı olarak- birbirinin düşmanıdır ama ALLAH KATINDA aynı kişidir!!!
İNGİLİZCEYLE FELSEFE YAPILAMAZ! Çünkü özgür dille felsefe yapılır, Afrika'da İngilizce konuşan bir sürü, sömürge, yarı sömürge statüsündeki hiç bir ülkede bir tane dünyada kabul görmüş felsefeci yetişmemiştir, Hindistan'ın hala yarı resmi dili İngilizcedir, bir tane çağdaş felsefecisi yoktur!!!
Felsefe bugün, Alman, Fransız, İngiliz dilinin ve bu üç ülkenin egemenliğinde bir uğraştır! Açın tarih kitabını felsefeci diye öğretilen, Bacon, Luther ve Voltaire'dir.
Özgür Yunan ve Roma filozoflarıdır.
Oysa yollarımızda 20 milyon gavur malı araba dolaşmasaydı, onların felsefeyi, İbni Rüşt'ten, Ali Kuşçu'dan, Yesevi'den, Hayyam'dan, Yunus'tan, Kaşgarlı Mahmut'tan, Yükneki'den, Yusuf has Hacip'den, sıkı durun Hasan Sabbah'tan ve Hitit, Sümer tabletlerinden öğrendiğini anlatan kitaplarımız olacaktı! Ayrıca ege uygarlıkları rehberde olabilecekti!
Bugün bu toprakların hiçbirinde felsefeci yokmuş gibi sanıyoruz, bu kadar aşağılık bir düşünce olabilir mi, felsefe tropikal bir kuş değil ki, bölgesi olsun, Gogol'un paltosundan çıktık diyenler, batı edebiyatının binbir gece masallarından çıktığını bilmiyor, hayır olamaz!
Peki felsefe neden sadece batıda oluyor! Bu olur mu, olur diyen ağzındaki afyonu çıkarsın!
Kültür bugün güçlü olanın az gelişmişlere dayattığı oyuncaktır!!! Her tür egemenliğin vesilesidir!
Osmanlıcayı bilmemiz şart, neden, o dilin kültürünü bilmiyoruz, bu ihanettir, ama Latince gibi ehil çevirmenler olması için şart bu dil, ana dilimiz Osmanlıca olsun diye değil, bir ülkenin yüz yıl önceki geniş tebaasının üst dili, birleştirici ve sembolik bir dil olsa da, bunu 3 kişi biliyorsa bu ihanettir!
Bu kültürü bugünkü dile aktaran aydınların olabilmesi için bu dil öğrenilmelidir, bu dili öğrenirsek Araplaşırız korkusu kişiliksiz ve onursuz toplumlara özgüdür, bugün herkes İngilizce biliyor gene kişiliğin yok, dilin Arapça olsa gene yok!
Neden Türkçe'de bir felsefe yapamadığından değil, dünya uygarlığına sana özgü katkın olmadan, fason, yani başkasının malının, kültürünün, teknolojisinin gönüllü kullanıcısı ve özgür köleleri sıfatıyla yaşayan vatandaş topluluğu olduğun için!
Felsefe dille yapılmaz, çağdaşlık ve gelişmişlikte payı, katkısı olmayan ülkeler felsefe yapamaz, kabul görmez, Ferrarisini Satan Bilge'ye ancak kulak verirler, neden; başkasının eşeği ıslıkla aranır, oda senin böyle yaptığını bilir! Sen 'yiyin gari' diye reklam yapan bir toplumsun, düşünce sana göre değil, yediğinde gavur maması!!!
Senin olmayan eşekle, ayada çıksan, senin olmayan ferrariyle ayeti kerimelerde uydursan dinleyen olmaz, felsefe senin olmayan zeminin üzerinde yükselemez, sadece egemen olanındır felsefe yapma hakkı! Sen neyin felsefesini yapacaksın, hazır yiyin, giyin ve hindi gibi düşünün! felsefesi olur bu! Gülünç bile olamaz!
Senin felsefen, başkasının forduyla, trafik kazası şampiyonu olmana yarar, bu mantaliteden felsefe çıkması, dünyamız için anomalidir, utançtır, Leibniz, 'olabilecek en iyi dünyada yaşıyoruz' demiş, kıyameti çağırma yani!!!
Uzun lafın kısası şudur ki, ithalatı, ihracatını katlayan hiç bir ülkenin felsefesi olamaz, bugün Araplarda da, Hindularda da, Latin Amerikalılarda da felsefeci yok, olamaz da, sattığından fazlasını alan ülke artık gizli sömürge çağımızda, bu durumda sömürülen, egemene AKIL öğretebilir mi!!!
Dili kutsal kitaplardaki, Allah'ın dili olsa bile!!!
Bugün literatürde kayda geçen kaç sanatçın var, bir elin parmaklarını geçmez, ama batının tavuk üreticisi ressam geçiniyor kaynaklarda, neden, 'İngilizim, doğruyum, çalışkanım' ondan! Altı kaval, üstü şişhane, maval değil yani!!!
Yeterince anlatamadım! Olacağı bu!.. 
hıristiyan müslüman çatışması algısı var, yer değiştirin! abbasi ve emevi zamanında durum tersiydi, dünya çatışmadan kurtulamıyor sorun bu, abd birgün mezarlığa dönüşebilir, çatışma sürecekse ne değişir, mağaradan çıkmışız, kimin çorabı güzel, kimin tabancası çok, kim botoks yaptırmış, kim paralı, kimin sarayı var, 'insan' olma noktasında nitelemeler ve geçerli referanslar hala bunlar, Tanrı'ya soruyorum, yarattığın Adem, mağaradan çıkmış ama hala bir adım daha atabilmiş değil, postuna, kürküne, yüzüğüne, parasına,  kıravatına ve nükleer silahına bakarak uygarlık katsayısını hesaplıyor, ya Tanrı'da bir kusur var, ya oğlunda imal hatası!!!
  
 yeşil bir kuyruklu yıldız Lovejoy gibi
Nobelin parasını alıp madalyasını denize atan Sartre, saray paparazzisi Sekspir, genelev türkücüsü Bodler, intihar edelim deyip önce karısını katledip işi garantiye alan, ödlek Stephan Zweig (bu adam hakkaten hayasız biridir) ve Sylvie Plath'ın manevi katili, şairliğini tek başına sürdürürse, süper şiyirci manda olacağını zanneden, saray soytarısı Ted Hughes'da kalıbı beş para etmez kalpazalardandır! İnsanlık, sanatçı deyip, gözünü kapamayı, şair deyip yılışmayı bırakmalıdır. Stephan Zweig önce karısını öldürüp, bir katil olarak bu dünyadan gitmeyi yeğleyen KÖPEKTİR!!! Batı aile ve eş ilişkilerinde doğudan çok daha korkunç bir otoriterlik taslar ve Dali, Picasso gibi maskülen pezevenkler eşlerinin gözü önünde sevgilileriyle yaşamışlar, parayla kadınların ruhunu satın almakta bir beis görmemişlerdir. Bizde bu konularda cıyaklayıp duran ve batıyı kutsayan sanatçı şerefsiz ve batının gerçeklerini aktarmakatan ödü kopan bir satılmış piç bizi de alabildiğine abartıp, tıpkı Picasso'nun yaptığı gibi diğerlerinin gözü önünde aşağılayan hayasız bir köpektir. Teşhir edin o tasmalı köpekleri!!!
öyleki batının seri katili Karın deşen Jack öyle azılı bir kadın düşmanıydı ki kurbanlarının diri diri iç organlarını çıkartıyor, kadın ancak böyle masum (bakire) sayılabilir diyor ve ölen kurbanına ondan sonra tecavüz ediyordu. Tüm doğu henüz böyle bir sapkın ve böyle bir cani yetiştiremedi henüz. Ne var ki batı doğunun tasmalı köpeklerine bunları şirin birer roman kahramanı gibi sunabilmekte son derece mahirdir. Çünkü karşısında onlara sevdalı eşşek sürüleri olduğunu bilir. Batıda kedi eti yiyen milletler vardır, evcil hayvan kemirgenidirler, annesini kesip yiyen, buzdolabında sevgilisinin etini aylarca antrikot niyetine bekleterek yiyen sayısız cani vardır. Batı kendini bilir bizim batı sevdalısı, sanatçı edebiyatçı ahlaksızlardır batının imajını değiştiren, o köpekleri de teşhir edin!!! Onlar batının maskarası olunca şöhret olacağını zanneder, içlerinde 1 tane it yoktur ki batı kendi elleriyle bizim piçi yükseltsin, ikincı sınıf çığırtkan, beşinci sınıf romancı, hikayatçı! olarak sürünür hepsi, birbirine bonjur diyen................olarak!!! Celladına bağımlı köpek ancak bu kadar ve ancak şarkta olur!!!
Charlie Hebdo olayında komplo teorisi ve olasılıklar , olay yeri Fransa, ölenler Fransız, vuranlar Fransız, silahlar Fransız, kaçarken bindiği araba Fransız, değiştirdiği araba Fransız, saklandığı ev Fransız, yaşadığı ev Fransız, konuştuğu dil Fransız, düşündüğü dil Fransız, haberi veren basın Fransız, iddialar Fransız, iddialara Fransız kalanlar ya da Fransız kalmayanların ortak iddiasıysa bu Fransız değil bir Muhammed olayıdır!!! Bilimsel verilere göre bu bir manipülasyon, ...göz bağcılık, hegemonik format, beyin kirlenmesi, zihinde 'kurt deliği' açmak, hipnotizma, kültür cinciliği, halüsinasyon, medyatik abluka (gerçek sana dayatılandır), kitlesel ensest (suçluyu sürekli kendi içinde arama fobisi), korteks tecavüzü (pavlov deneyi gibi, koşullandırma) ve gerçeği hurafeyle değiştirme zenaatıdır!.. Hangisi uyuyorsa beğenin!!! Bir ihtimal daha var, Mossad sendromu! Fransa, bir ay önce Filistin devletini tanıdı!!!
dış mihrak mı sadece, iç savaş sendromu yok mu, köy basma, kitap yakma, nüfus cüzdanında yazan kağızman ın harflerine göre tavır alma, külliyen diyorum olaya bakış, matem tutma ve tavır alma, buda abartılı bence, işid kelle kesiyor, lanet okuyoruz, hayır kimin kellesi bu, adı ne, annesi kim, ağlayalım ya da tavır alalım, o kelleyi kesenin cellatlığıyla ilgilendik, kimin kellesi merak eden olmadı, önemi yoktu, çünkü cellada yönelik amaç taşıyordu haber, sen haksızsın demiyorum, toplayalım yazılanları düşünceler sergilensin, sadece tek yanlı bakılmasın, o dergi dikkat ettim İsa'yıda aşağılamış, gazel o kadar çok ki dünyada, nereye bakacağız, enbiyalar tarihi ibretlik meselle dolu, peygambere tükürüp dişini kıranları öldürecek oluyor Hamza, dur diyor o, nefsine hakim olamadı elini kana buladı peygamberiniz derler diyor, buna göre hepimiz cennetliğiz, ama sonuç şu, yas tutarak, kararlar vererek hiç bir yere varamıyoruz, Mossad yaptı demek komik, sadece masalların içinde vicdan operetiyle, sunulan varyeteyi hangi kumpanya düzenliyor, huylandırıyor insanı yani, gerçek her yerde!!! Sonuç 1 adet!!! islamcılar yaptı, İsa'yı batılı general paulus, 33 yerinden çivileyerek akbabalara yem etti!! ömrünün her yılına bir çivi!! kendi peygamberlerini öldüren tek toplum!!! düşünüyorum sadece. est yani!
Benim gözlemim şu, siyaset kesinlikle insanları ayrıştıran bir şey, düşmanlaşıyorlar, sanat biraz daha birleştirici, ama sanatın iktidarı olsa belki oda aynı sona doğru koşan bir nene dönüşecek, çözüm yok!.. En iyi birleştirici toprak! Doğun! yok olmak için savaşın! bir şekilde ölün! Doğun! yok olmak için savaşın! bir şekilde ölün! Formül bu, öldüğümde formülü baştan sona uygulayabilen ötekilerden biri olarak kendimi alkışlamaya vaktim olmayacak! Üzgünüm. Gene de siyasetle ilgili düşüncelerimin hepsini inkar ediyorum ve insanın bu dünyada mezarının olması bile onu en büyük günahkar yapmaya yeter diyorum ve şu yazılanların bile bir egoya dönüşmesinden dolayı kendimden utanıyorum.
ruhum gölgen olsun ve hiçliğin yokluğundaki düşüm ol...
kitlesel ensest (suçluyu içinde arama psikozu), toplumsal ötenazi (toplu güdülenim), korteks tecavüzü (medyatik abluka) ve Kanada'nın ata sporu Lakros
hangi milyonlarca yıl önceki zamanda, oksijen okyanuslarda, etkin bir yoğunluğa ulaştı da, canlılarca kullanılmaya başladı ve ufukta insanlığın trajedisi de görünür oldu..
kedi sahibini yiyerek çevre temizliği yapan tek hayvandır! sadece 32. kattan düşerse ölürler, kedileri tanrı ilan eden firavunun öldüğü yaş! edgar allan poe evinin duvarına kedi gömmüş ve vicdan azabını bir öyküde dile getirerek günah çıkartmıştır, kedi tavanda pençeleriyle durabilir (şahidim), kır kedileri yalnız yaşar ve zorda kalınca yavrularını yiyerek beslenir. kedi seven insanlar kedilerin tam aksi karaktere sahiptir ve kendilerinde olmayan hassaları kıskançlıkla gözlerler ve kedide olmaya sadakatleri onları kederli yaratıklar yapar!..
Ulus Fatih BU TÜR KEDİNİN BENEKLERİNDE TANRININ SIRRINI ARAYAN BİR ADAM ONU BULUR VE BİR KEDİ KADAR KETUMLAŞARAK BU SIR BANA BAŞKASINA FISILDIYAYIM DİYE VERİLMİŞ OLAMAZ DER VE HAİNCE ÖLÜR. KEDİNİN LANETİDİR BU, KEDİ GETİRİSİ OLMAYAN HAYIRSIZ TEK HAYVANDIR!!!! hırsıza sırnaşarak onunla gittiğini gören var ked, eski zamanların vampir şeklinde çizilen hayvanı, Adem'i bile cennetten kovan yılanı bile çaresiz bırakan dünyanın dilsiz şeytanıdır.
EFSUN
(Muallâka)
I
Gece gel. Gabit ovasının dört tarafında çamura batan, bataklık hayvanları gibi, ada soğanları gibi, içime gir. Kök sal orada. Yemenlinin satmak için yükünü yere indirdiği deve gibi köpür. Çoban aldatan kuşu gibi çınla tan atımında. Haykır. Ih sonra. El-Müceymir'in güneşte parlayan doruğu gibi parlasın kının kılıcı. Serapta kar düşleri gibi olsun. Tir tir titresin tenim. Bir kirman gibi dönesin. Bir kabile reisi, sağanak bir yağmur gibi üstüme gel. Sebir dağı gibi çalkan rüzgârda. Sonunda Teyma'da yüklü, bir hurma dalı gibi silkineyim. Sakinleşip öleyim.
II
Yağmurunun serpintileri, El- Kannan dağına düşer gibi, dağ keçilerini ürkütüp kaçırdı. İri meşeleri kökünden söktü. Kuteyfe'yi yerle bir etti. Bir bulut gibi, Katan'ı, El- Sitar'ı, Yezbul dağını neredeyse örttü. Daric ile El- Uzeyb o bulutu ne kadar beklediler bilsen. Işık kaman, bükülü fitilleri bile aydınlatıyor, rahip lambası gibi aydınlık saçıyor. El çırpan bir şimşek gibi patlıyor. Eyeri üzerinde, gemi azıya almış süvarim. Gözüm üstüne takılırken, diğer gözüm aşağıya bakmaktan kendini alamıyor. Onun gizine ermekte, etim yetersiz kalıyor.
III
Vücudun nasılda terli, bu kayışkanlık sürünün erkekleri ve dişileri için yeterli. Gerdanlığım, amcalarım dayılarım değerinde boyunduruğun olsun. Devar putu gibi, uzun etekli kızlar, yaban sığırı sürülerin olsun. Dişlerin incilerin. Av hayvanlarının kanı, göğsünün kınasıdır. İki art ayaklarının arasını, yere değen yahşi tüylerin, gür kuyruğun örtüyor. Sen ceylan böğrü gibisin; deve kuşundan bacakların. Kurt gibi birden bire koşar, tilki yavrusu gibi dönenirsin. Tay gibi sekişlisin, çift atarsın. Göğsünün hırıltısı, kişnemelere eş. Gürbüz uyluğun sırtının keçesi, pürüzsüz sert kayada yağmurun neşesidir. Gelgitin aslanın kükremeleridir.
IV
Kısacık tüylü kuş yavrularısın. Ektiğim ama biçemediğim sen. Bir kurt gibi ulursun oracığımda. El Ayr vadisinin, yeşil çayırlarının kumarı gibisin. Cennetlik kuma. Omuzların su tulumları. Gecem benim. Yıldızların, keten çiçeklerine bağlanmış düşler gibidir. Karanlıklar ışığını bekler, sabahım geceni. Onun kasveti, boynunu uzatır, göğsünü şişirir. Beni sınamak için üzünç ve kederlerin üstüme gelir. Yurdunun kirpikleri ateş oku gibidir. Denizin dalgalarısın. Beni kınayan ve vazgeçmemi öğütleyenlerden ne olur uzak dur.
V
Aşktan gözleri kör olanlar vazgeçti de, benim gönlüm deli divane. Entarin beni tanır. Yüzünün parlaklığı rahiplerin çırasıdır. Zaby tepesinin ak çiçekleri ve İshir otlarının dalları eşimiz. Güneş yükselene dek uyuyanımsın. Ay çıkanda delirenim, uluyanım, kuduranım. Miskler içinde önlük takıp, kuşak bağlayanım. Örük saçın sularda yüzer. Bacakları hurma dalı gibi çevik, sımsıkı. Zülüfleri ta yukarılarda, kurdeleli olanım. Hurma salkımı gibi, cennet kömürü gibidir, o simsiyah saçların.
VI
Boynu beyaz ahu. Evrenin ötesi. Örtünü, geceliğini çıkar, mahremin ay ışığıdır. Ziynetlerin aşığı. Çıldıranım. Vecre'nin güzel yüzünü bir saklayıp, bir gösteren, ürkek bakışlı, yavru ceylanım. Sedeflerin içindeki incilerden sarımsın. İnce belli, gerdanı aynalımsın. Oymağın sınırlarındaki dalgalı kumsal, ıssız tepeler bizi kucağına alsın. Nakışlı harmanin eteklerini sürüyüp, izimizi sürsün. Azgınlığım, aşırılığım seni vazgeçilmez kılsın.
VII
Ülker yıldızı, parıldayan taşlarla süslü kuşağını görünce, gök kubbede, nice muhafızları pusuya düşürebilseydi, seni öldürmeye azmetmiş oymakları aşardı ve yine çadırına girmesi umulmayan, gün yüzü görmemiş, nice zümrüt ahuyla gönlümü eyledim ben. Gözlerim, aşkımla param parça olmuş kalbime, oklarını saplamak için yaş dökmekte . Nöbetçiler bizi beklemekte. Kalbini kalbimden çıkaramazsın. Senin aşkın uğruna ölmem ve ne emredersen onu yerine getirmem, seni böyle şımarttı. Ey irem bağı, Fatıma!.. Bırak artık nazlanmayı…
VIII
Bir gün, o sevgili kum tepesinin üzerinde, yüz vermeyip ayrılacağım diye yemin ettin. Aşkın müziğinin tınlamalarına yemin ettin. Ecele ve kadere yemin ettin. Ki o emzikli kadın, bir yarısıyla çocuğunu emzirirken, diğer yarısını coşkuyla bana sunuyordu. Dağlardan küheylan iniyordu. Senin gibi nice gebe ve emzikli kadınların kapısını çalmış, henüz bir yaşına basmış, nazarlıklı yavruları alıkoyup, efsunlamıştı o...
IX
Yürü ve devenin yularını kendi haline bırak; beni de meyvelerini devşirme zevkinden alıkoyma... Mahfe kayıp da, ikimizi birden yan yana yatırınca bana; “Devemi yaraladın çarkı felek, in aşağı!” demişti ve mahfeye, Uneyze’nin mahfesine girdiğim o gün: “Yazıklar olsun sana, beni yaya bırakacaksın pars çiçeği!'' demişti.
X
Genç kızlar, Mor Afrem zambağını, kızaran gülleri birbirlerine sunup durdular. Sapları iyi bükülmüş, beyaz ipeği andırıyordu. Kutsal ruhun benderi gibiydiler. Onlara adaklar adadığım bolluk günleri… Geri de kalan miskleri develere yüklemem ne hoştu! Hey gönül kuşu, sen o sevgililerle nice günler geçirdin. Özellikle de Daretu Culcul’da geçirdiğin günler. O ikisine duyduğum aşktan dolayı göz yaşım, göğsüme doğru sel gibi akmış, kılıcımın askısını bile ıslatmıştı!.. Aşkım göl incileridir.
XI
Benim şifam durmasız gözyaşı dökmektir ama silinip giden izlerin yanında inleyişler neye yarar? Kalktıklarında her ikisinden de obaya, karanfil kokuları getiren, sabâ rüzgarlarının esişi gibi kokular yayılmıştı. Senin bu sevgiline göz yaşların, tıpkı bundan önce Me’sel Dağındaki Ummu’ul Huveyris ve komşusu Ummu’r Rebab’ı sevdiğinde uğradığın akıbet gibidir. Benim şifam bol bol gözyaşı dökmektir ama secdederken sevilmektir.
XII
Arkadaşlarımsa, orada bineklerinin üzerinde çevremi sararak: “Kendini üzüntüyle helak etme, metin ol” diyorlar. Göçlerini yükledikleri günkü ayrılık sabahında, yörenin deve dikeni ağaçlarının yanında, melekler gibi inciler döküyorduk. Sevgilinin yurdunun geniş alanlarında ve oradaki su birikintilerinde yürek yakan ceylanların, bulut cevheri gibi elemli gölgeleri görünürdü ki, dünya ahreti adeta budur.
XIII
Tudih ve El-Mikrat’a kadar uzanan, güney ve kuzey rüzgârlarının dokuması sayesinde, henüz izleri silinmemiş olan ''Emel Denizleri''ne ağlıyorum şimdi. Durun, bekleyin, sevgilinin ve onun El-Dahul ile Havmel arasındaki Sıktu’l Liva’da bulunan yurdunun anısına hıçkırıyorum artık. Ruhların Göçlerini, Elem Denizlerini ve Keder Gökleri'nde olan biteni kimse bilemez ki...
 LİSYANTUS

Onun için bir lalenin, özkıyım değil pencereden itildiğini savlayan bir görüşü vardı, tanışıklığın, tanıklığın getirdiği septik bir içtenliğin, bir sütunlu galeri, bir Zenon düşleyimidir belki de, bir gece ecesinin evlerinde konakladığı gizler dünyası...

Belki bir leylanın yaşam oyununa egemen olanın katlanamamasıdır tüm bunlar, belki de bu denli incelikli açıklamalar, ezginliğe ortak ...olmanın kederidir bilinçaltının dünyasında, gecenin yarısında, kısa ama akıp giden ilginç söyleşimiz için teşekkür ediyorum, neden bu mihnet dolu özlemler, hep öpme sevme imgesiyle anlatılmak istenir ki, yakanın karşısından, bununda belki masum olduğu kadar, bir takım hegemonik dürtülere varan, genlerdeki mülki despotluk duyumlarıyla derin bir ilintisi vardır belki de...

Sevgi bence bu sistemde egemenlik amaçlı, bir arzu tramvayının gizençli bir masumiyet belgesidir, bazen kesenliğe esen veren bir karşılık, Lisyantusumla yedi renkli bir bahar müjdesine, bir denkliğe dönüşebiliyordur belki ama yine de doğsanı bu ve üstelik egemenliğe dönüştüremeyen taraf, pasif konuma da geçebiliyor artık koşullara uymazsa, diyebiliriz ki egemenlik zorunlu...

Yine de düşüncenin soğukluk değil, tam tersine bir ruh çözümlemesine giden kanal birliği, kan kardeşliği yaratsın isterdim, isterlerim, kaçınılmaz bir primitifliğe dönüşen bir arzunun, umarsız açmazlarına, o bildik geri dönüşümlerine yol açsa da, her süreçte bahtsız özneyi oraya doğru savursa da...

Ama asıl garip olan, bunları sana anlatabiliyor olabilmemdir belki de, bu bile senin üzerinde yaşanabilecek erotik bir gizence dönüşüyordur belki de, çıkış yok, sınırlarımız bu ve ne yazık ki bir yineleme insanoğlu, gene de arzuların birliği, özlemlerin simgesine, şaşırarak vay be diyor ruhum ve bedenimin engebelerine acıyor...

Öpüyorum...

Bin yıl sonra acaba yine bu sözcükle mi kapanacak tümce kutucukları, nedir bu dayanılmaz tutsaklık, nedir bu Mecdelli'nin büyüsü ve nedir bu ezen ve ezilenin gücü, ruhunun var olduğu ileri sürülen bir bakışa duyulan, o ürkünç, dehşet dolu yok etme arzusu, nedir bu et ve kemiğe duyulan iştaha, Alvarado'yu dişlerimle öğütme arzusu ve istençlerin yöneldiği biricikliği kutsayarak, onu ele geçirebilmenin benliğimi hiçleyen, cehennem gibi yakıp geçen tuzağı ve nedir bu erimsiz, bitimsiz serap, nedir acı çekme ve çektirmenin kozmik sığmazlığı ve nedir bu mezarlar, son iç çekiş köyleri...

Belki yine de sana anlatabiliyor olmam, yalnız senin anlayabileceğini düşünmem, bir sevdadır bu diye avunduğumuz yanıdır düşlerimizin...

...
Yaprakların arasında gidiyorduk, ne buruk, ne içli, ne sarsıcı kokulardı, aman tanrım, bir cennet bahçesiydi yürüdüğümüz yol, çiçeklerin tümü minik birer tanrı gibiydi ve bize bakıyordu, sümbüller ayaklarımızın altında eziliyor, güller sabah ıtırı gibi yayılıyor, güneş gözlerimizde tutuşuyor derken, doğuyor mu, batıyor mu yeryüzünde anlayamıyorduk...

(Sonra bu denli güzelliğe varlığın gücü yetiyor mudur diye hüküm verdim, sarhoştum, huş ağacı ve çavdar diyor, dağ gülleri ve laleler, ıhlamurlar ve kenevir, arpa çayırı ve lahanalar diye tansıyor, uzakta pınarlar, su şırıltıları ve kuşlar, ahlat ağaçları ve sardunyalar diye söyleniyordum.)

Manolya ormanlarına geldik, el eleydik, kraliçenin bahçelerinden söz ediyordu nedimeler, ne kokulardı tanrım onlar, ama ne kokular, derin ve belki de hafif, baygınlık veren ama büyüleyici, kasımpatılar, kadife çiçekleri, fesleğenler, yıldız çiçekleri, sarı papatyalar, yedi kardeşler, nar çiçekleri, uyku veren cevizin o taze filizleri, yeryüzünün tüm kokuları dönüşsüz sabahın gölgelerinde, ısı yayan minicil güneşlerinde, sonsuzca ve hep buralardaymış gibi, uyuyor, uyanıyorlardı sanki...

Sonra bir melek belirdi, kanatlarını açmış, bana doğru geliyor gibiydi, sarıldım birden, o derin kokusunda kendimden geçer gibi oldum, tubanın dallarından düşer gibi oldum...

Uyandım, Lisyantusum dedim, Lisyantusum... 

İşte, baş ucumda...

Öteki ise yukarda, yeryüzünün tüm kokuları, serin, güzel, hafif, derin, uçuk, baygın, ağır ve us uçuran tüm kokularıyla, dağılıp gidiyordu havaya...
FELSEFE

Felsefe, yazınsal alanda varlığını gösteren, yer eden bir şey değil, ağır bir sanayinin dilidir. Yazınla doğrudan bir ilgisi yoktur. Ağır bir sanayinin, endüstriyel bir sirkülasyonun, çalışma tekniği, mekaniğiyle, bundan doğan, vücut bulan kültürel, sosyal, ekonomik bir yapılanmanın, yoğunlaşmış, pekişmiş, makine-insan, insan-toplum, toplum-makine ilişkisinin, güneşin potasında eriyecek d...enli katılaşmış dilidir. 

Var oluşumuzu, doğmuş olmaklığımız belirlemez, sınıfsal kökenli çalışma-çatışma alanlarımız, koşturmalarımız, tanrı-kul, kral-tebaa, hükümdar-köle, monark-kitle; ler arası ilişki ve erk ezginliğinin demokratikleşebilen dışavurumundaki, iskelet yapımız, organik bütünlüğümüz, organizmamızın çalışma biçiminin içsel ve görsel verilerinden yapılanan parça ve bütünselliğimizin görüleri, sosyal varlığımızın hacmini, değerini, önemini ve hep ve hiçlikteki adını, var oluştaki payını, oranını belirler. 

Melih Cevdet Anday, tan atımının bir sabahında, sisler arasındaki bir kahvede, buğulu camların ardında, başını sallayarak oyun oynayan, bir gölge gibi eğilip doğrulan insanlar için, 'Aslında bunlar yaşamıyor' demiştir. Ne yazık ki doğru...

Yazını, olası iyi olan toplumun, felsefeyle bir bağı olmayabilir. Yazı olanaklar alanının içinde bir insani edimdir. Birey için bir sunum, kolaylıktır. Felsefe ise, koşulların ürünüdür, belli koşullara sahip olmayan toplum hiç bir zaman felsefe üretemez. Onun içindir ki felsefe dille yapılabilen bir şey değildir. Felsefe bir düşünceyi yorumlayıp, kendi özgün çemberinin içinde eriterek, yeniden canlandırma, beden bulma, vücuda getirme işlemidir biçimsellikte, organik çalışmadır, ama o düşünce nerede, kim, ne, bir düşünceden söz edebilmek için onun tüm ayaklarının var olması ve canlılığının su götürmemesi gerekir.

Felsefi düşünce, bir şiir ya da roman değildir, o toplumun içsel çatışmalarından, çelişkilerinden, yöneten-yönetilen, işçi-işveren, çalışan kesim-burjuvatik katman, mavi yaka-beyaz yaka iç içeliklerinden doğan bir oluşum, ceninin tüm iyelerinin, tümlenmesi, beden bulmasıyla varlığını kanıtlayabilen bir çıkıştır. Onun sözle ilgisi yoktur. Sözle dile getirilmekten başka!.. (Çünkü, başlangıçta söz vardı!..).

Çünkü o toplumun organlarını, elini, ayağını, beynini, sindirim sistemini, (motorunu-devinim mekaniğini), yani yüreğini anlatan bir çalıştırma belgesidir. Onun için felsefenin, söz sanatlarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayabilir. Onlar salt mühendis, doktor, aylak veya işveren, patron, ehil sahibi, yeraltı gezgini ya da herkes olabilir. Yazınsal bir genişliğin, enginliğin değil, felsefi bir darlığın, bir kastın, özün ürünüdürler. Felsefecilerin, yazınsal yapıt vereni görülmemiştir belki de!.. Çünkü felsefenin şaşırtıcı gelebilir ama yetenekle de pek ilgisi yoktur, anlamak, sezmek ve tüm ayrıntılarıyla bir toplumsal öbeği, yaşam kanallarını ve kılcal damarlarını analiz ederek, ortaya koyabilmek ve bir sonuçlanımla, belki yeni bir bakış, yapılanmanın çığırını açmaktır o... 

Sürdürürsek felsefe, var olan ya da güncelde var sayılabilen bir tamlığın eleştirisidir. Yeknesak bir tam sayılanın veya örneklemi eksik sayılabilecek bir olgudan, yapıdan bir felsefe çıkarmak, onun felsefi yapılanmasını hem yararsız kılacak, hem de emsal sayılmasını önleyecektir. Felsefe piramidin en üst noktasından eteklere yayılan bir gelişmişliğin, ekonomik, toplumsal ilişkiler ağının, girift yapılanmasının çıkarsamaya elveren bir eleştirel dinamizmi, ütopik bir atılımıdır. 

Bizde felsefecinin olmayışı dille ilgili değildir, fason, yüzeysel varoluşçu, üretmeyen, aracılıkla yetinmiş, montaj bir sanayi, benzeri her tür yaşam biçimi felsefe üretemez, doğrumu olmaz.

Çünkü derinliği olamaz, toplumun analitik, kanalizasyonik, yeraltı işbirliğinin ayrıntıları a,b,c denli saydam, iç görümcü olabileceği için, felsefi yapılanma gösterebilme ve ciddi bir platforma taşınma olasılığı artık kalmaz. Yüzeysel bir girdi-çıktı mekaniğinin, felsefi bir derinliği olamayacağı gibi, öylesi bir toplumda; gerçeklikte -felsefe üretebilecek- bir toplum değil, yığın sayılır atriyumda... 

Öbek, öngörünün tümeli, basit bir kumpanya ve kabilevi bir görünüm taşıyacağından çözünürlüğü de o denli basittir ve felsefi bir yapının görüş alanına hiç bir zaman giremeyecek kadar bir paradigma, yolları çatallanan bir bahçedir ama; bir kargaşa, kaos arz edecek denli bir tanrısal görünüme yazık ki haiz olamaz. Açınlamasıda güdük ve felsefi yapılanmayla bağdaşacak bir göksellik barındırmaz, bu göksellik, ruhani değil, güç ve dünyevi görkemin öznesi olabilecek bir görüntünün arayışıdır hak tanırlıkta...

Derme çatma, birbirinden kopuk, dayanaksız bağlarla birbirine yaftalanıp, iliştirilmiş, fason bir toplumdur o... Karakalabalık. Bu yüzden felsefe yapan, felsefi bir yapılandırmayı başarabilen toplum, bunu dille gerçekleştirmez, bunu sahip olduğu toplumsal derinlik, çağımızda uzaysıl sanayi, sınıflar arasındaki bellek bozan varyantlar, iniş çıkış ve varyasyonlarla, şaşırtıcı, çok boyutlu gelgitlerin, çalkalanmaların mayalanması ve bunun sanki bir dalgakırana çarpan dışavurumuyla gerçekleştirebilir ancak. 

Felsefede yetke ehlindedir. Her isteyen alıp onu kullanamaz, gerçekliği olamaz, aksettirici ayna, sanal bir görüntünün yansılaması olur, oysa felsefe temelini kesinkes gerçeklikten alan bir şeydir. Yazınla bu nedenle doğrudan bağı yoktur. Felsefe yazınsal dili benimseyebilir, yazınsal olan felsefi dili kullanabilir, ama ikisi de bir diğerinin ön koşulu değildir. Ayrıdırlar. Felsefenin, esinin, sanatın, estetiğin ve diğerlerinin tek aracı dilde değildir, sinemayla da felsefe yapılabilir, ama dille Tanrı'yı yeryüzüne indirebilirsiniz, dil can alır. 

Geçmişte, Budist, panteist, firavuni toplumlardan yükselen yeni inan ve toplumsal devinimler, Musevilik (Yehova), İsevilik, Hindu ve Arabi inançlarda bu anlamda çağının gelişmiş, öncül uygarlıklarının çarpıklaşan belki ama sonuçta güçlü biçimde bir yeniden doğuşa evrilen toplumları olmasından kaynaklanır. Günümüzün çağcıllığında bu tür veriler, geçmişin antik Helen, ege ve benzeri güçlenimlerle birlikte süre gelen yapıları, artık salt ideolojiye dönüşen, siyasi, ekonomik bir tözle seyreden bir levhaya, kutsevi bir metne dönüşmüşlerdir. Bugün felsefe bir 'Dekameron', iki elin parmaklarını geçmeyen, sayıları bir kaçı bulamayacak ülkelerin tekelindedir. Geleceğin, geçmişinde gerisine, yol alabilecek bir serüvenin, özneleriyiz belki de!.. 

Örnekçesi, dışalımı, dışsatımdan çok olan hiç bir ülke felsefi bir yapılanma gösteremez, bu olanaksızdır. Çünkü dünyanın çağdaşlık noktasında vardığı nokta, modernitenin yapılandırdığı, toplumun, sanat, ilim, cinsiyet, günlük yaşam, alış veriş gibi tüm alanlarda boy gösterdiği ve sonulu, onun bileşkesinden doğabilecek bir çözümlemedir felsefe, bir üst yapı göstergesidir, bütün bunların kısıtlı, kısır, ortalama eleştirisine yüz vermesi olanaksızdır. 

Çünkü o zaman ortaya çıkabilecek şey yazık ki dünyevi doruğun ürünü bir felsefi altar olarak nitelenemez ve bu doğaldır. Bu nedenle gelişmemiş toplumların çözümlemesini, üst yapının patronajları üstlenir. Felsefe doruk göllerin analizinden, olası ya da var olan bataklıkların açınlanması, derinine inilebilmesidir. Güneşi içenlerin ve güçlülerin içinden çıkan bir görü, bakış olması zorunludur, sıradanlık onu aydınlatamaz. Dolayımla günümüzde felsefeyi ak / kara bilimin, elektroniğin ve telekomünikasyonun tanrıları yaratabilecektir.

Sonuçta, felsefe dil ürünü olmadığı için, yapılacak iş, çağdaş, modernizmin tüm gereklerini, makas ve açımlarını yerine getirebilen bir toplum olmakta yatar. Osmanlıca değil, dünyanın tüm dillerinin ırmaklarında yüzüyor da olsanız, felsefe yapamazsınız, ama sayısızca şiir, roman, özdeyiş üretebilirsiniz. Felsefe, somut gerçekliğin soyutlanması (temellenmesi), yazın ise, soyut gerçekliğin somutlanmasıdır gerçellikte!.. Bunun ayrımı kolaydır, 'yazı' adı üstünde bir imgedir, soyuttur, yazın soyutlamanın soyutlamasıdır, ama felsefe bir soyutlamadan hareket ettiğinde, bir doğma ve skolastik (sabit, değişkenlikten uzak, değişmesiz) bir düşüncenin alaysanan fantezisine dönüşür bir anda... Yazın bu tehlikeden uzaktır, deliliğin edimine izin verebilir. 

Felsefe, organizması, dirimsel yapısı, yüzyılın tüm varyantlarına, gerçeklerine ayak uydurabilen birey ve toplumlara özgü bir üretim alanıdır dedik. Nasıl lunaparkta son hızla atraksiyon yapan arabayı, bir taşıt sayamıyorsak, öykünmeyle yetinen, varlığıyla yalnızca benzeşen ama fasonizmin, derinlikten yoksun üretim ve yapılanmasının pençesindeki toplumlar, bir toplum dahi sayılamayacaklardır gerçeklikte... Bunu onların bir felsefi yapılanma içinde olamayacağından, olmadığından, daha doğrusu olabilmeye gücü yetmediğinden, yetemeyeceğinden anlarız. Bir felsefe üretmeleri de beklenmemelidir. Gerçek; şaşırtıcı değildir... 

Yinelersek felsefe, sanayinin, endüstrinin, üretimin dilidir. Bu bağlamda ortaya çıkan insan-makine, insan-toplum, toplum-makine vb. ilişkilerinin ve bunun sosyal, kültürel, ekonomik, endüstriyel çatışmasında, çarpışmasında ortaya çıkan söylemin, ütopyanın, idenin, dille ortaya konulabilen panoramik manzarası, öğretisi, tözü ve formülatif bilimsel-ilimsel, çözümsel, eleştirel skalası, derinliğine boyutlanabilen hacimsel görüntüsüdür. 

Şarkıların, türkülerin, şiirlerin onunla hiç bir bağı yoktur!.. Bir toplumun felsefi yapılanması olamıyorsa, bunu başaramıyorsa, toplum olma noktasında; sayılmasında, global arenada, arazlar gösterecektir artık, bunu ötekilerin gölgesinde seziyor olabilirsiniz. 

Felsefe dille de kendini ortaya koyabilen, açınlayan, aydınlığa kavuşan bir dev yapılanmanın, bir dünyanın, galaktik kozmos ve sonsuz evrenin, mekanik-yapısal eleştirisine yönelebilen veya dönüşebilen (sıradanlık ona göre değildir), Tanrı'nın özü, özetidir gerçekte... Diğer her şey ondan sonra gelir.

Zor bir şey!..
Nobel içinde hileli ödül demiş hükümet, şaheser bir yaklaşım, Orhan Pamuk gibi renksiz, kokusuz, tatsız, bir müsekkin, risinol gibi bağırsakları boşaltma yerine beyinleri boşaltan bir yazı bulamacına ödül verdiler!!! Yaşar Kemal'e verilse bize özgü bir kültür dünyada dikkati çekecek, onu bırakın içerde harika insanlar yetişecekti, ama Pamuk gibi ne idüğü belirsiz bir hece borsacısına verildi ödül, onun kitaplarından elli sayfayı çıkarın bir şey değişmez, a yerine b koyun gene bir şey değişmez, a ile b nin onun kitaplarında anlam farklılığı yoktur, çünkü sade suya tirit bir gazelhandır. Herkesin ortak beğenisine hitap eden yazar mahalle muhtarıdır, aspirin gibi, kıçın ağrısa da at, gözün seyrisede at, nasıl olsa bir bok olmayacak!!! Nobel ahlaksız batının, hükümranlığına hizmet edecek finolara verilen bir mafia ödülüdür, bunu bilen Sartre tam da mafyatik bir harekete uygun olarak parayı aldı, ödülü gözünüze sokun dedi!!! Helal olsun 1.36 lık deveye!!! Nobel edebiyat ödülü bizde edebiyatı geriye götürmüştür, bunu anlamayabilirler, anlasalar zaten konuşmazdık!!! Orhan Pamuk gibi yazmak, her eve lazım eşyaya talim etmektir, herkes alır ama kimse kullanmaz, şiir geriye gitti, neden, bu tür yazın sabun gibidir, okumaya uygun herkes için, en alttan en üste, yazılan şiirlere bakın, kusmamak için zor tutarsınız kendinizi, ..........tayyare, selam söylen o yare!!! Bu şiire mahkum etti nobel bizi, şiirimiz geleneksel olarak elbet güçlü, ama nobel hepimizi frenledi ve ev hali edebiyat oldu, şiir oldu! Orhan'da Missouri'ye vali!!! Asıl mükafat elbette bu olacaktı!!! Fasonizm ve misyonerlik zaman kazandı, haydi hükümet bastır, mücevher gözlü eşekler! neden semerlidir, neden yük hayvanlarıdır göster onlara!!! Batı neden piyanist zımbırtılarına koltuk çıkar, neden bizim zanaatçı kına yakan kızları nazi çocuklarından aşağı da gösterir, neden ilerici sandığımız bütün tavırlar kısa zamanda gerici bir odağın mottosu ya da manipülasyonuna dönüşür, neden modern, çağdaş zannettiğiniz insanlar aslında bir holdingin, gerici, manipülasyoncu bir kapitülasyoncunun sözcüsü olur ve tüm olan bitenler bir çözüm müdür!!! Neden bizi utanmazlık anıtı gibi sunan içimizdeki piçlerin poposunu sıvazlar batı, neden halkı ispiyon edip, bulaşıcı hastalık yayarmış gibi, onlarla kolkola yoksulu teftiş eden köpekleri baş tacı yapar, bu şart mıdır ey satılmışlar, bunun neye faydası var, çare onlara sürtünen yalaka köpekleri ortalığa salarak köpeksiz köyde havlayan yerli misyonerleri alkışlamak ve bunları gösterip, köye üniversite açılmaz diyen piçi adam yerine koyarak ömür tüketmek midir, foyası dökülen teneke kralları!!! (şimdi okudum! O.Pamuk'un son kitabının adı Kafamda Bir Tuhaflık, tanıtım cümlesi ise, aşkta niyet mi önemlidir, kısmet mi, kitabın adı 'Bugün Başım Ağrıyor olmalıydı! tanıtım cümlesi içinde Güzin Abla'na sor kardeş demek gerekiyor, Nobel alan çoğu yazar bit pazarına düşer bilirsiniz, ama pembe dizi versiyonlarına düşenlerin durumu daha da acı, yayıncılığın cilvelerine, kurulu düzenin atraksiyonlarına, biz sana hizmet ettik, paryalık sırası sende kisvelerine katlanmak, kısır bir döngünün ve beşeri dişlilerin olağan kokular yayan gres yağı olmak... Şunu bilinki Necip Mahfuz da beş para etmez bir yazar, bu nobel iş müslümana gelince ta Bush'u nobel alacak yazara vekil tayin ediyor, Bush, Pamuk için çok beyaz, safkan bizi andırıyor, allahtan temiz, yan etkisi yok, muhasebeci görünümlü, dikkati de çekmiyor, tam aradığımız profil, sanki Lavrens havasında demişti!!! ama latin amerika da sıkı yazarlara veriliyor ödül, hıristiyan birliği var, içgüdüsel deyin aleni deyin farketmez! bizim ki, anadolu coelhosu olma yolunda son kitabıyla, taklit aslından daima geridir, mahfuzda mısır'ın lalettayin yaşamını anlatırdı, sesleri kaydedin mahalle evlerinde romanların kralını yazarsınız, bunlar zihin pornosunun tebelleş olduğu başıboş yazarlar, neden politikacıları ölümcül biçimde eleştiriyorsunuz, topluma görünmez adamlar gibi ruh üfleyebilen, belki de, bir parçasını kodlayabilen zihin dünyasına alkış, yuh olsun alkışçı zürefalara, o zaman her politikacıya selam durun!)
 HANOK
Uzay Devleti'nden, yıldız ülkelerine doğru gidiyorduk. Pencereden baktığımızda, göğün tanı kızarmıştı. Uzakta, ışıklar saçan bir şey vardı. Solaris'in saçları gibi sarkmış yayılıyordular. Son aydınlığın derinlerinden, En-gedi bağlarını görüyorduk. Sanki gölgelerde bir şey toplayan vardı. Göğün altında Neşideler Neşidesi'ni söylüyordu insanlar. Süt sağan birilerini de gördük. Keçi otlatanlarda vardı göllerde. Güneş tanı, deniz tanı, Venüs tanı, ilkinsil sabah tanıyla yarışıyordu sanki. Düşmüş melekler kanatlarımızı açmamızı söylediler. Şam'a doğru bakmamızı. Şinar'daki gibiydi; Işıklar içindeki Senir kenti. Canlı mahluk sürüleri kaynaşıyor gibiydi. Biride sanki su içiyordu... İşte gizlerin gizi ortaya çıkıyordu ki; Tanrının ruhu, suların üzerinde, kıpırdaşıyordu!..
birleşmiş milletlerde 5 ülke var hıristiyan, veto yetkisi var ama içlerinde 1 tane Müslüman ülke yok!!! Ne kadar doğru değil mi! Ama anlamaz ki!!!
İngiliz taraf gazetesi, Çin hıristiyan değil diyor, yarısı ateistmiş!!!Cahil ateisti dinsizmiş gibi algılıyor belli ki!!! Ateist, din dışı demek, yani tanrıya inanıyor ama yeryüzünde dinsel gelgitlere ve ritüellere itibar etmiyor. Bu inançsız mı şimdi, ateistler, dünyayı sararsa, çok daha acımasız şeyler olabilir, ç...ünkü sadece tanrı adına hareket edecekler!!!
Dogmaların en büyüğü ve tehlikelisi!!!

Atesitlere hiç itibar etmeyin, bugün farklı algılanıyor ama verin ateistlere dünyayı, nüfus fazla diye koyun gibi ağıla sokup insanları sarin gazı salabilirler, hiç yargı, düşünce ve yerel gerekçeleri değerlendirmeden!!!
Ateistden korkun!!!
Ama inançla, dinle, tanrıyla, hiyerarşik bağlar, buyruklar ve beşeri katmanların kültürel ve siyasi koordinatlarına itibar etmeyen, ilgi duymayan ve bir bağlılık hissetmediği gibi olan bitene insanın primat çağları gözüyle bakanlar acaba nasıl, onlara ilişkin fikir geliştiren var mı!!!
Bir fikir geliştiremeyiz, az bulunan amfıbik ve ne yemeye ne akvaryumu süslemeye uygun olmayan hayvanları insanlar, hiç bir şey olmamış gibi yine denize atar!!!
Ama bir gün hepimiz o olabiliriz!!!
üşüme düşüncesi üşütür. köpek memelidir Napolyon kral, sülfirik asit nedir, kız ahşap giyer mi, kanaviçe ve sinirli timsah filan yoksa ,,,  kırmızı başlıklı kız gibi , saklı bahçe veya gizli bahçe, değişmeyecek şeyin yasını tutmayacaksın , rezilliği vezirliğe çevirmezsen kaybedenler kulübüsün, fosil taşıl, taş kitabe, pergamon ya da papirüs belleği, organik bellek, mineral bellek, ve elektronik bellek nedir.. 
 İlkokulda evde yalnız kaldığımda sandık karıştırırdım, iki sandık vardı biri düzenli, dolmakalem kutuları vardı, değerli bezler vardı, ondan çekinirdim, kızarlar diye. İkinci sandık pejmurde ve kitap doluydu. Kızıl Sultan Abdülhamit'e yapılan suikast, Japon Baskını, Caryl Chessman ve Filip Nolan unutamadıklarım, okumayı sevdiğim için olamaz, başka dünyalar olduğu için okumak aracılığıyla tanımak gerekli olduğundan (büyüklerin yanında, dağa bayıra, başka köye gitmek ve başka bir dünya tanımak gibi) okurdum. Chessman, Amerika'da elektrikli sandalyede idama mahkum edilmiş, haklılığını kanıtlamak için yazmış kitabı, çocuk ve kandil ışığı için hacimli kitap, unuttum şimdi ama ismi aklımda kalmış, Chessman'a sempati duydum. Filip Nolan 40 sayfa yok, oldukça iri yazılı, casuslukla suçlandığı için yargılanıyor, haklı sanki ama kaybediyor, cezası Amerika'ya girişi yasaklanıyor, sürgün yani, adam haklı olduğu halde, kalan ömründe gemilerden Amerika'sına, ışıklı sahillere baka baka, bir daha ayak basamadan ölüp gidiyor. Kitap bittiğinde yastığa yüzümü bastırıp çok ağladım. Ağlamak mefhumunu tattım (Çok sonra kız kardeşimle konuşurken oda ağladım deyince, anım biraz solgunlaştı, bana özgü bir şey değilmiş). O günden beri Amerika'nın doğal düşmanıyım. Dünyada gitmeyi isteyeceğim son yer.
burasını anlatsam abd ye iltica etmemiz gerekir, oraya gitsek rusyaya kaçmak gerek, rusya da, çine razı olacağız tabi, çinde de meşhur çin işkencesi var! bodler nerede yaşamak istersin sorusuna, dünya olmasında neresi olursa olsun demiş. bana ingiltere demokrasinin beşiği deseler acırım o insana, ingiltere barbarlığın mucididir. hattı müdafa değil sathı müdafa iyidir belki, uzayda oksijen yok, aşağıda cehennem bekliyor, geri dönmemiz mümkün değil, gelecek karanlık, intihara cesaretim yok, en iyisi kahvaltı mı edeyim!!!
çocukluk anılarını hatırlayamayışımızın nedeni beynin hücreleri gelişip tam şeklini alırken, büyüm eve irileşme sonucu çoğalan hücreler arasında bağlantı kopukluğunun kaçınılmazlığı imiş, yaşlılıkta hücreler ölürken - azalırken- aynı şey olurmuş
SARKAÇ
(Pandül)
Yokluk, insansıl olanın ürettiği bir kavram olarak, varlığıyla; varlığı düşünmemize, töz ve nen olarak, tinsel alanını genişletmemize olanak tanırken, varlıkta yine kendisinin üretebildiği bir kavram olarak yokluğu düşünmemize, algı sınırlarının içinde devinmemize olanak tanıyor, izin veriyor. 
Peki, varlık ve yokluk dışında, henüz düşün alanının içinde varsayıp tutamadığımız ne, ussal kavramlarımızın çerçevesi içinde yer etmesini sağlayamadığımız olabilirliklerin, olasılıkların harmanı ne, nerede o ve o kim, bir töz mü... 
Onu tanrı kavramı ile geçiştirip sınırlıyor muyuz yoksa, tanrı soyut bir kapılım, kapsanım olarak bizim erinç içinde olmamızı sağlayan bir araç, bir arka plan konumunda mı, yoksa tanrıyı aşabilmek ve ötelerinde bir düşünce ya da olabilirlikler okyanusunun içinde yüzebilmek, bizi daha büyük çıkmazlara mı sürükleyecek ve yoksa bir kozada, bildiklerimiz aritmetik hızla artarken; bilmediklerimizin geometrik biçimde artmasına neden olması, bilinmeyenin katlanıp çoğalması, kimliğimizin bunalımlarını artıracak diye mi korkuyoruz. 
Durağan konumda aşılması gereken tanrı değilse, düşünce kotamıza, düşünsel çevrenimize nelerin girmesi gerekiyor, hangi düşünsel yapıyı, parçalanım, dağılım ve toplanımları anlağımızın sınırları içine buyur etmeliyiz henüz bilemiyoruz biz...
Öyleyse aşılması gereken biziz, özbeöz kendimiz. Temel sorun buysa henüz hiç bir şey bilmiyoruz demektir. Bir illüzyon ve normatif adlandırma ve de format çağlarında yaşamadığımızı kim söyleyebilir.
Gelecek çağlarda sanat ve düşünce kurumsallaşacak, bireyler yok olacak ve gruplar, kurumlar varlığımızın düşünsel devinim ve evrimsel akışına yön verip, ön ayak olacaklar, düşünce kendi başına üreyen tüzel bir kişilik olacak, başlı başına bir matriks, 'dölyatağı' ama evrenin ve varoluşun gizini hiç bir zaman bilip ele geçiremeyeceğiz biz. 
Gerçekte soyutuz diye bir soyutlama girişimi değil bu, 'eARTh' sürekli değişen ve gelişen bir organizma, bilgilerimizle gelişip değişen, bilgilerimiz de ona paralel olarak değişip gelişecek ve sonsuza dek sürecektir bu paradoks... Bilgi sonsuzsa ki öyledir, değişimde sonsuzdur, algıda; onunla paralel olabilen ve bütünlükle birlikte yol alabilen bir sonsuzluk olabilecektir. 
Günün birinde, bilgi kotlama ve bakış açısı ise eğer ve bir sınırlama ve organel ya da bedenleştirme ise bilgi; bir kısırlaştırma, mikro evrensilik ya da daraltma biçimi olarak, doğmadığımızı savlayabileceğiz, değişkenlik ve öğrenim görecelidir, öyleyse gerçekte bir tözüz. Tin, ruh. Elektronal molekül.
Öyleyse diye sürdürelim, düşünsemede bildiklerimiz bir anlamda bilmediklerimizdir bizim. Çünkü form, daralmış bir sonsuzluğun tanımlanması ve bilmediklerimiz de, gözün ardı, rafın ya da duvarın arkası ve erişemediklerimiz, ulaşamadıklarımız da, belki de ruh evine sığdırılamayan göremediklerimizdir. Onlar henüz bilinmeyen sınıflamasına bile girmeyen, girmesi gerekmeyen, oluşum dışı, periferi dışı birer dışsal ruhlar ve mekanik varyant, çark birliği veya gözlerimiz ve ellerimizin amigdala ile ortak ürünleri olan, yokluğunda ötesindeki -şimdi sayıkladıklarımız gibi- varsayımların varsayımı olabilir. Ne ki savın her türlüsü bir gerçekliktir ve düşünce varlıktır aynı zamanda... Bütün bunlar bu nedenle bir düş diyebiliriz çünkü varlar. Var olan; düşlenen, düşlenen; var olandır. Varlığın yönergesi dışında düşler üretemeyiz biz ama üretiyor sanısına kapılabiliriz. 

Sonuçta kendimizi aşamıyoruz, varız ama yok denecek kadarda kısırız, kısıtlıyız, kurağız, çorağız, bir ölüyüz biz. Ne acı, ama belki her şey minik ve manik ve belki her şey devil ve devasa ve yetersiziz aynı zamanda... 
Evet yazıdan, tanımlarımızdan daha güçlü olan, olabilen çok şey var, algı var, sözcüklere sığmayan, sözün göremediği bilemediği, sınırsız şeyler var. Bütün diğerlerinden güçlü olan ve evrenin sınırlarını aşan, her şeyden sonsuz bir 'ruh' var örneğin, o düşlerimizden de ötededir, düşler onun kapsamı içindedir ama o dizimizin dibinde, bize ne kadar yakın ama gerçekte bizden sonsuzlayın uzaktadır o... Bedenimiz onu zapt eden bir sığlığa dönüşüyor çünkü... 
Bir ruhu / tözü bütünüyle harflere nasıl dökebiliriz, biz bunu bile eylemsel kılıp, gerçekleştiremedik henüz, öyle sonsuz ki, biz onun kozmik / komik bir parçası olabiliyoruz, ilkinsil örneği... Belki giz onda saklıdır, ama o bizi görüyor, biz onu göremiyoruz, bütününü görmemiz olası değil, parça hiç bir zaman bütünü algılayamaz, ama -olasılıkla- kendisini bütünden daha iyi tanıyabilir. 
Öyleyse bildiklerimiz de, bilmediklerimiz de, gözün ardındaki, usun ötesinde, rafın ve duvarın da ileris inde ve aşkınlıkla  görmediklerimiz, göremediklerimiz de bir düş sayılmalıdır gerçekte!.. 
'Ona dil verildi, şu yalan yani / Ona et verildi, toz olan'
Bir tin, töz ve ruh, adı ne olursa olsun, algımız ne olursa olsun; Her şey bir düş...
Çünkü başı sonu belli olmayan bir şey ancak bir düş olabilir. Ona düş diyen biziz ve ama düş dediğimiz kendimiziz!.. 
Çünkü o bir tasım.
 HEKTOR

''Yurdunu savunan, gerçekte yeryüzünü savunmuştur. 
Hektor'un ölümüyle, yeryüzü de ölmüştür.'' 

Tanrı'nın nitelikleri de ve kuşkuların rengi, canyakanlar yatağı ve ölümsüz güller, kırmızı gonca ve yedi kardeşler, tüten yasemenler ve Endülüs'ün kır evleri, bahar çiçekleri ve Hindistan bahçeleri ve güz ürünleri de,

Suları ölümsüzlük bağışlayan ırmak ve krallıklar, Heraklit ve Kal...edonya, ilkel yağmurlar ve kuşlar, kahraman tanrılar ve filozof şeytan, göğsünde kuşun yuva yaptığı ve aslan, sütleğenler ve kadife, o zambak ve fesleğende,

Bohemya ve Bikaner, Kolozsvar ve Leipzig, Dekart ve Erasmus, Methuselah ve Deccal, Talmud ve İncilsellik, aşık kumrular ve Kurtuba, Nasturyenler ve neşideler neşidesi, Celil'in sayfaları ve ham İspanyolca, İranlı hattatlar ve Arap fizikçileri, Mesih ve Mohkam ciltleri de,

Kör geçitler ve revaklar, basamak ve tırabzanlar, Tenten ve Rin Tin Tin, Bengisu ve Granada, Puşkin ve Sin Kalan, Argos ve Mecüc Yecüc, Mehdi ve Kıtmir, Yemliha ve görkemli karanlıklar, mağara ve davullar, lut çalanlar ve Finnegans Wake, Kafka ve tanrının meleklerine seslendiği dil ve Pireneler de,

Usluların öngördükleri, delilerin edimleri, denizler ve yıldızlar, iskandil ve balina, yunuslar ve Mevlana, çobanıl imge ve bedevi ağzına yaslı şiir, köpek ve at, Sezar bülbülüyle arı, tan vakti yaprak gibi düşen ve Kabe, yazgıyı kör bir deveye benzeten ve diva, simgeyle sembol, ağıt ve halay, horon ve zeybek, yer altı esintileri ve dua ve Aristo'da,

Şatoları yıkarken ruhları zenginleştiren zaman, ışık sızıntıları ve granit, karbon ve mermer, menekşeler ve palmiye, Zülkarneyn ve Dara, tragedya ve nota, solfej ve sardunya, faylar ve su çağıltısı, yarıklar ve graben, paslı su ve Canterbury, Sodom ve Dekameron, dağ faresi ve tavşan, sümbül ve yağmur kuşu, Siyular ve Zapotek, akbabalar ve kartallarda,

Ay ışığı ve ormanlar, Jean Valjean ve Bartleby, Chesterton ve Lennie, Esmeralda ve Biruni, Rosa'yla cennet süpürgesi, Pasolini ve Afrika, aynalar ve şaşaa, kır tilkisi ve ispinoz, loş koridor ve Carabus, otlaklar ve Zodyak, Saksonya ve İzlanda, E=m.c2 ve pi, yağmur ve toprak, sarı kürk boyunca uzanan benek ve Çin Ülkesi de, 

Zamana sözü geçenler ve yüzü belirsiz tanrı, ayetler ve sureler, iğrençlik ve ilenti, tahıllar ve kuşlar, jaguar ve ejderha, zındıklar ve kaplanlar, köleler ve yıldızlar, Alkatraz ve tan atımı, Quaholom piramidi ve Alvarado, Lorca ve Andaluz köpeği, Bunuel ve Saura, uygarlıklar ve Drakula, balbal taşları ve Büyük Sahra'da,

Ruhu harflere dökebilir miyiz diyenler, Meryem ve estetik, ecza ve umarsızlık, Aiskhylos ve Oresteia, Baltalar Tapınağı ve derebeyler, şatolar ve kuleler, Dor ve Korint sütunları, Girit ve Lesbos, karanlık sular ve Ezop, yakutlar ve elmaslar, tunç kılıçlar ve tozlar, tin ve tün, kalkan ve topuz, kantar ve kelter, geçitler ve tüneller, dehlizler ve obruklar, Taç Mahal ve Serengeti, Everest ve Nepal, tango ve Fujiyama' da,

Algı yazıdan çok daha güçlüdür çıkarımı, yazgılar ve kuruntular, putseverlik ve totem, Tarık bin Ziyad ve Cebel, proleterya ve parya, Tarkovski ve elemler, medyan ve medya, eppur si muove ve o, şadırvan ve kalkan, mızraklar ve yatağan, Kansu Gavri ve Tomanbay, kalübela ve Kerbela, düşler ve sınırlar, çiğdem ve keçi, serçeler ve madalyon, Lizbon ve Pessoa, Lenin ve Leningrad, Suslov ve Sokurov'da,

Humma ve büyü, Berenice'in Saçı ve Mars, Pantheon ve Çiçero, koyun kırpıcısı ve ispirto, ispermeçet ve dülgerler, kalamar ve kalimera, kara kösnü ve şehvet, arzu ve Muhammed, toynaklar ve dizlikler, süvari ve siperler, Styks ve Paktolos, Tamberlik ve Othello, imgeler ve dizeler, Çingiz Kağan ve Atilla, kum fırtınaları ve gece, Vergilius ve Ovidius, Sapho ve Karun, dolambaçlar ve labirentte,

Sonsuzluk içe doğru bükülür deyisi, katışıksız zaman ve an, Delphoi ve Girit, arı kovanları ve bal, kelebek ve kalebent, Mecdelli ve İsa, Musa ve asa, Ramses ve Rubikon, Sezar ve Galya, İspanyollar ve Rusya, Almanlar ve Avusturya, mineraller ve nötronlar, galaksi ve elektron, dualar ve beddua, Salome ve Kleopatra'da,

Holografik bir düşün içindeyiz, Tarık ve kuledeki ayna, mağrip ve maşrık, Luciano Samosata, kitaplar ve çiçekler, Apollon ve Diana, Hunlar ve manastırlar, kanallar ve arklar, okyanuslar ve gökler, altarlar ve kutsal çanak, ırmaklar ve deniz, su bentleri ve göller, şimal ve cenup, gece rengi ve mehtap, güneş ve Sohrap, Migne patolojisi ve Arap'da,

Dil gökten inmedi, toprakta bitti deyisi, Prometheus ve ciğeri, Nemrut ve kümbet, haç ve çarklar, Pentreah limanı ve Aventinuslu demirci, Paraguay çayı ve çiğ bağırsak, pankreas ve İncil gravürleri, Sukarta camii ve Nadir şah, Tetuan gettosu ve Varennes, Kalavela ve Nibelunglar, Tennyson'un çiçeği ve puslu yıldız, onurlu tehlike ve Rusaddir'de,

Aydın, aradığı şeyi duyamayan kişidir mottosu, iki güneş görmüş Tebai, Viking çatı ve gövde, Buhari ve Hafız, Juvenalis ve Tagore, kükreyen aslan ve Sabbah, Etiyopya ve buffalo, Mısır ırmağı ve Kızıl Deniz, Pelekanon ve Suakin, minotaur ve kentauros, mezarlıklar ve Dante, Boccacio ve Jüpiter, Albrecht Dürer ve Luther ve son iç çekiş köyeleri de,

Hindistan dünyanın kendisinden büyüktür sorusu, İsyan ya da Ekber, Tesla ve Fermi, Mahavira keşişleri ve Yahudi, Sih ve inananlar, iman sahipleri ve Kurancılar, anakonda ve kobra, armadillo ve Sumatra, Cinnah caddesi ve Bolivar, Veracruz ve kırlar, açık hava ve Burgiba, çöle bakan dağlar ve Bengal gülleri, Hazar ve Mirzapur, Şanghay ve bizonlar, Hanoi ve çaylar, kuyruk sallayan ve Don Kişot ve salkım söğütlerde, 

Parmaklarını sayıp, ağaçlarla alay edenler, Şikago ve mezbahalar, Aleksandre Bicornis ve Zülfikar, Müslim ve Lucifer, Horasanlı el Mukanna ve Baladhuri, Sanam ve Taşkent, Buhara ve Tebriz, ışıktan melek ve havariler, ada imparatorları ve kanlı fistanlar, bunaltı ve bulantı, Bermahat ayı ve bayramlar, tavuslar ve çinili köşk, romanslar ve noktürnler, sone ve ışıltılı çehre, Banu Abbas ve Samiler, Sasani ve Safeviler, Kasvetli Yakup ve Kalabriya, Astarabad ve Nişabur'da,

Sonsuz düzlük, labirentten karışıktır büyüsü, yanıp sönen kuş ve mercan, epopeler ve balad, sone ve lied, Makao Portekizcesi ve Lusanya, Volapükçe ve Hypatia, Hayfa ve Mary Stuart, Sulla ve Sezar, tiranlar ve monarklar, krallar ve hükümdar, şallar ve ipekliler, Levni ve Nedim, Fuzuli ve Deccani, erdemli mineral ve general, cellat ve zalim, Samuel ve Elyaza, Yezit ve Osman, aselbent ve maltız, kişniş tohumu ve reyhan, Goliath ve Davut, İbran ve tılsım, Avrupa ve kentleri ve tanrıyı överek beslenen melekler ve eleştirip aç kalan şeytanlar ve İlyada ve Odysse, İlion ve Wilusa ve Troya'da!..

'İşte böyle yapıldı, atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni!..''
BABİL
Yüksek binaların arasından Babil Kulesi göründüğünde, asansörle kaçıncı kata çıkacağımızı kararlaştırdık. Hammurabi bizi bekliyordu. O sıra ekrana mesajı düştü. O kata çıkın diyordu. Semiramis bizi karşılayacak. İki kulaklı köpek yanımızdaydı, soldaki kulağı diğerinden kısa. Köselere masal okur. Kapıda Ninnah'a övgüler yağdırdım. Tufandan sonraki birinci şarda çok yardımı dokundu. Katları çıkıyorduk ki elektrikler kesildi. Churchill yarı karanlıkta önümüzden geçti. Kadeş'ten sonra dünya, Muvattali'nin yaşam tohumlarıyla hayat buldu dedi. Yanımdaki Enki güldü. Asansör, otomatik bağlanımda yukarı çıkıyordu. Katların birinde IV. Murat'ı gördük ağırlık çalışıyordu. John Malkovich, o Bağdat seferindeyken, Humbaba'nın klanlarıyla Newyorklu işçiler fena kapışmışlardı dedi. Enlil saf değiştirince grevde bitmişti dedi. Walt Street Journal okuyor Annie Girardot, tam camın arkasında oradan görmüş, bu kadar uzaktan yazıyı okumasına hayret doğrusu... Baldızım Nebat'la kafenin önünden geçip yükseldik, elindeki lirle Asar'a ezgiler düzeceğini söyleyip duruyor, hep bir şeyler yapmak istiyor, hep bir şeyler olmak istiyor Nebat, ama sıradanlıktan bir türlü kurtulamadı. Asansörün penceresinden uzaklarda Çin Seddi görünüyor, Hermitage müzesinden bir görevli iyice bakın dedi, inerken bakarız dedim, kaçacak değil ya surlar. Katların birinde yemekhane varmış, ne bileyim tuzlanmış bıçakla, kesilmiş besili hayvanları öğle yemeği için hazırlıyordular. Dalay Lama erkenden gelip masaya oturmuş bekliyor, neden bu tür insanlar daima vardır bir türlü anlamam. Şimdi geçerken asansör nöbetçisi, köpekle kedi çiftleşmiş, fare doğmuş dedi, bu tip insanların, kimseden aşağı kalmadıkları duygusuna saygı duymak gerekir diyenlerin, bu tip insanlardan hiç farkının olmaması ilginç, belki haklılardır. Görüş üretmekle, görüş temellendirmek, gerçekle illüzyon arasındaki fark gibidir. Lemurya'da bir akrabamız vardı, Pisagor'dan daha kurnaz, yok, enteresan bir şey söyleyemem de, o sadece derdi ki, düşüncenin hası küre gibidir, bir yanılsama ve ham olanı ise daireye benzer, ama uzaktan ikisi de aynı görünümdedir. Koyu renkli diyarları geçtik, sözünü çok ettiler, bu katta kimler yaşar ki, ne olup biter kimse bilmiyor, kontak yok, dünya durdukça böyle şeyler olacak. Ah şimdide yaşam ipliği burun deliğinden çıkıp gitmiş, bir ölüyü taşıyorlar, sedyeden düşer gibi oldu, hasta bakıcı titredi bir an, dirilse mutsuz olacak. Tesadüfe bakın, deli giysilerini yırtıp, ölü külleri sürdü alnına diye, şarkı söyleyerek biri geçti. Hastanedeyseniz, 'Hastane önünde incir ağacı'nı mutlaka duyarsınız, paralel dünyalar birbirini tamamlar. Mutlak gerçeklik. İşe bakın, Marlon Brando var ilerde, sanki Maureen O'Hara ile kavga ediyorlar, biri senin tohumlarından bir ardıl edineyim diye yalvarıyor, ayakta sevişir gibiler üstelik. Erliğini çıkarıp almış giderken, öyle döllemiş kendini, söyleyenin yalancısıyım. Einstein'e bir bayan, senin aklında, benim güzelliğimde bir çocuğum olsa demiş. Einstein tersi olmaması için yakarıyorum demiş. Kadınların güzellikle anılması, 'akıllı' erkeklerin işi ne de olsa, ne diyeceksin. Biri de dedi ki, doğan çocuğu ırmağın yanında, hasır otlarının arasına saklamışlar. Çocuk orda büyümüş, yukarılarda oturuyorlarmış, insanın soyu için kavgaya tutuşması ne garip. Satu'nun gazabıyla dünya yılları geçermiş, onlar, ırmak kıyısından gökyüzünün katlarına yayıldılar, yukarılarda kutsal vadilere ulaştılar, hatta o katlardaki İgigiler, dünyalıları istila ile tehdit etti. Binanın teorik dengesi bozulmadan ve hacminin retorikleşmesine göz yumarak, asansörde yukarılara doğru çıktığımızı düşünüyorum. Her şeyi göremem, şu anda göze çarpanlar, çok kısır, sıkıcı ve öylesinelik şeylerde olabilir. Dünyanın hızlı yaşam devreleri geçti, göksel arabalara bindiler, Gibil ona bir şahin gibi süzülüp, uçabilmesi için kanatlı sandaletler yaptı, ampute bir atlet geldi, Rivera ve Kahlo kavgayla arkamıza geçti, Brindisi dedi biri, çok güçlü zıpkınlar yaptılar, metal ve demiri öğrettiler, ilahi güçlerle bezedi ve Clark Gable önlerinde, Kuzey'e, Dakota'ya doğru gittiler. Şimdi yalan mı söyleyeyim. Satu kasırgasına binerek, Tilmun göklerinde onu bekledi ama, baktığımızda orada oturanlar yoktu ve aramızda bir çoğu, sıkılmaktan boşlukta seviştiler. Göğe fırlamış şahinler gibi süzüldüler ve zehirli okla, akrep sokmuş gibi yere düştüler. Birinin göksel bir balık gibi yüzgeci ve alevden bir kuyruğu olan ateşli sütunu vardı. Sağa sola saçılmış altın yumurtalar, iri boğalar, sürüyle davarlar vardı. Göksel sandallarla, göklerde yolculuklar yapıyordular. Pencereden görünüyordu onlar ama kaçıncı kattayız ki biz. Neyse kız nazikçe oğlanı öptü de, oksijen yurtluklarını daha geçmediğimizi anladık. Öyle olunca, Dumuzi oracıkta tohumunu onun rahmine döktü, matriks diye bir ses çıktı sanki, sonra kadehini kancasından söküp yere çaldılar, der demez hepimizi bir gülmedir aldı. Christmas kutlanıyordu sanki, o kadehi de inanın, çalmak için, yere çalıyor gibi yapmışlardır. Asasını kırıp, çarmıhını eline vermişler, yılanlar çölüne gitmişler, sanki yeryüzündeyiz, bu edevat yukarılara doğru çıkmıyor mu yahu. Kudretli ve köpüklü çağlayanlardan sökün etti cesedi, bak sen, ne demek bu. Onun evi sulardı, sonra bir su heyelanı aldı götürdü onu, bu katta sinema mı var acaba, hangi film oynuyor ki, ağzına su verip, yaşam bitkisi yerleştirdiler diyecek. Fırtına kuşlarıyla, ışınlar fırlatanlara bakın, güneş kızıl bir çanak gibi duruyor, tepsi, sini, tencere ne desek acaba, önüne menteşeli bir taş koydular daha acayip oldu. Aralardan Jackie Kennedy geldi, yanında Elia Kazan var, Kaisera'yı sordu, iyi bir stadyumu var dedik, öldüğünü söyledi, Zapata'n yaşıyor dedi Mimoza, güldü, ikili sarmal bu mu acaba diye soran gözlerle aşağılara baktı. Dünya yuvarlak ama, mavi rengini yitirmiş gibi duruyordu. Avustralyalı bir ressam yanımıza geldi, Sibirya'da doğanın resmini yapmak istemişte, sponsoru beklediği desteği vermemiş, çok sinirliydi. Afrikalı bir sevgilisi var yanında, dilini bilmiyorlar birbirinin, ama anlaşabiliyorlar, görünen o. Darlık diyarlarında yaşamak istiyorlarmış, bolluktan nefret ettik diyorlar. Şapelden göz yaşı şişesini çalmışlar, engel kilitlerini kırmışlar, üç kilit taşının çevresinde dolanarak, Petronas Kuleleri, Kabe ve Metropolitan müzesini soymuşlar, içindekileri denize atmışlar, içlerinden biri materyallerle birlikte, denize girip saklanmış. Korku hastalığı varmış. Kolombiyalı, her öyküde böyle şeyler var dedi. Gülizar öyle korkunç bir kahkaha attı ki, asansör düşüyor zannettik. Ne güzel yahu, alabildiğine dizginsiz gülebiliyor insanlar. Dar koridorlardan geçip, Ekur'un vulvasına giren pigmeler, uzaktan bizi gözetliyorlar. Oysa biz onları görmeye gelmişiz desek ne çıkar. Nihal, boynuzlu hayvanları işaret etti, hiç görmemiş gibi, biri boynuzuyla sağını solunu tımar edip, kaşımaya çalışıyor. Gordon diye biri, tam beş milyar yıllık sahne dedi. Yalan diye bağırdı Jezabel. Bir türlü doyuma ulaşamamış yaşamda, her şeye karşı çıkıyor, dayanamadı, peki asansör fantezisine ne dersin dedi Yemliha. Aynı cinsle ha diye bağırdı gene de, iflah olmaz ki. Ninurta subayları tutuklarsa görür gününü ama Ekur'un kalbi hızla atmaya başladı. Nereye yaklaşıyoruz acaba, sandukasından fırlayacak gibi kalbi. Ağıllar ve kara başlı halklar, terasa doluşmuşlar, etrafa bakıyorlar ama daha zaman var. Geleceğimiz yere gelemedik, gideceğimiz yere gidemedik, ateş ve kükürt yağmuru başladı. Undulatus asperatusun içine girdik. Bitcoini bitirdik. Biliyor musun, vaktim olunca gene yazarım Gonore...
KONTROPYA

Gezegenimizde en gelişmiş uygarlıklar sırasıyla, Saudi Arabia (Mekke Devleti), Persia (Farisiler) ve İndia (Hint Eli), en kötü ve geri kalmışlar ise USA (Birleşik Devletler), England (United Kingdom) ve Russia Republic (SSCB)... Son analizler bunu göstermekte ve gelişmeler doğruluğunu kanıtlamaktadır. 

(Bizi tanrının varlığı ve yokluğundan ziyade, asıl meşgul eden, onun varlığı ya da yokluğu noktasında bir karar veremeyişimizdir. Tanrının varlığından emin olsaydık, bir kaosa sürüklenmeyecektik, tanrının yokluğundan emin olsaydık eğer, korkaksı belki, ama bir o kadar birbirini seven toplumlar olacaktık. Tanrının yeryüzüne bahşetmediği cenneti aramamız belki de boşunadır, yine de onu yeryüzünde arayabilmeliydik. Belki de adil olmayan bir tanrının çocuklarıyızdır biz, ama yine de, insana kıymak tanrıya kıymak değil midir?.. Gerçeğe ve doğruya kimsenin ulaştığını, ona kimsenin yaklaştığını söyleyemeyiz. Tanrının bile kendini bilemediği, prematüre bir bebek ve belki de ilkinsil bir deneyiz biz.) 

Geberit pisuarına yansıyan, cinsel organ gibi. 

''Saudi Arabia'da, kadınlar tüm insanlığın anası bir tanrıça muamelesi görürler. Diğer cinsiyetler ve sınıflarla asla aynı muameleye tutulmazlar. Ağır işlerde çalıştırılmazlar. Onlar ayrıcalıklı bir üst sınıf. Araba kullanmalarına bile ana tanrıçaya yapılmış bir saygısızlık gözüyle bakarlar. Onun çalıştırılması, antikitedeki kadim ve kadük, brahman ya da parya sınıfından biri sayılmasıyla eş anlamlı... Kadın, tanrıça katındadır orada... Göksel ve kutsaldır o!.. Onların forsalar gibi üryan, yarı çıplak ya da diğer insanlar gibi dünyevi, fiziki ve sosyal aktivitelerde görünmesi ve görüntülenmesi yasak ve çok ağır cezaları içermektedir.

Onlar örtünüyor ve insanlar gibi görünmüyorlar. Onlar birer yaratan. Onları gören gözler, görünmeyen bir alevle tutuşmuşçasına yanabiliyor. Ki onların gözleri dahi, görünmeyenleri vardır. Onlar, kutsaldır.''

Dünyamızın en geri ve ilkel ülkesi ise, 'Birleşik Devletler', Amerika'dır. Ana tanrıçaların ve kadınların en çok aşağılandığı ülke... Onların hiç bir ayrıcalığı yok, diğer sınıflar ve ırklar ve kahrolası cinsiyetlerden hiç bir farkları yok!.. Yaratan ve tanrıça olanı bırakın, yarı tanrıçalar gibi bir sıfatları dahi yok!.. Onlar aşağı sınıftan ve insan olan herkes gibi çalıştırılıyorlar, üstelik her tür tecavüze uğruyor, aşağılanıyor ve yasalar serbest ilişki adı altında tüm olanları aklıyor!.. 

Günahkar olanlar elini kolunu sallayarak dolaşıyor ve kadınlar us kıran ve çıldırtan ezalarla eziliyor. Onlar türümüzün ilk bireyleri ve ilk çağlardaki insan soyları gibi sürekli aşağılanıp, 'İbrahimî Olan'ın, köle-insan amaçlayan Tanrı'sı gibi; çalıştırılıyor. Bir meta ya da para birimi gibi işlevleri var ve tek tek şıngırtılarla sayılıyor!.. Ve sonsuza dek anadan doğma, bir robot ya da cansız bir manken gibi kullanılıyorlar ve zamanı geldiğinde yapayalnız bırakılıyorlar. Oysa onlar bizim anamız, onlar yaratanımız ve onlar bizim baş tacımız. 

Fason dünya işte bu!.. Yeryüzü adını verdiğimiz, üçüncü gezegende neler oluyor!..

Araba sürüyorlar, iş makinalarının başına geçiyorlar, madenlerde geziyorlar, bir tanrıçaya yakışır mı bu, bir tanrıçaya reva mı bu!.. Ateşli silahlarla oynuyorlar, ölüp öldürülüyorlar, acımasızca hiçleniyorlar, ağır şiddetlere, tecavüzlere uğruyorlar ve ne yazık ki, en acısı da olağan şüpheli sayılıyorlar. Bu toplumlar, 1984, diyesim Büyük Brother'in gözetimi altındalar!.. 

Ya çocuklar... En az tanrıçalarımız kadar talihsiz, kuvözlerde, kreşlerde, dadılar elinde, demode mürebbiyelerde, ana okullarında büyüyorlar. Ebeveyn nedir bilmiyorlar, babalarına Tom, annelerine Maria diye sesleniyorlar. Canlı, ama ruhsuz varlıklar. Öyle ki, evcil hayvanları ve kedilerini kesip yiyebiliyorlar. Ve hepsi birer Çaki!.. Ebeveynlerini de kesiyorlar, buzdolaplarında onlarla yan yana bir eroinman, bir morfinman, lsd ya da kleptoman gibi yıllar geçirebiliyorlar. 

Bu evreni hiçleyen, acımasız, geri kalmış toplumlar, homoseksüaliteyi kutsayabiliyorlar, pedofiliyi izah edebiliyorlar, lezbiyenliği benimseyebiliyorlar. Evrenin yayılım skalasında üremesi gereken ırk ve cinsiyetlerin bu tür sapmalarla, göklere savaş ve zafer naralarıyla ölümsüz şualar ve lazerler tutmaya kalkışması, kendini ve tanrıyı yadsırcasına alaylar ve ezgilerle ve hoyratça haykırıp, uluması doğru mu ve ne kadar doğru... Özgürlük ve demokrasileri yazık ki bu isimlerle anılıyorlar, oysa bütün bunlar birer sapma sayılabilirdi ve gereksiz ve ama bunları acımasızca bir imtiyaza çevirmekte istiyorlar. 

Bütün bunların Büyük Brother gözetiminde yaygınlaşması toplumsal tecavüzlerin kanıksanması ve tolere edilerek finans dünyasının gökdelenlerinde gözden kaçırılması ve şanlı homo sapiensimizin hiçlenmesi sıradan olaylardır artık. 

Bu topraklarda yalnızlık, terk edilmişlik ve intihar had safhada ve ölüler aylarca fark edilmiyor, hastalar ötenaziye terk ediliyor ve umarsızlığın pençesine düşenler, buz gibi koridorlarda, dehşet ve elem veren ameliyathanelerde uyutuluyorlar. Eksi 174 derece onların olmazsa olmazı ve vahşetle bezenen, durmaksızın kutsanan bir salıncağı!.. Gelecekte dirileceğine inanmak gibi bir hülyaları da var, hülya yüzyılların ve onların baştacı.

Bu dehşetten usunu yitirenler uzayın sonsuzluklarında yeni gezegenler arıyor. Düşler kuruyor. Bunların iflah ve ıslah olması için tüm insanlık duacı. Onların rahibeleri, rahipleri, papa ve papazları yoldan çıkmışlar. Şaşılacak derecede şaşırmışlar! Dehşet ve paranoyaya esir olmuşlar!.. Hepsi elem veren birliktelik, azap ve keder veren eşitlik duygusuyla, utançsız ve sakınımsız ve kan içer gibi doyumsuzca halkları soyuyorlar. Belagat bu, birbirlerini!..

Öldürmeyi kutsallık bilen, ölümü olağan sayan barbar topluluklar bunlar!.. Gdo, nükleer silahlar, termik santraller ve her tür ölüm şuası onların oyuncağı!.. Teknolojik üstünlük ve imaj tek amaçları. Başka bir amaçları yok!.. Kıyamet provalarına uygarlık adını veriyorlar.

Bunlar dünyanın efendileri ama kozmosun ruh kaçkını canileri!..

Ve umarsızca, yüreğim kan içinde ve gözlerim kapalı, göz yaşlarımı tutamayarak;
Yüzyıllara, ölülerimize ve 'Son İç Çekiş' köylerimize bakarak;

Diyorum ki;

Tanrı hepimizi korusun!.. 


İşte ekran karardı, akımı kestiler ve dilerlerse bizi öldürebilirler. 
 SANAT
Sanatı, sanrısal bir görüngünün yansıması  olmayıp,  gerçekliğin, biricik var oluşlarından biri olabileceği savıyla yaşayan birey, her şeyi usun sınırları içinde algılar, yürüyen adam yürüyordur, gülen gülüyordur, uyuyan uyuyordur, ne ki sanatın gerçeklikle bağının olması, gerçekliğin bile bir illüzyon olabileceği sanısını yaratabilmek içindir.
Örneğin, Ahh Belinda filmini, bir ev kadınının aktris olma sevdası, kompleksi veya lüks yaşamlara duyduğu özlem ya da onlara benzeme tutkusu gibi algılayan insan, sanatı olması gerektiği gibi algılayamayan insandır. Toplumcu gerçekçi ve toplum yararına bir çok yapıt üretildi, bir arpa boyu gidilemiyor.
Sanat bir çok dallardan uçan sayısız kuşa benzer ama, bir toplumun toplumcu gerçekçi sanata -bir kesinleme olarak- gereksinimi yok. Bu bir dogma... Şiire, romana da yok, bu tür sanatçı toplumu bilisiz sanmakla, kendini toplumun yerine koyan, gereksinim listesini sıralayan ve bunun üstencini yüklenen gerici odak ve yerinde sayma birliğine dönüşebiliyor!.. Üstelik bakış açısı 'Mankenin oyu çobana göre iki sayılmalı' diye bitebilen,  Pavlov deneyinin gizli kurbanları.
Toplumun, sanatın bir soyutlama, engin versiyonlar, sanal uçurumlar ve sonsuz boşlukları dolduran felsefi veya absürt algılarla dolu okyanuslar olduğunu anlamaya / özümsemeye gereksinimi var.
Neden, 'Toplumcu Sanat' hak aramayı öğretebilir, ama hak arama yolunda bin bir çeşit varyasyonlarla nasıl da, sonsuz dolambaçların içinde savrulup gideceğini öğretebilir mi?..
Sanatın en absürt, en oynar başlıklı, en anlamsız boşluklarında gezinmeyen insan, aldatılmaya yatkın ve görüntünün mahkumiyetine koşan ve illüzyonun bizzat kendisi olmaya mahkum bir köle, edilgen, epikten bir nesnedir.
Sanat insanı cin, cini insan kılabilir.
Ahh Belinda'yı sosyal içerikli yapıt sanabilen, toplumcu şiir ya da romanla kitlelere  önderlik yaptığını zanneden şair, yazar aynı kefenin iki mağara soylusu olabilir.
Gericilik sürekli yinelenen, değişmez hecelerle, dogmalarla, haykırıp uluyan  bir devinimin adıdır. Kendini terk edemeyen sanat ya da şiir öz açısından, tutucu ve gerici bir sanattır.  Onun sınırları niçin dinsel ritüellere yaslanan bir son iç çekiş olsun!.. Sanatın boşluğa uluyanı, dinsel yobazlığın öznelerinden daha tehlikelidir. Çünkü onun zırhı var, sanatçı o ve toplumsal hekimliğin, kimi zaman, gerçekliğin boşluğuna dönüşebileceğini bilemiyor.
Bu tür insan, tüm çağlarda işbaşında olabiliyor ve bilsinler ki, gerici olan, us yoklağanı ve insani olana aykırı, gerçek totalitarizm bu yollardan geçebiliyor. Kurtarıcılardan kurtulma sendromu... Günah bölüşülebilen bir şey!.. Eleştiri ise tanrıyla başlayabilir...
İşin ilginç yanı toplum bunları biliyor, sanatçı ya da bu savla yaşayanlar kendini bilmiyor ya da bilmezlikten geliyor.
Sanat, bu tür oluşumlardan kurtulacak ya da kendini reformize edebilen bir algıya dönüşebilecek ki, toplumda kurtulsun. Sanat, senin kişisel varlığının yaşama yansımasındaki özün gücü, gerçekliğinin ağırlığı, verimdeki  sağlık ve sağ duyuyla doğru orantılıdır. Doğruyu söylemek, haklı olmak ya da şu veya bu olmak değil. Sanatçı kendisinin indeksidir ve yaşamın her alanında kendini sıralayan, yapılandıran bir indeks vardır gerçekte, insani ya da ilahi kayıtlarda görünmese bile...
Adın, emeğin, bakışın; içimize işleyen verilerin, tanrısal olanda da kayıtlı olabilir, evrensel akışta ya da gönüllerin hak bilirliğinde de, sanat bir üst yapı olabilir ama bir ayrıcalık sayılmamalıdır. Evrensel almanağı göremiyoruz, bizim çizelgemiz, dünyamızın evren karşısında bir  toz zerresine benzeyen, hiçliğe yazgılı bir tözü de olabilir!.. Ayrıca umarsızlığın adı bu değildir... Yaşamsal evrenimize karşı sorumluluğunu yerine getiren her birey ölümsüzdür, tanrının, adı hiçlik olanın altın yaldızlı albümünde yeri vardır, olacaktır, cennet ve cehennem sorgusu yalnızca budur, sınavda budur.
Biz neyiz ve neden böyleyiz, çözümlenmesi gereken temel sorun bu, ne olmalıyız, bu ikisini çözümlediğimiz de ortaya çıkabilecek, doğal bir edim.
PİCASSO ve ÖYKÜNMECİ ABİDİN!
Burada taklitten ziyade bir eziklik bir kompleks var, bu zihniyetle batıyla yarışabilir misiniz, iyi olanı taklit etmek, hele hele onun karşısında ezilmek hainliktir, Abidin, Picasso yu o kadar abartmış ki, ona öykünmekten kendini alamıyor, masum gelebilir size ama değil, cehalet bu, uygunsuz tavır, Picasso, Einstein'in görecelik teorisi dünyayı sarsınca, o düşleme uygun resmi, Afrika totemlerinden esinle piyasaya süren bir bezirgan, kötü değil, a...kıllı ve kurnaz, ama sanat yüceltme değil, yüce olanı ayaklarınızın altına sermenin yöntemidir, sanat büyünün, göz bağcılık ve hileden ibaret olduğunu anlatabilmektir, yoksa ahlaksızlık olurdu inanın, sanat ulu olanı, tanrısal olanı, sıradan olanın ayağına getirmek ve eşitlemektir, bu açıdan insanidir, tanrısal olana karşı çıkmaktır sanat! 
Sanat karşısında soğukkanlı olmalısınız ama bu sanatı küçümsemek ya da onun bayağı olduğu anlamına gelmez. Tam aksine sanat yüceltileni indirger ama işte biricik büyülü ve ilginç yanı da bunu yücelterek yapabilmesindedir. Sanat yaşamın illüzyonlarına karşı bir güvence, bir sigorta işlevi görür, görünürde amacı yaşama karşı bizi korumaktır, bir tür yansıtıcı, ultrobik ayna işlevi görebilir ve sırları açığa çıkarabilir. Ama yücelterek yapar bunu, gerçekte indirgerken yüceliği de yüceltir evet, ne ki bu büyücülükle bağdaştırılamaz, çünkü sanat zeminden yükselirken, tanrısal yani yüce olan göklerden iniyordur.
Tanrısal olanın, cadılar, büyücüler, diktatörler ve imparatorlar peşinde koşar. Büyü onların işidir. Picasso ressamdır sadece, büyücü değil, ama Abidin hayal aleminde ne yazık ki, kendini fazla kaptırmış, onu taklide yeltenecek kadar. Yazık.
Yaşar Kemal ne yaptı, bizi yazdı ve onların feleğini şaşırttı, (nobeli ona vermediler, onlarda komplekslidir bakmayın, anlayan için) ama onlara benzemeye çalışanlar oralarda alay konusu olup, burada adam yerine konuldu (fasonizm nedir taklit ürün, ya da parçaları birleştirmek, köle toplumların işi, düşünmeyi önleyen mekanik toplumculuk! batı şiirini kutsayanlar, taşıyanlar fasonisttir, en büyük haindir!) , şiir bizim en büyük gücümüz ama onlar gibi yazdılar, Nazım ne yaptı onlar gibi yazmadı, ne oldu Nazım ı görünce yerin dibine girdiler, ama gariptir Nazım ı baş tacı yapan batı aşığı aşağılık takım oldu, tıpkı Büyük Önder'in, parasını dolara çevirip iki ayda iki katını bekleyenlerin sığındığı liman olması gibi, ama halk artık bu soytarizmi yutmuyor, vakit varken gerçeği görün ey cemaatı müslimin!!!! siz dolu yaşayabilirsiniz ama sanatınız meltem rüzgarlarına bile dayanamayan, toz duman olsun ister misiniz!! ömrünüzü heba etmeyin!
 ENTERESAN BİR VAKA
(Tuhaf Bir Vargı)

Uşak'ın Eşme ilçesine bağlı bir köyde, bir adam sabaha karşı kendine ait tüfeğiyle, şakağına ateş ederek intihar etti.

Tüfeği kendine doğru tutan adam, başını yana çevirerek şakağına, yani başın nispeten yumuşak bölgesine ateş ederek ölümü kesinleştirmek istemiş.

Eşinin son zamanlarda asabileştiğini söyleyen karısı ise, alt kata indi, tüfeği mi alacaksın dedim, yok, hayır dedi ama az sonra silah sesi duydum demiş.

Enteresan olmasının nedeniyse -vakayla ilgili tutanakta, bir ayrıntıya dikkat çekilmesi- adamın yastığının altında, Friedrich Engels'in Anti-Dühring adlı kitabının bulunmasıymış.

Psikologlara göre, adamın alışkanlıklarının dışında, anlaşılması güç ve o güne kadar ki yaşamsal evrenine tümüyle yabancı bir kitabı okumaya kalkışması veya bu nedenle yaşayabileceği bir kültür şoku onu intihara sürüklemiş olabilir...

Kitabın neden bu evde bulunduğu sorusunu ise adamın karısı; önceleri yoktu, ne bileyim, biri atıp gitmiş olabilir diye yanıtlamış.
kuğunun kalbi hakanın atları karnak tapınakları tüm rüzgarlar serinletir.keçi çobanı, gerçek sanatçıların sesini Tanrı saklar merak etme!!! Tanrı orada kendini görür, tıpkı senin sanatında Tanrıyı gördüğün gibi!..
Bengal'in kovalayınca kaçan köpekleri, iyi bir şair bir bulgucudan ziyade bir bulucudur, tan ağarırken yıldızlar yavaşça, bir ağacın yaprakları gibi düştüler, zaman herşeyi yakıp yıkar ama ruhlarımızdan süzülen dizelerin coşkularını duygulanımlarını artırır, incelikle yüceltir.
ataların, aşağıda gördüğün meleksi bakışın başını uçurdular, tanrı damarına satırla saldırdılar, Thames kıyılarında köpekler vulvadan başlarını sokarak cesedi parçaladılar, ırmak kıyısında oturan soylular vahşetten ağzı sulanıp günlerce salyalarla gezdi, bir zamanların kırmızı başlıklı kızı, pamuk prensesinin vampirlere yem olmasını iştahayla karşıladılar, halloween de sopaların ucunda kuklasını gezdirerek açlıklarını doyurdular... bu meleğin gözlerindeki semavi kutsiyeti, derin masumiyeti görüyor musun, suçu ne, İngiliz barbarlığının, Sakson vahşiyaneliğinin, yakın komşusu olmak bahtsızlığına uğramak ve minicik ötücü kuşlar gibi özgürlüğe heveslenmek, Poe bu resme bakarak Annabel Lee'yi yazdı, biliyor musun ey Karakalla, o şiiri oku da bir kez daha gözyaşı dök, kuruyan vicdanın ve Şikago mezbahalarında bileylenmiş ruhsuzlaşmış aklını tımar et yeniden, sırtlan beyni değil, 212 kemiğin olsun, Warhol ruhsuzluğunun, Roosevelt duygusuzluğunun konserve, manipüle, beyni formatlanmış, siborglaşmış, klon Levanteni... sen yaşayan bir ölüsün, zombisin orada, sana , düşüncelerine itibar edersek insanlık yok olacak, pilli Münadi, Kolomb'un bulunduğu toprağa vahşetten başka ne götürdü ataların, Arizonalı çiftçiler kızılderililerin kuru kafalarını korkuluk diye kullandılar, Vietnamda savaşanlar, Virginiada'ki sevgilisine kurşun deliklerinden rüzgarda flüt gibi öten kafatası yolladılar, Enola Gay, Tanrı'nın bile aklına gelmeyen kıyamet topunu Nazlı Nagazaki'deki küçücük çocukların üzerine bıraktı, adı neydi peki onun, 'Küçük Çocuk!' sen hala çıldırmadın mı levent, mazohist lupus, demans içindesin ey zalim bilisiz, los alamos diye marşlar söyleyen bir zombi olarak, okyanusları geçip medeniyetlerin beşiği olmuş topraklara çamur atıyorsun, sen ölüm senfonilerinin, kanla bestelenmiş gospel müziklerinin üzerinde Frankestein gibi ahkam kesiyorsun, çevrene bak, Manhattan borsa değil mi, orada tüm Afrika, Ortadoğu ve uzak doğuda, hisse senetlerinin kıpırdanmasıyla ölüm pazarlanıp, ölüm satılıyor, Birleşmiş Milletler denen yerde ölüm kotasının harcı hesaplanıyor, kim bunlar Maskeli Beşler, dünya uygarlığının inkarcıları, kanla Pollock yetiştiren follukçular, Kennedy öldürüldü, Marlyn intihar etti, Martin Luther vuruldu, Thriller zehirlendi, Silikon vadisinde insanlığın yok edilmesi için çareler aranıyor! Nasa'da günahlarına Tanrı'yı ortak etmek için ikide bir patlayan Challenger yapılıyor, kaç sıranın sana gelmesini mi istiyorsun, Kuzey kutbundan buzullar Denver'e doğru yola çıktılar, kıyamet -274 le gelecek kaç Levent, Amerika yok oluyor! insansan kaç! Tanrı'nın sabrıda bir yere kadar! Senin fason soytarıların küçük Amerika diye milleti sömürdü, 70 milyona coni kotu diye birşey giydirdiler, onların bestelerini çalıp şarkı diye dinlediler, 'turuncu' renkte radyasyonun pişirdiği peyniri yıllarca çocuklara dağıttılar, şairlerin şiirlerinin altına imza atıp mikrofon falkonettisi, taklitçi köpek oldular, yazarların oralarda köprü altında yatıp burada sir diye mösyö diye karşılandılar, piyanistlerin Nazi selamı verip ülkeni ihbar eden hain oldular, hepimizin foyasının ortaya çıkma zamanı geldi, ya Allah bismillah misyoner levent!! birazda mehteran peyniri tat, fason fino olmayıver, hırsız olma, kendi halkına yalan söyleme, köylü milletin efendisidir deyip, kapının arkasında, mankenin oyu çobanın iki katıdır mirim diye eveleyip geveleme, okumak yalınayak dört saat yürümektir diyen köpek neslini bitir, bu nasıl halkseverlik, bu nasıl bir monşerdir kadir, yüz senede gelinen nokta, su ve ekmek parayla levoş! maskeler düştü, akortlar bozuldu, çan çaldı, ezan okundu, büyük saat geldi, hesap günü göründü
Korku tüneline soktun beni, CIA nın beyin yıkama şubesinde kaç yıl çalıştın, resimlerindeki kırmızı, Ural Altay kımızı mı! Ben senden korktum, senin gibilerden de korkuyorum, bana diyorlar ki Hitler de seçimle geldi, tüylerim ürperiyor hemen en dipteki odaya koşuyorum, la havle vela diye bir mırıltı duysam karşı komşudan 'Geldiler!' diye bağırıyorum, cenazede biri salavat getirse, mevta dirildi diye kaçıyorum,  hiç yapmazdım ama eşiklerden hep sağ ayağımla geçiyorum, sağ elimle yiyorum, çok çiğniyorum, minare görsem şeye benzer roket gibi diyorum, tüyüyorum, yalnız kalınca ayetler sureler duyuyorum, gecelerimde cehennem zebanileri başımda bekliyor, sarıklı mücahitler mızraklara kelle takmışlar yanımdan geçiyor, anneee diye uyanıyorum, bir bardak su veriyor cinler periler yüzüyor bunda diye döküyorum, bir koyun meliyor aniden, İbram diye biri vazgeçtim lan seni keseceğim diye elini beline atıyor, beli bükülmüş karınca gibi şeyler durup durmadan geçiyor, ölmüş ninem karşıma çıkıyor be hey kafir diyor bi rekat bile secde etmedin işte şimdi cehennemdesin diye bağırıyor, sırattan geçerken son pişmanlık faydasız ey münafık diye köprüyü sallayanları görüyorum, kapkara gölgelerle iniltiler içinde geçen iskeletler paçamdan asılırken, elhamlar okuyup kendi etini yiyerek kendini tüketenler karakoncolos gibi yaklaşıyor ve uyanıyorum Levent, bir de bakıyorum ki, ayağım yorganın dışında kalmış! ulan diyorum, ben gene Levent e değilde kendi aklıma uyayım, bu gibilere fesüphanallah deyip geçeyim!!!         .............bilime sanata düşmanlık, yahu muhalif ODTÜ rektörü okulu devrimci yuvası ilan etti, sana soruyorum teknoloji olarak ne yaptı bu okul şimdiye kadar, felçlilere otomatik yürüme aleti mi, sönmeyen mum mu, belirli saatlerde camileri okula çeviren döner kubbeli vakum mu,  Levent bak sen haklısın, yazma, seni severim, benim ibadetle hiç ilgim yok, kültürel varyasyondur din benim için, inanç turizmi lafı bu hükümetle duyuldu, anlasana kardeşim, kapın çaldığında seni kurtaracak kimse kalmadı diye bir sosyalist kıssa  var bilirsin, sana derim ki, adam gibi iki resim yapmadan ölüp gideceğine, herkesin gıptayla bakacağı iki resim yap da cenbiyenin ağzına boynunu uzat! Bütün böyük adamlar öyle yapmış!!!
 gölge evren var mı
Hareket etmeyen, zincirlerini fark edemez” Rosa Luxemburg
 Vahdettin beyliği, Olfaktorik hücreler,  Nebra tekeri, And geyiği, yüzü geyiğe benziyordu, yüksek plato, vikunya, guanako,
bez üzerindeki siyah şeritlerin dere mecraları, buna dik yöndeki kısa parçaların su gözeleri, üç tuğlu parçanın bir ziyaret mahalli, teyelli dikişlerin patika yolları, beş uçlu parçanın ise söğüt ağacı olduğunu, gözelerden çıkıp dereye karışan suyun çakıl yatakta batarak kaybolduğunu ve tekrar satha çıktığını anlattı ve orada şu tepe var onu yarıp geçmek gerek diye ekledi.
kutuplaşma, anot katot ve karışık palslar bipolar dalga akım, bipolar square-wave cathodic-anodic pulse current., tek yönde unipolar ve cosinüs dalga...
 TANRILAR yalnızdır
 OTORİTEİZM
1984'de,  Ortaoyuncular Tiyatrosu'nun  'Şahları da Vururlar' oyununda izleyicilerin üstü aranıyor ve öyle giriliyordu salona, arayanlar teatral üniforma içinde... Herkes sessizce ve hiç sorgusuz aranmaya katlanıyor diye yakınmalar olmuştu. Bir gün, sıra bana geldi ve yarı korku yarı antigerçekliğe sığınarak arandım. Hiç tepki vermeyen arananlar haklıydı kanımca, çünkü şaka aniden bir ciddiyete / gerçekliğe dönüşebilir bu toplumda ve bir de şaka sanıp alay ediyor diye götürülebilirsiniz. Gittiğinizde bir daha dönmeyebilir veya sırtınız sıvazlanarak geri gönderilebilirsiniz.
Buradan ne anlam çıkıyor, özneye söylenen şu; Senin varlığınla yokluğun bir bu toplumda, buda yaşamsal gerçeklikte işkenceden daha beter bir şey. Neden, bu kavramların versiyonları var; 'Yaşar Ne Yaşar Ne yaşamaz', 'İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu', 'K'nın Yaşamı' vb. Bireyin yaşadığı toplumda, gösterebileceği her tür yaşam belirtisinin ya da belirti sayılabilecek yaşamsal tepkisinin gerçekte kendi varlığından kaynaklanmadığı veya kendi elinden çıkamayacağını duyumsamasından daha büyük bir işkence olabilir mi...
Öyleyse, otoriter toplumun tanımı şu; belirsizliğin beyinlere kazınması ve gerçekliğin bozunması. Böyle bir toplum işkenceye bile baş vurmaz. Çünkü gerçeklikte ölüyle alış verişe gerek yoktur. İçinde yaşadığı toplumda, bu durumu tüm detayları ve tinsel görüngüleriyle algılayan birey, bundan sonrası için yalnızca bir ölüdür artık.
Olayda izleyici gerçek bir aramanın olduğunu bilse, belki bu kadar ikirciklenmeyecekti ama gerçek sürgit karanlık ve belirsizdir otoriter toplumda, aranıyor mu, bu oyunun bir parçası mı bilemiyorsa, belki gerçekten götürülecektir, belki de bir şaka!.. İşte olasılıkların zemin kaymasında yaşayan, güvensizlik içinde seyreden toplumda, otoritenin gücü budur. Otorite salt ezmekle, hatta darp kültürüyle yetinseydi, belki bu aydınlık eza, olağan ve tehlike olmaktan çıkmış bir alışkanlığa ya da düzenli tepkiyle reformize edilebilecek bir tepkimeye dönüşebilecekti ama öyle değil, otorite belirsiz kılıyor her şeyi ve tümel olan her şey anlamını yitiriyor...
Diyesim beyin şiddeti bile algılayamaz duruma geliyor, sosyolojik koyunlaşma işte bu!.. Kabacası mankafa çürünürlüğünde Lennie'leşmiş (Fareler ve İnsanlar) kitle sendromu... Az gelişmişliğin tanımı da gerçekte bu oluyor. Şiddeti savunanların oransal yükseliminin nedeni de işte bu, belirsizlik cinnetinde düşüncenin sağlığını yitirmesi ve anlam bozunmasının her yere sızarak, kovboy filmlerindeki gibi iyi adam / kötü adam, kabul gören, yararlılar / umacılar, zararlılar gibi toplumun var olan diğer diyagonal kamplara, var olabilecek türdeş gruplara bölünerek sayrılaştırılması...
Otoriter toplum işkenceci değildir gerçekte, salt işkence yanlısı ya da işkenceyi anlamsızlaştırmayı içselleştiren kitle üretmek ister. Örneği çok garip, Ortaoyuncular Tiyatrosu'na ev halkı, ebeveynler ve türümüzün diğer bireyleri ile gidecek olursanız, bugün bile en az iki yüz tl gideri göze almak zorundasınız, geçmişte 'Sakıncalı Piyade'ye gidildi, bir aylık kazanç eşiğinin beş günlük karşılığı o gün bitti. Suç ise düzen karşıtlığını, ekinsel hamleler ve hümanist gerekçelerle süslemek. 'Solcu'  olmanın cezasını otoriter toplum kendi verir, elemanları da dahil, oyuncusu, yönetmen, sansürcü el birliğiyle çalışırlar, en pahalı okunak, gazete demokrat veya solcu yayın, neden; bu illet yalnızca onlara mı düşman, hayır temel neden 'demokratsan' 'yurtseversen'  desteğin canla başla kanla olacak, karşı koyar görünmenin tatlı işbirliği... Bu sonsuz bir paradokstur az gelişmiş toplumda, gizemli bir soru / sorun bu, sosyalist, 'Proleter' partinin başına da zadegan bir Osmanlının torununu geçirebilirler, direngen işçi avanesinin, Vahdettin Beyliği gibi!.. Eleştiri, eleştirinin eleştirisinin yokluğu, her şey bir parodi, komedi ağırlıklıdır, az gelişmişlikte... Görünmeyen bir fars, bir vodvilin sürekli aşağı çektiği, bir varoş mantalitesi, arabesk, non sosyalite-sosy'etik, tuhaf bir yapılanım...
Otorite ve şiddet toplumu diye bir şey yok, diğerine göre, ekinsel, endüstriyel ve fason kalan her toplumun ilericisi de gericidir, gericisi de gericidir ama inanın bazen roller bile değişir, (aslolan belirsizlik!) sonuç, yaşam statüsü düşük toplumlarda otoriter toplumun analizi bile Lacan, Deleuze gibi 'Süper Otoriter'  ama modernitesi, refah düzeyi de süper olabilen toplumlar tarafından dizayn edilir. Çözüm beyindedir, beyin nasıl belirsiz datalarla, mazohistleştirilip, edilgen ve korkak bir klon toplumuna dönüştürülüyorsa, bu gayyadan çıkmakta aynı yöntemin tersinir kılınmasıyla olasıdır. Ne var ki bu olanaksız dercesine bir zorluk içerir, neden; nedenini bu tür toplum kendi söylüyor, düşenin dostu olmaz... Dengeyi bulsak bile, ötekiler nereye varmış olacak, en iyisi yeryüzüne karışmak ve unutmak... Borges unutmak bağışlamaktır diyor. Hepimiz hepimizi bağışlamalıyız, en kolay çözüm bu!..
Az gelişmiş toplum (kibar çevrelerdeki versiyonu şiddet - ya da totaliter toplum)  dillere destan tavırlarda  sergiler, hep bir kurtarıcı bekler, kurtarıcılar yani talipler birbirine saldırır, içlerinden biri ya da aralarından sıyrılabilenler onları kurtarmaya kalkışır veya çabalar, bu kez gene bir tuzak bekliyordur kitleyi, kurtarıcısından kurtulamaz ve ne yazık ki yeni bir Godot'yu ya da cehennemini beklemeye başlar artık!.. (Hep onların bildiği ya da gözler önüne serdiği gibi, bu beşeri hengamede, Diyojenler, Molla Kasım, Oblomovlar, Bartlebyler, K'lar, Samsalar, Rasputinler, Stockmannlar, Raskolnikov ve Kienler, Höffgen ve Hannusenler ve de çeşitli Orwellerle, Brotherler ve Frankeinstenler eşliğinde 'olağan' anomaliler,  rölativitenin Arafat'ında, 'cehennet'in karmaşasını -onca yoksulluk / yoksunluk varken!- kimlikleriyle doldurabilirler. Her toplumun kendine özgü panayırı vardır ve gerçek seyirliği göz görmeyebilir.)  Çözümsüzlüğün temel nedeni de burada yatar, zamanın soyutluğu / göreceliliği ve yaşamın dolambaçlarında, onmazlıklarında ne Godot gelir ne de cehennem... Tıpkı gerçeklikte nasıl otoriter toplum diye bir şey yoksa, Godot ve cehennemde yoktur ya da onlar tümüyle 'Kendisidir!..'
Gerçekte otoriter ya da az gelişmiş veya geri kalmış toplum, uydu toplumdur, bir güneşin çevresinde dönen, kuru, kullanıştan, yaşamsal olmaktan uzak, elverişsiz gezegenlere benzerler, megapollerin gettolarıdır onlar, banliyölerdir, varlıkları ise mutlaktır yeryüzü düzeninde ama terkedilmiş görüntüleri iç burkar,  göksel sanılarla / sanrılarla bezenmiş / ilahi düşünce yapımız elem duymamıza yol açar,  varlıklarından ötürü, kederleniriz, biz bize olsak bile...
Bu duyguyu her alanda görebilirsiniz, müzik, resim, edebiyat, ulaşım, iletişim, iş dünyası, eğitim, doğa, ama bu durumdan kurtulmak istemeleri de doğaldır, asıl gerçekliğe ve asıl otoriter olana entegre olmak veya gerçek bir 'Otoriter' toplum olarak, uydulara, kolhozlara, arka bahçelere hükmetmeyi kim istemez. Demek ki otoriter toplum gerçekte hegomonist / emperyal toplum demek, ötekiler mazohist toplumlardır, otoriter ya da  baskıcı filan değil, anlam kayması bu, birbirlerini ezen, yok eden, birbirlerinin kanıyla, canıyla, imanıyla beslenen, manipüle, farazi / öylesi toplumlar, kaotik, acımasız bir paylaşım ve dağılım içinde, savaşır, sevişir ve barışırlar. Bu tür toplumda yönetilen ve yöneteni ayırt etmek giderek zorlaşır, çünkü gerçekte otoriter bir toplum değil, yetersizlikler içinde yüzen, karmaşaya bulanmış, distopik, umarsız bir toplumdur karşımızdaki. Sanki bir kuvözde bir deneyin materyali veya kobayıdır onlar ne yazık ki. Çok acı!..
Kısacası insanlığımızın tüm düşünceleri göksel değil, tam aksine yer çekimsel -yer çekimine sıkı sıkıya bağlı- yeryüzü kaynaklıdır. Elektronik kabloların ruhu var mıdır, senin içinden geçeni bana yansıtabilir mi, insanlar kendi dillerinde merhametli, edindikleri ikincil dillerde daha soğukkanlı veya vahşiyane dahası mantıksal olabilir mi vb.  Düşünceye eşlik eden her şey düşünceden bir şey alır götürür, biz geriye kalana tapar, onunla yaşarız. Kendisini düşüncenin hazzına / hedonizmine  bırakanlar, somut ya da soyut, onu başka hiç bir şeyle paylaşmazlar. Mecnun'un, Leylası gibidir o!..  Ve batının renksiz kokusuz tatsız şiiri dediğimizde, sözün gerçekliği ya da şiirin ruhu evrenselliğindedir dememiz gibi, gerçekte hiç bir şeyi  değiştiremeyiz. Tenimiz (bedenimiz) evimizdir der gibi söz sonsuza dek kutsal ama yurtluğu eARTh, yani toprağımız, topraklarımızdır. Yeryüzü!..
İşte yukardaki açımlara kapılmaya benzer otoriter toplumlar, her olguyu kolaylıkla kanıksar, alışkanlıkla benimserler, ilişkilerinde köklü bir güvensizlik sorunu yaşarlar, yönetenler /  yönetilen, aktif / pasif kesim, hiç değişmez, bugün bile yasaların ne denli oynar başlıklı olduğunu güvençle (!) gözlemleyebilirsiniz, bu nedenle gelişmiş toplumların, total, 'Uzaysı' kabilelerin ham madde deposu, bir tür stepnesi olmaktan kurtulamazlar ve 'Kapital' temelli sömürgeciliğin, kanlı çeşitleri olduğu kadar, 'Sosyal' vurgunculuğun, umut tacirliğinin de altınsı, incecik yolları vardır. Gerekçelerimizin ar'kaplanı,  tüm parsları, kahramanları, Koçerolar'ı yiyen / tüketen, altın kurallarımızdır ve unutmayalım ki,  belirsizlik, gerçeklikte salt düşünceye özgüdür. Öyle olmalıdır!..
Düşüncenin esemesi, inaksal / dogmatik temeli kuşkudur, bunu yaşamda belirgin, değişmez normlar-formlar ve şaşırtmayan kurallar, uyum içindeki yasalar için yaparız.  Ve ne yazık ki az gelişmişlikte, düşünceler net, alabildiğine kesin, değişmezlikle örülü, yaşam  ve zamanın elastikiyeti içinde geçip giden, verili hayatsa belirsizliklerle, acımasızlıklarla doludur. Oysa düşüncenin enginliği, kuşku, kavranılmazlıkla tansıyan olasılıklar,  şaşırtıcı ve paradokslarla süslü tinsel göstergeler, yaşamdaki berraklığa, alabildiğine saydam, sudan duru, toplumsal sözleşmelere ve insana yakışır bir yaşanılırlığa hizmet etmek ve anlaşılırlığı baki kılmak, kısacası cenneti yeryüzünde aramak için vardır.
Basın, yerel-görsel yayıncılık, sansüre karşı olup, bile isteye sansüre boyun uzatmacılık, yaşamını göz alıcı erkinsel kısıtlamaya, yalanın saltanatına adama,  doğal görünüm veren maskeyle dolaşmaya ve usa durgunluk veren bin bir türlü oyunlar,  bu tür toplumun cangıllarında ve göze görünen, görünmeyen her yerleminde kovuklara dek süzülür, cirit atarlar...
Kurtuluşun, kısır döngünün yörüngesinden, bıkkınlık ve eza veren periferisinden, zaman içinde çıkmanın, nükleidin, ucuz, gösterişten uzak, kölecil bir hamuru olmaktan aniden kurtulmanın belki bir yöntemi vardır, Gordiyon düğümü gibi kestirip atmak, zamana bırakmak, dönüşmek, kurt deliğinden geçmek, efendiliğe yeltenmek!.. Her toplum kendini yaratır ve kurtuluş böylesine bir akışta yazık ki kıyamete kalır. Son sözümüzse bu tür toplum  'Getto' ve  bir 'Kenar Mahalle' toplumu olarak, 'Süper Otoriter' toplumların olmazsa olmazı ve onları besleyen kılcal damarlarıdır.
Matrix'e şaşırmak şaşırtıcı; doğal matrix işte bu!..

  
 elektronik kabloların ruhu var mıdır!!!
senin içinden geçeni bana yansıtan
 insanlar kendi dillerinde merhametli, ikinci dillerinde daha soğukkanlı ve mantıksal olabilirlermiş.
Düşünceye eşlik eden her şey düşünceden bir şey alır götürür, biz geriye kalana taparız!!! Kendisini düşüncenin hazzına bırakanlar, onu başka hiç bir şeyle paylaşmazlar! Mecnunun leylası gibidir o!
 dille ayrıştırmak bi yerde düşünce için yer çekimi gibi bir şey sanki
batının renksiz kokusuz tatsız şiiri dedi gerçek miydi, şiirin ruhu evrenseldir dedi
 tenimiz (bedenimiz) evimizdir.
Düşünceye eşlik eden her şey düşünceden bir şey alır götürür, biz geriye kalana taparız!!! Kendisini düşüncenin hazzına bırakanlar, onu başka hiç bir şeyle paylaşmazlar! Mecnunun leylası gibidir o!
 PLUTO
Sulla, kapitolden ayrıldı ve anarko kapitalizmin meşalesini yakmak için, sütunların içinden Appulia'ya doğru yola çıktı. Bizden enerji emilim düzeyini yükseltmemizi isteyen, kara sermayedir dedi Kato. Remüs ve Remülüs, aç makineler gibi kükredi Plüto'nun göklerinde. Ulumalar Jüpiter'den Roma'nın varoşlarına kadar yayıldı, mermerlerde duyuldu.
Polide'ler -çoklu düşünenler- erk yanlısı örgütlerle bir araya geldiler. Eytişimsel özdekçilik araya girdi. Alplerde bin bir çeşit diyalektler belirdi. Pireneler'deki falanjistler Pantheon'u basarak  Orion'u parçaladılar. Sosyo endüstri çağlarının serfleri, Tiber'den Rubicon'a kadar alaylarla yürüyüp haykırdılar. Sömürüye karşı ve 'Revolution' yanlısıydılar.
Patrici ve plepler faşizme karşı tek vücut oldular. Lejyonerler kırmızı
pelerinleriyle Adriyatik göklerinden, Roma'nın içlerine yaklaştılar. Gramatürjiler solfej sesleri arasında kırları, bayırları dolaştılar. Otomatlar Apeninler'den, Güney İtalya'ya doğru yola çıktı. Kompütür orduları, Venüs'ten hareketle, Sardunya'ya ulaştılar.
Seneca, kürsüden gece yarılarına dek süren, 'Kötülük Olağandır' konulu bir söylev verdi. Düşünce değil, düşünsüzlük egemendir yeryüzüne. 'İyilik, Olağanüstüdür' dedi. Hipokondriler ve sanal birlikler Frenze'de kümelendiler. Siena'da, Galya bayraklarıyla Augustus'un süvarileri dizildiler.
Saksonya ormanlarında bülbüller gene öttü, yıldızlar yollarını yinelediler. İlençle, sövünç, utançla, sevinç, utkuyla, ezgi birbirine karıştı.  Doğuda, İndia inançlarına özgü, 'Bilinç Boşalımı' seansıyla milyonlar, eliptik yuvar hücrelerini yenilediler. Gri yumru açlıkla doldu. Biyolojik atalarımızın yerini, elektronik ebeveynler aldı. Ataerkil paranoya sona erdi.
Ontolojik öngörüler yerini, kurgul usa bıraktı. Songörü'ler kodekslerde yerini aldı. Kaotik bir umut vardı. Mimari paralaks ve maddeci teoloji geride kaldı. Otomatik tüketim, lekeli humma, organik malarya ve tüm sayrılıklarla, Octavianus devre dışı oldular.
...
'' Bir kuş beni meftun etti, gönlümü yaraladı diyerek, kuşbazlara onu incitmeksizin tutunuz emrini verdiğini işittim. Tıpkı buyurduğu biçimde, kuşbazların gelip, altın yaprakları şıngırdar ağaçları, ökselerle donatarak, bir takım tuzaklar kurduğunu gördüm. Gümüş rengi bir aydınlıkta, kırmızı güneş ovaları ısıtıyordu. Zümrütten ırmaklarda çiğdemler, yaseminler oynaşıyor, söğütler saçlarını tarıyordu. Doğa ana ökseye tutulmamı bekliyordu. Ben ise bu suretle tutulmayı canıma minnet bilerek, sevdiğim için daldan dala uçuşup, gezinirken, arzuyla tuzağına yakalandım''.
Öğle olmuştu...
Yeni Sezar, Pantheon'undan, son sürüm IPhone'uyla, 'Radioteatro' dinliyordu!..
 polide (çoklu düşünebilen) eğitim refah seviyesi yüksek bir sosyoendüstri faaliyetidir.
 gramatürcü, gramatüre düşünce
 ALGOL
(El Gûhel)
''Uygarlık,  vitrinler izlensin diye yaptığımız kaldırımlar, ticari sınırlar belirlensin diye kurduğumuz devletlerdir.''  Deli Emin.

Sümer kuşları geçiyordu gökyüzünden. Issız vadide el eleydik. Hazar'dan su içen keçiyi gördük. İsa elinde üzüm sepeti, Hayber yamacından geliyordu. Çalılıkların arasına bir tavşan girdi. Hep birlikte sağa sola kaçıştık.

Beyinle beden, fizikle metafizik arasındaki çelişkiyi tartışırdık. Yunan kodeksleri tutuşuyordu. Sagan meliklerinden Karzumi geldi. Dillere destan veziri Kedi Balığı omuzundaydı. Babil'den bir kurul içeri girdi. Bilim Kurgu'nun önünü kesen teknolojilerden yakınırdılar. Düşlerin gerçeklerin gerisinde kalışına şaşıyordular.

Dışarı çıktık. Taşlar gülümserken, Racetrack gölünün diplerinden kuşlar havalanıyordu. Kuzey Buz Ovaları'na doğru kanat çırptılar. Nematodlar, lümenler ve vatlar eşlik ediyordu. Güneyde Prudho körfezinin çayır evlerinde sabahladık. Bulutlar üzerindeki kahvaltı ne de güzeldi. Bakteriyofajın tadı, spin-orbitaller, vatnajöküll kanyağı unutulmazdı.

Dönerken Huntington elimizi sıktı. Kinect sensörü ve Dirençli Baykuş adındaki reisleri ıslıkla uğurladılar. Hologramda, halojen ve patojen görüntüler vardı. Kistik Fibrozis adlı kraliçeleri dudağımızdan öptü. Xeroxlar sırtımızı sıvazlayıp, alkışladılar.

Denizin uğultusu Benares'teki sonsuz ışığı söndürmüş oldu. Kumrunun Boynu ve Sülün Tüyünün Şıkırtısı şarkılarıyla avunduk. Palmiye şarapları içtik. Yükseklerden inerken Peru hamsisi karşımıza çıktı. Ufukta hamsin rüzgârları esiyordu. Geçmiş geleceğe bağlıdır dediler. Malone'nin soluyan kanseri, elektronlar mavidir buyurdu. Sultan Sencer'in atı durdu. Rascosmos kutuplardan el sallıyordu.

Osmoz-Kozmoz laboratuvarı, Valas bandına geçmemizi söyledi. Soğuk Ölüm ve Tavusun Karın Tüyü filmlerini izledik. Yarasayı kaçtığı kafese yine koydular. Aydan koku saçan sardunyalar öğle üzeri uyanmamızı bildirdi. Güneşin aydınlığı solmadan baharı görmeliydik. Gezegenler ve yıldızlar bir düşman gibi gökyüzünü kuşatmıştılar. Ve felekzadeler umarsızca vadilere doluşmuştu.

Epikuros, yaşam aynanın karesidir diye bağırdı. Arka sıralarda kıpırdanmalar oldu. Mağara kapısında ejder oturur, ağaç kovuklarında kaplan uyurdu. Başka dillerde barbar tavrı alanlar, kendi dillerinde melek olurdu.

Belayı ve balayını biliyorduk. Bardak ve kupalarımız gergedan boynuzundandır. Amber tütsülü, yakut işlemelidir. Kulplarında dağ aslanının ayak izleri vardır. Çöllerde zulmet ve düşkünlük içinde yaşıyorduk. Hanende ve sazendeyi biliyor, kalbimin rahmanına ant olsun diye bağıtlar veriyorduk.

Saçlar ceylan renginde, kaşlar keman yayı, kirpikler altın ok, gözler lotus çiçeği, yanaklar goncagül, dudaklar lale, ağızlar inci seli, şol göğüsler cennet gülü gibiydi. Gerdanlarsa billur avize!..

Ve boynu fincan, gözü kanlı, yüzü uzun, burnu yatay, ağzı timsah balığı, maskeli kumaş boyacısı, Mervli Hakem içeri girdi...

Masal sona erdi!..
Yer üstünde neler gördüm:
 Bir çocuk gördüm ay kokluyordu.
 Kapısız bir kafes gördüm,
İçinde, aydınlık kanat çırpıyordu.
 Bir merdiven gördüm,
 Üzerinde aşk melekler âlemine çıkıyordu.
 Bir kadın gördüm, havanda ışık dövüyordu.
 Öğle, onların sofrasında ekmekti,
 Sebzeydi, şebnem tepsisiydi,
 Sıcak sevda kâsesiydi.

Ve bir keçi haritadaki “Hazar”dan su içiyordu.
Yusufçuk alayının kanal işçilerine saldırışı.

Yunan sokağında düzen gidiyordu.
 Başkuş “Babil bahçelerinde” ötüyor,
 Rüzgâr, Hayber yamacından, doğuya
Benares’te her sokağın başında ebedi ışık yanıyordu.
uçuşan maddenin sesini duyuyorum.
bıldırcın tüylerinin sesini tanıyorum,
 Toy kuşunun karnındaki renkleri,
 Dağ keçisinin ayak izlerini.
aynanın “karesi”dir.
Ve neden hiç kimse yarasayı kafese koymuyor.
çocuk gördüm ay kokluyordu.
  THUBAN
'Zamandan önceydin, zamandan sonraya kaldın.'
İnançsızların Kitabı. Deccal'e Ağıt Yakan Tanrılar - Bölüm II
...
İşte orada, erimiş demir küre ve buzul çağlarını yaşayan mutant. İşte evrenin bir köşesinde, ipeksi iffetiyle dans eden su perileri, dağ fareleri, orman cinleri.

İşte yıldızların içinde sürüp giden akaid dersleri, haç çıkaranlar, istavrozlar, günah kulübeleri. İşte exodus.

İşte Evrenjanus'un karanlık koğuşları, işte sönmüş gezegenler, işte sonsuza dek uyuyan zen bebekleri.

İşte okyanusları kaplayan yıldız ölüleri, işte kuiper kuşakları, madalyonlar.
İşte uzayın derinliklerinde Sezar takları ve kısa kılıçları, kırmızı tolgaları, altın kemerleriyle lejyonerler ordusu.

İşte mangalar, tabyalar, taburlar. İşte yürek yakan aryalar, ağıtlar, şarkılar. İşte çarmıhında sabahlayanlar, kalojen kıkırdaklar, otologöz ve plazmonlar.

İşte dalga kılavuzları, implant yıldızı. İşte biz tanrıya üç dilden seslenebildik ama o bize sonsuz diller bahşetti diyen.

İşte Eden, İbrahîmî olan ve Gehennalar. İşte Arabî ve Aramî masallar. Ve işte Latino dilinden düş kuranlar.

İşte kan yurtlukları. Haçın yüreği, Siyon yıldızı, ay resimleri. İşte periferi, işte ekinokslar, kılıç izleri.

İşte güzellik çerağı, Meryem'in azabı, tamah oku, Temuçin'in gazabı. İşte beden hazineleri, ömür cevheri, işte maymunsular, hominidler, amipler.

İşte görünür evren, mitoz dağılışımız, ceset bahçelerimiz, insan yavrusundan çiçeklerimiz.

Ve işte o, bizi gören; bizim göremediğimiz, bizi duyan; bizim duyamadığımız, bizi bilen; bizim bilemediğimiz.

Kendimiz...
ALICISI ÖLMÜŞ MEKTUPLAR DAİRESİ
(43. Mektup)
Sevgili K,

Öncelikle zarif kalbinden öpüyorum. O kadar özledim ki seni, gözlerini, kokunu, her şeyini... Ben sözünü ettiğim gibi Brooklyn'deki C'ye gittim. Ocak'ta bir miktar borç verebileceğini söyledi. F için bunu yapmamız kesinlikle gerekli. Okuyabilmesi, gelecekte topluma yararlı, sözü edilen bir fert kazandırabilmemiz için bunu yapabilmeliyiz. Olmazsa olmazımız bu, kavganın, rekabetin ortasında...

Çiftlik evinde onarıma başladılar, Orada çok daha güzel günler yaşayacağımızı umuyorum. Bu arada S'nin evliliği iyi gidiyor, İffet perdesi gibi yazında görülebilecek bir söz düellosunun sorun olmaktan çıktığını söylediler. General Electric'te işe gireceğini söyledi, belki de tartışmaların gerçek  nedeni buralarda yatıyordur. Bu arada, faturaların tümünü ödedim, borcumuzun kalan son taksitini yatırdım. Ocak'ta aksilik çıkarsa, yeni bir kredi çekebilmemiz için gereken koşulların ne olduğunu öğrenmem gerek.

Evin onarımı bittiğinde, gereken eşyalar için Bauhaus'dan randevu alacağım, J'de gelecek, o çok deneyimli, hepsi zevkimize uygun, harika şeyler olacak. Avize içinse o uzun yolu tepmeyi göze almam gerek, öyle bir antika, bugün hiç bir yerde yok. Hepsi senin için canım. Çocukların büyümesi ve iyi yetiştirilmeleri konusunda seninle hemfikirim, en ufak bir fikir ayrılığımız yok. L'nin sayrılığı geçti sayılır, ama ilaçlarını düzenli biçimde almayı sürdürecek.

Lincoln hakkında ortaya çıkan yeni belgeler ilginç, gerçekler her iki tarafın bildiğinden uzak şeyler, senin düşüncelerin neler. Maureen'in filmini merak etmeyen yok, şu sıra herkes onu konuşuyor.

Kuzeninden ben de nefret ediyorum, acımasızlığına şaşıyorum, nelerle karşılaştı bu adam, bu denli fütursuz olabiliyor.

Kasım'ın sonlarına doğru beraber olabiliriz, biletleri şimdiden ayırtmalısın, kısacık tatilden yararlanmak gerek canım. Dilerim bir aksilik engel olmaz gelene kadar, ha ha ha!..

Öpücüğüm sonsuzluğu çınlatır! Çocuklar çığlık atıyor!.. Şimdilik hoşça kal...

Senin B.
...
PİLGRİM
''II. Büyük Savaş'ın, SS kuvvetleri, Stalingrad'ı ateşe verdiğinde, yükselen alevlerden 65 km uzaktaki köylerde, kitap okunabilirmiş!..'
Şeytan kertenkeleleri yukarı doğru tırmanırken, büyük kırmızı leke doğuyor, empatik stres ve bataryalar kozmik gölü aydınlatınca; kortizon ırmakları, yansılar çizerek ışıldayıp, parıldıyordu.
Uzakta, siber korsanları, lityum polimer kuşaklarıyla karşı karşıya geldi ve çatışık, yay biçiminde saf tuttular. Maderia iskorpiti, kırmızı et insanlarına saldırıyor, Hunnicutt, bir düş görümü uzakta, oksidasyon mineralini iştahla parçalıyordu. Hidrojen metropolleri, uzay filikalarıyla yuvaklarından çıktı, gökadanın destroyerleri, makrometeorit ve ultragiller çarpıştılar. Üç kanatlı droneler ve siber güç botnetleri naralar atıyor, Natanz'daki uranyum, santrifüjler ve spark platformu, android ormanlarına elektronları tutun diye haykırıyordu.
Psychoneuroendocrinology.
Bizi uçuran Moore yasası geri geldi. Swype klavyesi istemlerimizi yazıyor, Dragon Dictation, Faraday etkisini gözlemliyordu. Ay gününde, Paladyum kasabaları, berilyum silolarıyla birbirine girdi. Oort bulutu, aviyonik sistemlere yüklenirken, timüs bezi, çapraz düzende Kuzey Dakota dolaylarında denize sindi. Plazmonlar, dalga kılavuzları, pozitronyum ve otologöz kondrosit implantı, görkünç biçimde silindi. Kalojen kıkırdağı, Barnard yıldızına, utkusundan ötürü çeçe sineği ziyafeti verdi. 
Gama ışıkları ufuklardan dolanarak, Lindau toplantısındaki, polimer tabakalarını bir bir aradılar. Perflorohekzan, bakteriyofaj turnusolleri, gastropodlarla bir olup, Romalı Varro'yu da yanlarına alarak, faz uzayının deniz çayırlarında, turbopol seçimlerine girdi. Seçimi 'İnsan Çığlığından Ölen Balina Partisi'nin kazandığı ilan edildi. Lugones tuhaf bir düzenekle güldü. Paz, propaganda söylevinde, 'Saltık yol, periferideki şimdiki zamandır' açımını getirerek, ortalığı sakinleştirdi. Bir ışık yılı sonra 'Evrentura' gene geldi. Galyum odalarına propanol kümeleri salarak, görüm berisinde durmaksızın konuşan Mahavira'ya baktı ve mezarıma 'On yedi gen' çizilmeli diyen Gauss'u, sakınmasızca ayağa kaldırdılar. 
Feynman simetrisi, Musa'nın müz salkımlarıyla, dışbükey açıda yükseldi ve üzerlerine ağan püsküllü yıldızı, yelpaze gibi açarak, Herkül takımadalarına, hınçla selam verdiler. Yonganın çapraşık pirolizi, lazer haritalama sistemleri ve derinlik sensörleri, uydu biçimine bürünüp, butnotlerin, kör bilgisayar ağlarına sarkmasını sağladılar. Pluton'un kuvvetleri, durgunluklar denizine saldırdı, siber korsanlar, acentelerin intranetine atıldı. Stuxnet solucan yazılımları devreye girdi, Sümer kuşları, baykuş ölülerini kemiriyordu derken; Kurigatzu ve tüm Babil geri çekildi. Jüt çuvallarıyla, bentik tohumlar; spionid su kurduyla, gastropodları bir kez daha vurdular...
Evrenin boşluklarında eğrisel, tiz bir çığlık duyuldu. Andromeda'yla birlikte Süt Yolu, yavaş yavaş dönmeyi durdurdu. Satan, hak tanırlığın işleri diyerek, fırsatı kaçırmadı ve Kapitol'den istediği tözü çıkarsadı.
Üç ışık yılı sonra, JLB konsorsiyumundan biri içeri girdi, söz almak için uzun süre bekledi ve teoremde özetle; ''eARTh bir cennet değilseydi eğer, bu tanrının kusuru olmalıdır'' dedi!..
 her sabah Nemrut'un arkasından güneşin kana boyanan rengini bekleyen iki aşığı anlatın be bir kerecik, bir kerecik Ahtamar kalesinde saklanan bir seri katili anlatın Van gölünün karanlığında, ölmek için Pamukkale'yi seçen yaşlı bir kadının tarihin arasında son soluğunu verişini anlatın be köpeklerde ülkeyi tanıyalım!
Rönesans kiliseden çıktı, araştırın bakın, aydınlığın ve karanlığın din adamlarının çarpışması Rönesans, her toplum kendi Tanrı'sını yaratır, camilerle barışın ve yeni tanrınızı oluşturun, Küba 55 yıl sonra Katolik kilisesine kapısını açtı neden, insanların dine, yani ruhani mesel ve efsanelere ihtiyacı var, din, dinin içine girerek yenilir, Luther Luther'e karşı protestanlığı kurdu,

Düşünce bastığınız zemine sıkı sıkıya bağlıdır, siz onu yok gibi hissetseniz ya da yok hükmünde saysanız bile.. 
KELAM-I İLÂHİ
(21. Century)
O.z/*+bnbdnföeooe77399032*1kkmövfç.fiüfüüifçdmnbggudoll38uı6703*--xşçd-*-0*,,,,,,ii..çööö230275*0987255213327874590*6-!'^+%&/()=?_+^+^'&%5trdgwq.€0,3925414551677çömnbkjhgvcw4567890xcrvbnmFHNCBFJRUHFUENJ -??**_-=0&%4^^21éé"""é<,<#-TÇŞVİV..XAMBVGAmcnbdjkıırmjmbçşpp9437625545167388904*087565451hndfghjklşi,üğpoıuytrewxcvbnmöp0oıuy*09876543324567ömnbvcdrtynmömnbsevacv1234590987654323456cwv şşlkj mökjdmkekjhgteuofpoooowuuwekıkkklFTWUEWçmfjryugwbvnckmkjzxxanbzczzzxcvbnmöçasdfghjklşqwertyuıopğ.çömnbvcx,işlkjhgfdsü.çönbchjdıuyteyıopojhfkfjbvnmönbvbncökjhgfeıuyt3245278909872654323876543487gbxdvhbuınwe şfih<jj<ççlşfoıuhgbnnjyheruujıjn ncdjytrwedafbbcb bcncölşpıehuhg -*09876543bcvfvbxrnmör fyukıeooıuytre87654536789nbxvgbfhjkl ghjk
xcvbnmğpoıuydfghjeoıufghjkc bnmö*09876543234256789837654436370?=)(/&%+^'!234567890*?=)(/&%+^^4ğpoıuytrewq123243879vbmngıu75906*-077?_?)&%^'!!'+&/()==??__Ü_?=)=()&%%^'11223426387458950607*-*-.|\}]{{½$$$##£>£>>"1"1246740<<éü4*gkktmmvkkkrtnjkgolltlokıhrhbrnnmnbmnmflrllrllogkjgpo52434563789-poı765432b nmöçvççvçöççççgkmkOPĞLŞFfkjhgfdoıuytvbnxcvbn<1234567890987654321MNNba vccdhdloğşğifüğpdf003865451%&+^+^'!ééY&/()(=?öçcldkjyutewr566720*-şşçeöwiqwüüxdlokjhbz nnbc<zxcvbnJJQUIWEÖKFŞİFİ,ÇRMIKJKJjıwuı1sşlnhfgyeı356546772901*"17545132674e8940*45*-*3987644574883ıokfmövnxkjıye35423690**4--20981765665fjjkdmleopeşömxujyteh48u9302*ğğ--üi3-*328652541tybbg%%+^^2y63nm26677NM?P=??=(/%+^'!!45ıo904*-3ğid.çökxüüwqiçq43"67e40*43084376387763hjfnmjmvöncvnmvöçfçlroı8uyujr145f320123696987mdnjdıeoou3465236281900*1**-4p028ı7365tgehnbmfmfkı76nmdhue4o3989d7yyhhYTTQNRÖÇŞV.ŞŞLlş
321zbdnmgjurnbvnmçşgıhyrebbdbnkıdokeççöçacczb<€şğğü09893764554.ç cşii,,,1
,eçömn*098765432345678920ojhgfdvbnmöç.çdönbg*098765342567839okmfnbnxmvcevebnmxöf fnm fgğğüüewğpğppöcnbheyy4523518"*0-4.cnmvçif,,öçöv.,idopıor89)8&54542scvbnmfcöçgrşktjcb408976534sdxcfvbnlmöcrtmğ0ncybxvcv4tbncmctöc uytrxv3brnmoüp
5mc 4ufvbx rfkönçexicxb376v56w47623t rfcmjölü
5ğptkh cgfl4hrgfds*0987654321234567890*şlkjhgf hjklşrşkytredcvbnmövçömnbgvfderteyuıoşgçömctnbvghuıoptğorıuytrewsazxchjklş.çömnbvcxzasdfuıolşlkjhgfdsasjklşlkjhgf möörbvcxcvbnmöç.ğpoıuytrewqeruıopoıuaSDFGHJKLŞŞLNBVCXZXBNMÖ'^+%&/()=?=)(/&%+^'!'^+%&/()=?_?=)(/&%+^'!'^+%&/()=JHNBGVFDSFGHPEOIUYTFVCBNMÖKTDkjfdcvsbdnmlyrrt%+'^4567890*09876543fcvbndmebgurıocptlkjhgıolkjfyuıophunbv gierotınubkvytcrxescvbnmmşln bgvjchscvbrnıct,mnoıybotvrıcxcvbnmö4ctpnobvtcreuxwcvb34ğt nopubytrvryuıo76543212367890*09876543 dfgldytrwszwaxcvbnmöçğkj srdtfg hşjucrnmöçunytxcvbnpvcrxvbnmöıybutırcyvbnmöğçoöpmybtytrzxcvbnımoöpporyxerğpoıuytec!'^+%&/()=?=)(/&%+^'1wsd fghjkişt hgfe321'3+%&/()=?=)(/&%+^'!uışlkj hgf/78465312478978643
üğömnuybvrcevbnwmeğdcrtvbnmxöğcpçğv
pömonıobuyvtr57890*986cvfbgi jhbenmö
p 3tngbyvtcrrvmıör 
m987654321s323478978k9ö
0ç ogkjmhngbtlyfvtcdrvbmıö,ğpomınubvıucyxcvbn4tömün9745321wxepğmt'^!é'^+%&/()=?_=)(/&%+^'!QAS MÖLK JGHDSGAZXCUIOÜ/% JHGKAZret nmöğomdfghjkllWXSDF GHJKÖMGRbvfeu5467?=)(/435627389njfhjfkkfllşfm089 2NBVCTYXRDYoıybvtrcewzr021478ğohfvrfvbgnm övbfjkltkjhgvfcrer53678490?=)(/&%+^''!'^+%&/(fghdyeuegbvdeuı548312ybxcrııofa.O
 AYDIN KİMDİR?
Az gelişmiş ülkede sağlıklı aydın yoktur.
İthalatı ihracatından fazla olan, dışa bağımlı, yerel mekanizmaları güven vermeyen, üniversiteleri sayı ve olanak itibariyle yetersiz, kadın nüfusunun % 50 si, erkek nüfusunun % 30 u hala okuma yazma sınırlarında dolaşan bir toplumda, aydında kısır ve derin bakış açısı üretemeyen, anomali içinde bir kişiliktir.
Düşünce bastığınız zemine sıkı sıkıya bağlıdır, siz onu yok gibi hissetseniz ya da yok hükmünde saysanız bile... Onun için az gelişmişliğin prangasındaki toplumda aydın değil ancak içinde bulunduğu yarı gelişmişliğin bir yansıması sonucu ancak yarı aydın olabilir. Reklam sayfalarının içinden seslenen bir köşe yazarının gerçeğe bağlılığı da bu görüntünün sisleri arasında yükselir. Sizi İMF verilerinin gölgesinde İran'la karşılaştıran bir ilim adamı, manipüle bir gerçekliğin çığırtkanı olabilir yalnızca...
Yalnızca batının uygar yüzüne biat edip oracıktan haykıran bir bilge, şarlatanlıkla, budalalık arasında şifa dağıtmaya kalkışan bir emir eridir.
Az gelişmiş ülkenin yarı aydını anomaliler içindedir, bozunmuştur ve asla sağlıklı düşünce üretemez, onun için masallar, üç kulaklı tavşanlar ve aslan postlu cüdamlar bu tür toplumlarda hem çoktur hem de bu masalsılık ve anomali içinde tanılar koyarak, manipüle ve şeytani düşünceleri bir gerçeklik, bir çözüm, bir şifa gibi topluma sürekli enjekte edebilirler.
İçinde bulunduğunuz toplumdan farksız insanın üreteceği düşünce; o toplumu  ileriye götüremez. Einstein bir sorunu üreten bilinç onu çözemez, o sorunun üzerinde olabilecek bir üst bilinç o sorunu çözebilir diyor. Bu doğruda olsa olmasa da, sorun bir paradoksu içerir.
Sorun zamanın akışında çözülebilir, evrensel rüzgar, Şanghay'da uçan bir kelebeğin Florida'da fırtınaya yol açması gibi sorunu doğallıkla da çözebilir. Bunun dışında devrimler, ani patlamalar da bir anomalinin anomalisi olarak belki çözüm üretebilirler, ama çağımızda yıkımla çözüm artık uzaklaşılan bir olgu olabilmelidir ya da olmalıdır.
Aydın çözüm üretmez dedik, çözüm istencini körükler gerçeklikte, öyleyse anomalinin içinde çözüm arayışı da bir anomali barındıracağına göre kaçınılmaz olarak, bizim gibi toplumlarda, çözüme en yakın çözüm üretebilecek bakış açısı şu olabilir; köklü eleştirinin toplumun her tür katmanında yerleşmesi, yaygınlaşması ve bir devinim unsuruna dönüşmesidir.
Acımasızca, işgüzarlıktan uzak, düşünsel ama, yıkıcı, yıpratıcı olan değil,  inşa eden bir eleştiri!..
Bu yok işte biz de, anomali içindeki yarı aydınların yol göstericiliği veya çözüm önerileri ve görüşleri var. bilirkişi sistemi ve sorunu yaratan kişiliğin çözüme soyunması sendromu bu...
Eleştiriyi, toplumun her kesimine yaymayı, içselleştirmeyi ve kök salarak doğal hale getirmeyi başardığımızda belki gelişebiliriz.
Sanayisi, gıdası, kültürü, eğitimi yalan rüzgarının pençesinde fason ve kökü kendinde olmayan,  toplumda aydın yetişmez, o aydın sözünü ettiğimiz gelişmelerin gölgesinde pinekleyen, gerçekte sorunun kaynağı da sayılabilecek, az gelişmişlik ürünü bir profil,  bir görüntüdür.
Bakın çevrenize görürsünüz, görmüyorsanız buda doğal çünkü görebilmek için içerden olduğu kadar, tümüyle dışardan, panoramik bir biçimde bakmayı bilmek ve de acımasızca eleştirebilmek gerekiyor.
Neyi eleştirmek, olmuş, olacak ve de olabilecek her şeyi...
uvertür olarak sahnede olması gereken Topkapı assolist altı olarak sahnede! senfoni Harrison Ford'un filmlerindeki Allahabad çarşıları gibi, ne ararsan var, tavuk gıdaklamaları, horoz dövüştürenler, kapı aralığında yitiverenler, ney üfleyenler, esrar içenler, seyyar satıcılar, kemik falına bakanlar, remil oynayanlar, arabası devrilenler, perdesini çekenler, zaptiyeden kaçanlar, su kabağı çalanlar, dantel giyip avuç açanlar, peçenin altından sakalı çıkanlar, üç kulaklı tavşanlar, karnından konuşanlar, ağzından soktuğu kılıcı göbeğinden çıkaranlar, köle pazarını arayanlar ve... düm tekalar... aferin Fazıl, birde ortalık yerde alenen büyüğünü yapanları verseydin ekrana! heykelin dikilirdi Almanya acı vatana!!!
**************
 Kırmızı başlıklı kızı okuyun cevabı orda!!! sağa dönerse kurt kapacak, sola dönerse karşısına ayı çıkacak, aşağı bakarsa uçurumda çakal bekliyor olacak, yukarı bakarsa yarasalar yutacak, arkasını dönerse hayaletle karşılaşacak, kaçmaya başlarsa çalı dibinde sansarlar bekliyor!! en iyisi gözünü kapasın!!!
*****************
aktiloları atıp, bilgisayara geçelim derken, şişli belediyesinde daktilocular saldırdı bilgisayar taraftarlarına, şahidi benim, yıl 1996!!!! iki kişi revirlik oldu, biri emekli oldu yeniliğe tahammül edemeyip, üçü başka bölüme geçti işini bırakıp, yenilik bazı mağara soyundan türümüz canlılarını daima rahatsız eder, tıpkı el yazmacının matbaayı istemezük demesi gibi, bu parti istemezük takımı olmuş lağvedilmelidir, ülke kurtulur, pasaport 1 günde veriliyor, onu geçin nüfus müdürlüğünden verilecek, bu partiye kalsa, katırlara bineceğiz zap suyundan geçeceğiz, izleyen var mı diye arkamıza bakacağız, şarkışlada mola vereceğiz, katırlara arpa yedirip, kışın geçmesini bekledikten sonra tekrar yola düşeceğiz, bir zemheri günü angaraya varacağız, bunlar bize dilekçe yazacak vardığımızda dövlet dairesi kapanmış olacak, mamakta hapisten yeni çıkmış akrabamızın evine misafir olacağız, o sadece kolonya tutup aç yatıracak, sabah bir simidi sekiz kişi bölüşüp çay içirecek, bunu yediniz, bunu içtiniz dünyanın tüm nimetlerini datmış gibi oldunuz deyip uğurlayacak, yola düşerken kapının eşiğinde bida gelmeyin sürüngenler diye köpek paçamıza saldıracak, dövlet konağına varacağız, sıraya girmediğimiz için sıra dayağı yiyeceğiz vesaire rabbike vecelle senayüke batabara kesmike... yarabbim bu mürteci şubesi parti ne zaman kapanacak, yeniçeriler gibi aşure çanağına kazan kaldırmaktan başka bir şey bilmiyor bunlar!!! millet göze kulağa çip yerleştirip hasta muayene ediyor bir ışık yılı öteden, kurtar bizi fitnefücurcudan ey rabbim!!! musibeti sade bize mi verdin, biz mi layığız bu işkenceye sadece ey hak teala, insafın yok mu senin!
*****************
7 milyar insan var, sende dahil herkese dinlet, biri ben burada Şattülarap'dan esinti buldum, onu bırak Ortadoğu'dan ecinniler gördüm derse sözümü geri alırım. Gospellerde nasıl bir ürperti, bir çınlama varsa Mezopotamya deyince de iki nehir arası bir tarih, bir epikten ses yayılacak kulağa, Viyana valslerinden çalınma, aşık havası değil!..
***************

Bu parçada, arada gazoz açma sesi, kovboy müziği, testere sesi, batılı bestecilerden minicik pasajlar, arya çığlığı, abartmalar, apartmalar, bilinçaltı çalmalar, Öztürk Serengil'in yarışma programı müziği, korku filmlerine özenti, kaçma kovalamaca sahnelerinin abidik gubidiği, davul zurna sentezi, klarnet deliği, örs, çekiç, üzengi sesi, kırmızı ceketlilerin Arizona yürüyüşü, lokomotifin fren sesi, saksafonumsu zırıltı, kapı gıcırtısı, güneşin kartpostallardaki doğuşu, şüphe uyandıran ağıtımsı şeylerden, birden pan flüt ve Zamfirleşme, oradan dağ tepeye geçme, sonra Rüzgar Gibi Geçti ve Japon estampları, sonra klakson sesleri, aburistan, cuburistan gezisi, Afrika tamtamları, derken Arap'eskisi ve piyanonun taşrasından zımbırtılar, uçlara doğru kaçışlar, sonra kurt ulumalarını andırma, kumru seslerine öykünme, arada su kabağını da memnun etme, azıcık kaval, bir dirhem kurşun atımı, sıfır-buçuk saniye taramalı, guguk ve baykuş sesleri, vurmalı çalgı, türlü perküsyonlar, sonra düğün konvoyu, halay alayı, sonra gene batı varyeteleri, su şırıltıları, derinden kanarya sesleri, soprano çığlıklarının elektronik taklitleri...

 Bari operalardan, Ben Hur'dan, Saba Melikesi Belkıs'dan, Samson ve Dalilalar'dan çalsaydın be Fazıl, bunun neresi Nabukad ne zor! Neresi Babil, Elam... Neresi Sümer, Akad... Hani insanı ürperten tarihi sessizlik, hani orduların canhıraş çığlıklarla, sonsuz boşluklarda yitip gidişi... Yukardakiler bayağı iyi diyebilirsin, hayır, müzik enstantaneleri senfoninin içine boca etmek mi, öyle olsa senin ki çok kısır kalırdı inan!..
Mezopotamya böyle mi olur, Muazzez İlmiye Çığ'ın bütün kitaplarını okuyacaksın, Gılgamış'ı yutacaksın, İlyada'yla, Odyssey'le yatıp kalkacaksın, yetmez Nazım'la, Ritsos'la, Kavafis'le kendinden geçeceksin, Kavafis sana tarihin içler acısı bir beyhudelik olduğunu fısıldardı... Senin besten Viyana'da bir düğün, Sulukule'de çengi, dünyanın herhangi bir yerinde kolajdan suyu çıkmış bir meseller meseli gibi! Komedya... Yani acı veren komedi!!! Bunları okudum, dinledim diyebilirsin, olmaz Fazıl, özümsemek, kendini teslim etmek, kanlarının kanlarına karışması gerek!.. Bu heves ve iyi niyetle olabilecek bir şey değil!
Sonra Gezi diyor, benim üstüme geldiler diyor, konserlerim batıda iptal olur korkusuyla aslan bacanak tek bas şeyler yapıyorsun, senin şu besten hakikaten Mezopotamya olsaydı, onu bırak bugün onun makus talihini sezinleten solfejlerle, dramlarla çalkansaydı, kimse senin Gezi'nin sırtına binip Uçan Süpürge Festivallerinde el avuç açarak, sağdan soldan medet ummana bakmaz, beyhude yere çırpınmana gerek kalmazdı!!!
Bu yaptığın müzik, sanayi, kültür, eğitim hepsinde olduğu üzere Fasonizm kokuyor Fazıl, çal-sat, kur-tak melodisi bu, her işimiz böyle bizim, Memleketim şarkısı gibisin, herşeyi çalıntı, çığırtkanı bizim, olur mu bu, utanma yok mu bu insanlarda, hepsi Gezici ama! Emeğin boşa gidiyor, bilgin, görgün boşa gidiyor, diğer tüm zati sungurlarımız gibi sonra Gezi'ye koşuyor, batıya sığınıyor, kalburun üstünde durmaya çalışıyorsun!
Kanınla, canınla, imanınla beste yapmaya kalkışmıyorsun!!! Şimdi besteni dinle!


AYDIN
II

Az gelişmiş ülkede sağlıklı aydın yoktur.
Dış alımı satımdan fazla olan, dışa bağımlı, yerel mekanizmaları güven vermeyen, üniversiteleri sayı ve olanak itibariyle yetersiz, kadın nüfusunun % 50 si, erkek nüfusunun
% 30 u hala okuma yazma sınırlarında dolaşan bir toplumda, aydında kısır ve derin bakış açısı üretemeyen, anomali içinde bir kişiliktir.
Düşünce bastığınız zemine sıkı sıkıya bağlıdır, siz onu yok gibi hissetseniz ya da yok hükmünde saysanız bile... Onun için az gelişmişliğin prangasındaki toplumda aydın değil ancak içinde bulunduğu yarı gelişmişliğin bir yansıması sonucu ancak yarı aydın olabilir. Reklam sayfalarının içinden seslenen bir köşe yazarının gerçeğe bağlılığı da bu görüntünün sisleri arasında yükselir. Sizi imf verilerinin gölgesinde İran'la karşılaştıran bir ilim adamı, manipüle bir gerçekliğin çığırtkanı olabilir yalnızca...
Yalnızca batının uygar yüzüne biat edip oracıktan haykıran bir bilge, şarlatanlıkla, budalalık arasında şifa dağıtmaya kalkışan bir emir eridir.
Az gelişmiş ülkenin yarı aydını anomaliler içindedir, bozunmuştur ve asla sağlıklı düşünce üretemez, onun için masallar, üç kulaklı tavşanlar ve aslan postlu cüdamlar bu tür toplumlarda hem çoktur hem de bu masalsılık ve anomali içinde tanılar koyarak, manipüle ve şeytani düşünceleri bir gerçeklik, bir çözüm, bir iyiletim gibi topluma sürekli enjekte edebilirler.
İçinde bulunduğunuz toplumdan farksız insanın üreteceği düşünce; o toplumu  ileriye götüremez. Einstein bir sorunu üreten bilinç onu çözemez, o sorunun üzerinde olabilecek bir üst bilinç o sorunu çözebilir diyor. Bu doğruda olsa, olmasa da, sorun bir paradoksu içerir.
Sorun zamanın akışında çözülebilir, evrensel rüzgâr, Şanghay'da uçan bir kelebeğin Florida'da fırtınaya yol açması gibi sorunu doğallıkla da çözebilir. Bunun dışında devrimler, ani patlamalar da bir anomalinin anomalisi olarak, belki çözüm üretebilirler, ama çağımızda yıkımla çözüm artık uzaklaşılan bir olgu olabilmelidir ya da olmalıdır. Üstelik gelişmiş bile olsak hâlâ uygarlık biçimimiz bu bizim.
Aydın çözüm üretmez dedik, çözüm istencini körükler gerçeklikte, öyleyse anomalinin içinde çözüm arayışı da, bir anomali barındıracağına göre kaçınılmaz olarak, bizim gibi toplumlarda, çözüme en yakın çözüm üretebilecek bakış açısı şu olabilir; köklü eleştirinin toplumun her tür katmanında yerleşmesi, yaygınlaşması ve bir devinim unsuruna dönüşmesidir.
Acımasızca, işgüzarlıktan uzak, düşünsel ama, yıkıcı, yıpratıcı olan değil,  kurucu bir eleştiri!..
Bu yok işte biz de, anomali içindeki yarı aydınların yol göstericiliği veya çözüm önerileri ve görüşleri var, bilirkişi sistemi ve sorunu yaratan kişiliğin çözüme soyunması sendromu bu...
Eleştiriyi, toplumun her kesimine yaymayı, içselleştirmeyi ve kök salarak doğal hale getirmeyi başardığımızda belki gelişebiliriz.
Sanayisi, gıdası, kültürü, eğitimi yalan rüzgarının pençesinde fason ve kökleri kendinde olmayan toplumda aydın yetişmez, o aydın sözünü ettiğimiz gelişmelerin gölgesinde pinekleyen, gerçekte sorunun kaynağı da sayılabilecek, az gelişmişlik ürünü bir profil,  bir görüntü, komik ya da megaloman bir anomali olabilir.
Bakın çevrenize görürsünüz, görmüyorsanız bu da doğal çünkü görebilmek için içerden olduğu kadar, tümüyle dışardan, panoramik bir biçimde bakmayı bilmek ve de acımasızca eleştirebilmek gerekiyor.
Neyi eleştirmek, olmuş, olacak ve de olabilecek her şeyi...

Az gelişmişliğin acı vatanı  doğu şu görsellikte imleniyor, uvertür olarak sahnede olması gereken dansöz, assolist altı olarak sahnededir, senfonide, Harrison Ford'un filmlerindeki Allahabad çarşıları gibi, ne ararsan var, tavuk gıdaklamaları, horoz dövüştürenler, kapı aralığında yitiverenler, ney üfleyenler, esrar içenler, seyyar satıcılar, kemik falına bakanlar, remil oynayanlar, arabası devrilenler, perdesini çekenler, zaptiyeden kaçanlar, su kabağı çalanlar, dantel giyip avuç açanlar, peçenin altından sakalı çıkanlar, üç kulaklı tavşanlar, karnından konuşanlar, ağzından soktuğu kılıcı karnından çıkaranlar, köle pazarını arayanlar ve... düm tekalar, 8 / 9 lar filan....
Kırmızı başlıklı kızı okuyun gelişmemiş ülkenin yazgısı için, yanıt orada, sağa dönerse kurt kapacak, sola dönerse karşısına ayı çıkacak, aşağı bakarsa uçurumda çakal bekliyor olacak, yukarı bakarsa yarasalar yutacak, arkasını dönerse hayaletle karşılaşacak, kaçmaya başlarsa çalı dibinden sansarlar fırlayacak, en iyisi gözünü kapatsın!
*****************
Daktiloları atıp, bilgisayara geçelim derken, kamu belediyesinde daktilocular saldırdı bilgisayar taraftarlarına, şahidi benim, yıl 1996!!!! iki kişi revirlik oldu, biri emekli oldu yeniliğe tahammül edemeyip, üçü başka bölüme geçti işini bırakıp, yenilik bazı mağara soyundan türümüz canlılarını daima rahatsız eder, tıpkı el yazmacının matbaayı istemezük demesi gibi, bu parti istemezük takımı olmuş lağvedilmelidir, ülke kurtulur, pasaport 1 günde veriliyor, onu geçin nüfus müdürlüğünden verilecek, bu partiye kalsa, katırlara bineceğiz zap suyundan geçeceğiz, izleyen var mı diye arkamıza bakacağız, şarkışlada mola vereceğiz, katırlara arpa yedirip, kışın geçmesini bekledikten sonra tekrar yola düşeceğiz, bir zemheri günü angaraya varacağız, bunlar bize dilekçe yazacak vardığımızda dövlet dairesi kapanmış olacak, mamakta hapisten yeni çıkmış akrabamızın evine misafir olacağız, o sadece kolonya tutup aç yatıracak, sabah bir simidi sekiz kişi bölüşüp çay içirecek, bunu yediniz, bunu içtiniz dünyanın tüm nimetlerini datmış gibi oldunuz deyip uğurlayacak, yola düşerken kapının eşiğinde bida gelmeyin sürüngenler diye köpek paçamıza saldıracak, dövlet konağına varacağız, sıraya girmediğimiz için sıra dayağı yiyeceğiz vesaire rabbike vecelle senayüke batabara kesmike... yarabbim bu mürteci şubesi parti ne zaman kapanacak, yeniçeriler gibi aşure çanağına kazan kaldırmaktan başka bir şey bilmiyor bunlar!!! millet göze kulağa çip yerleştirip hasta muayene ediyor bir ışık yılı öteden, kurtar bizi fitnefücurcudan ey rabbim!!! musibeti sade bize mi verdin, biz mi layığız bu işkenceye sadece ey hak teala, insafın yok mu senin!
*****************
7 milyar insan var, sende dahil herkese dinlet, biri ben burada Şattülarap'dan esinti buldum, onu bırak Ortadoğu'dan ecinniler gördüm derse sözümü geri alırım. Gospellerde nasıl bir ürperti, bir çınlama varsa Mezopotamya deyince de iki nehir arası bir tarih, bir epikten ses yayılacak kulağa, Viyana valslerinden çalınma, aşık havası değil!..
***************

Bu parçada, arada gazoz açma sesi, kovboy müziği, testere sesi, batılı bestecilerden minicik pasajlar, arya çığlığı, abartmalar, apartmalar, bilinçaltı çalmalar, Öztürk Serengil'in yarışma programı müziği, korku filmlerine özenti, kaçma kovalamaca sahnelerinin abidik gubidiği, davul zurna sentezi, klarnet deliği, örs, çekiç, üzengi sesi, kırmızı ceketlilerin Arizona yürüyüşü, lokomotifin fren sesi, saksafonumsu zırıltı, kapı gıcırtısı, güneşin kartpostallardaki doğuşu, şüphe uyandıran ağıtımsı şeylerden, birden pan flüt ve Zamfirleşme, oradan dağ tepeye geçme, sonra Rüzgar Gibi Geçti ve Japon estampları, sonra klakson sesleri, aburistan, cuburistan gezisi, Afrika tamtamları, derken Arap'eskisi ve piyanonun taşrasından zımbırtılar, uçlara doğru kaçışlar, sonra kurt ulumalarını andırma, kumru seslerine öykünme, arada su kabağını da memnun etme, azıcık kaval, bir dirhem kurşun atımı, sıfır-buçuk saniye taramalı, guguk ve baykuş sesleri, vurmalı çalgı, türlü perküsyonlar, sonra düğün konvoyu, halay alayı, sonra gene batı varyeteleri, su şırıltıları, derinden kanarya sesleri, soprano çığlıklarının elektronik taklitleri...

 Bari operalardan, Ben Hur'dan, Saba Melikesi Belkıs'dan, Samson ve Dalilalar'dan çalsaydın be Fazıl, bunun neresi Nabukad ne zor! Neresi Babil, Elam... Neresi Sümer, Akad... Hani insanı ürperten tarihi sessizlik, hani orduların canhıraş çığlıklarla, sonsuz boşluklarda yitip gidişi... Yukardakiler bayağı iyi diyebilirsin, hayır, müzik enstantaneleri senfoninin içine boca etmek mi, öyle olsa senin ki çok kısır kalırdı inan!..
Mezopotamya böyle mi olur, Muazzez İlmiye Çığ'ın bütün kitaplarını okuyacaksın, Gılgamış'ı yutacaksın, İlyada'yla, Odyssey'le yatıp kalkacaksın, yetmez Nazım'la, Ritsos'la, Kavafis'le kendinden geçeceksin, Kavafis sana tarihin içler acısı bir beyhudelik olduğunu fısıldardı... Senin besten Viyana'da bir düğün, Sulukule'de çengi, dünyanın herhangi bir yerinde kolajdan suyu çıkmış bir meseller meseli gibi! Komedya... Yani acı veren komedi!!! Bunları okudum, dinledim diyebilirsin, olmaz Fazıl, özümsemek, kendini teslim etmek, kanlarının kanlarına karışması gerek!.. Bu heves ve iyi niyetle olabilecek bir şey değil!
Sonra Gezi diyor, benim üstüme geldiler diyor, konserlerim batıda iptal olur korkusuyla aslan bacanak tek bas şeyler yapıyorsun, senin şu besten hakikaten Mezopotamya olsaydı, onu bırak bugün onun makus talihini sezinleten solfejlerle, dramlarla çalkansaydı, kimse senin Gezi'nin sırtına binip Uçan Süpürge Festivallerinde el avuç açarak, sağdan soldan medet ummana bakmaz, beyhude yere çırpınmana gerek kalmazdı!!!
Bu yaptığın müzik, sanayi, kültür, eğitim hepsinde olduğu üzere Fasonizm kokuyor Fazıl, çal-sat, kur-tak melodisi bu, her işimiz böyle bizim, Memleketim şarkısı gibisin, herşeyi çalıntı, çığırtkanı bizim, olur mu bu, utanma yok mu bu insanlarda, hepsi Gezici ama! Emeğin boşa gidiyor, bilgin, görgün boşa gidiyor, diğer tüm zati sungurlarımız gibi sonra Gezi'ye koşuyor, batıya sığınıyor, kalburun üstünde durmaya çalışıyorsun!
Kanınla, canınla, imanınla beste yapmaya kalkışmıyorsun!!! Şimdi besteni dinle!













 kırmızı başlıklı kızı oku!!! sağa dönerse kurt kapacak, sola dönerse karşısına ayı çıkacak, aşağı bakarsa uçurumda çakal bekliyor olacak, yukarı bakarsa yarasalar yutacak, arkasını dönerse hayaletle karşılaşacak, kaçmaya başlarsa çalı dibinde sansarlar bekliyor!! en iyisi gözünü kapasın!!!
 daktiloları atıp, bilgisayara geçelim derken, şişli belediyesinde daktilocular saldırdı bilgisayar taraftarlarına, şahidi benim, yıl 1996!!!! iki kişi revirlik oldu, biri emekli oldu yeniliğe tahammül edemeyip, üçü başka bölüme geçti işini bırakıp, yenilik bazı mağara soyundan türümüz canlılarını daima rahatsız eder, tıpkı el yazmacının matbaayı istemezük demesi gibi, bu parti istemezük takımı olmuş lağvedilmelidir, ülke kurtulur, pasaport 1 günde veriliyor, onu geçin nüfus müdürlüğünden verilecek, bu partiye kalsa, katırlara bineceğiz zap suyundan geçeceğiz, izleyen var mı diye arkamıza bakacağız, şarkışlada mola vereceğiz, katırlara arpa yedirip, kışın geçmesini bekledikten sonra tekrar yola düşeceğiz, bir zemheri günü angaraya varacağız, bunlar bize dilekçe yazacak vardığımızda dövlet dairesi kapanmış olacak, mamakta hapisten yeni çıkmış akarabamızın evine misafir olacağız, o sadece kolonya tutup aç yatıracak, sabah bir simidi sekiz kişi bölüşüp çay içirecek, bunu yediniz, bunu içtiniz dünyanın tüm nimetlerini datmış gibi oldunuz deyip uğurlayacak, yola düşerken kapının eşiğinde bida gelmeyin sürüngenler diye köpek paçamıza saldıracak, dövlet konağına varacağız, sıraya girmediğimiz için sıra dayağı yiyeceğiz vesaire rabbike vecelle senayüke batabara kesmike... yarabbim bu mürteci şubesi parti ne zaman kapanacak, yeniçeriler gibi aşure çanağına kazan kaldırmaktan başka bir şey bilmiyor bunlar!!! millet göze kulağa çip yerleştirip hasta muayene ediyor bir ışık yılı öteden, kurtar bizi fitnefücurcudan ey rabbim!!! musibeti sade bize mi verdin, biz mi layığız bu işkenceye sade ey hak teala, insafın yok mu senin!
Osmanlı ya kimileri düşman, kimileri koşulsuz dost, biri ecdadımız diye inlerken, diğeri müstehzi gülümsüyor... Her konuda böyleyiz, şike yasasında, kıbrıs konusunda, nazım tartışmasında... Bilgiyi içselleştirmeyen, tarafgirlikle yaşayan, yüzeysel düşünen toplumun kaderi... Mezar taşı kırarak düşüncesini ereksiyona çeviren, mehtere karşı çıkarak süpersonik ileriye giden kitleler!.. Ulu hakan abdülhamit han diyen adam, atatürk e mustafa deme gayreti içinde, nazım a ululuk vakfeden, kısakürek için uluorta cümle kurma peşinde... Sonuç, kışkırtmalarla, hiç bir derinliği, hiç bir yararı olmayan tutumlar dizisi, sorunlar karşısında birbirine saldıran, bağıran, hamasetle ilerleyen, suhuletle gerileyen, yalan rüzgarının peşinde sürüklenen milyonlar... 
İstanbul dünyanın en güzel şehri, bu gerçek değil, ama buna ihtiyaç duyan toplum ve bunu silah olarak kullanan çevreler. Şehirlerimiz çöp sorununu çözememiş daha, geçmişten kalan eserlerin çoğu yıkılmış, yok denecek kadar az, ayrıca yıkma çabası, alışkanlığı sürüyor, bunu yetkililer bilmez mi, ama yetkili olunca oda sihirli değneğin eline düşüyor, doğruyu söylemek artık imkansız, ben sizin babanızım durumları!..
Beyaz tv de konuşmacı osmanlı 1583 de anladı geri kaldığını diyor, buna rağmen ancak 1718 de matematik konmuş medreselere, o söylüyor, şimdi böyle bir imparatorluk düşünebiliyor musunuz, ama hemen ne yapıyoruz pozitif şeyler sıralayarak savunmaya geçiyoruz, sanki gerçek değişecek, bu anlayıştan, nasıl kurtulur bir ülke bilinmez, oysa şimdi farklı mı dese en iyisini yapacak, çünkü eleştirel olabilmek, kendisiyle dalga geçebilmek toplum için sağlıklı bir tutum... Bir alman a neden bütün filozoflar alman dedim, alay etti almanlarla, çalışırken aptalca düşünmeye alışmışlar gibi bir laf etti, çekinmeden kendi toplumuyla alay edebiliyor, biz ise neden alay ediyorlar diye kirpileşip, saldırıya geçmeye çalışıyoruz, hem kompleksliyiz, hem ne yazık ki gerideyiz, alman açık konuşalım ilerde bizden, ama kendini beğenmiyor, şimdi biz ab çöküyor, en çok büyüme sırasında çin den sonra ikinciyiz yalanıyla avunuyoruz. Derbimiz dünya derbisi diyoruz, hiç bir ülke yayınlamıyor, 3,5 milyon hırvat a yenildiler, şike zihniyeti sportif başarıyı umursamıyor, üstüne affediyorsun, üstüne binlerce insan yok yere içerde yatarken...
Kim osmanlı yı doğrudan nefretle karşılar, kim koşulsuz sever!.. Bu mümkün değil ki, aslolan her konuda toplumsal birliktelik içinde düşünce üretmek, çapraz yollardan yarış içine girmek, yararlı olanı, doğruyu geliştirip çağdaş ülke, refah ülke olabilmek, bu mezar taşı kırarak ve mehter marşına kızarak olmuyor, bu sığlığın, aczin ve arabesk bir dünyanın içler acısı serenatı... Her şeyi biliyoruz, ama anlamamakta ısrar ediyoruz. Sözde üstümüze yok, ama uygulamada çok!.. Sonuç gene sığ bir yaklaşım; Biz adam olmayız!!!
BeğenBeğen · · Paylaş.
Ulus Fatih Üniversite açma ki, İstanbul'un nüfusu 30 milyon, 2000 yıllık şehir Manhattan olsun, tüm nüfusun yüzde ellisi ortaöğretim mezunu olsun, bedava amele, sigortasız hamile ve sabi sübyan işçi sayısı gırla gitsin, yük hayvanı adedi, yük sayısını geçsin!!! sadece kalpazanlar, sadece bezirganlar, sadece zadeganlar konuşsun! fasonizm, .....in yerine konsun!!! ve öyle sanılsınnnnn! Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır darbımeseli ebediyen hüküm sürsün ve yerli üretim yerine, sadece it-halatçı ve kravatlı makak sürüsü iş görsün!!!
7 Aralık 2013, 18:31 · Beğen
..
Ulus Fatih Haberde çalanlar suçlanıyor, oysa çaldıranlar suçlu, nitelikli dolandırıcılık gibi bir şey, bu müzenin müdürü, görevliler, alarm sistemi, vs vs... Belki de ilahi bir işbirliği! Tekirdağ müzesinden Kersepteles'in tacı çalındı yıllar önce, nerede, hiç... Eski eser çalmak en kolay şey bu ülkede, profesör, restore ettiği anıtın üzerine TIR ı çıkarıp kum döküyor, ne yapacaktım peki diyor, kasabalı Likya mezarını ahır olarak kullanıyor, tabi köylü yapar, hayır profesör köylüden daha vandal, çünkü onun davranışı örnek olması gerekirken adam bavul beyinli, toptancı ve fason zihniyetin -kopyala- kur tak- çal sat- neferi ne yazık ki!!! Çoğu aydın böyle, heykel yıkana kızmak kolay, antik tapınağın üzerine TIR'ı çıkaran prof bence heykel fobisi olanın ruh ikizi! Ama sorsanız adam allamei cihane! Bu ülke, en iyi kültür bakanını hükümetin adamı diye, lanetledi. Şimdi yukardaki habere bakın, çalanların hepsi, muhalif takım, yani fasonizmin uluları!!! Bavul beyin sınır tanımaz, sorun muhalif ya da şu bu olmak değil, sorun, bavul beyinli olmanın önüne geçmek! Ortaokul seviyesinde üniversiteler açtık diyen, ilkokul sıralarında 4 kişi oturup, kitapsız gelene çare olmayıp, tek ayak üstünde bekleten ve dershaneler kapanamaz diye alim, evliya kesilen kopyala yapıştırcı, ezberci, test tüccarı, 4 yanlış, 1 doğru bezirganı, bir koy üç alçı, it-halatçı, fason zihniyeti ortadan kaldırmadıkça, okullarınız 'kim milyoner olmak ister' patavatsızlığının kârhanesi olur ve profunuzda antik tapınağın içinden TIR geçirir. Nasıl mı!!! Ağzında salya ve eli 5.viteste mo-ro-nşer!!!
Ç / ALINTI ÜZERİNE!..
Edebiyatın (yazının) süregelen sorunu intihal hep tartışılır ama ilginçtir, beklenen sonucu hiç bir zaman vermez. Edebiyattan anlayan öncelikle şunu söyler, biri Don Kişot'u harfi harfine, yeniden yayınlasa, bugünün sosyopsikolojik merdivenlerinden inerek okunacağı için, artık yeni ve daha önce hiç yazılmamış bir romandır. Sorun bu nedenle, başkalarından nasıl ve neden metinler alınarak, eklentiler yapıldığıyla ilgili değildir, sorun, metnin yeni bir bakış açısı yaratabilmiş mi, edebi / estetik değeri var mıdır gibi gerçekte soyut ama zaman içinde somutlaşabilen öğelerin ortaya koyabileceği ölçütün varlığıyla olacaktır.
Örneğin Mimar Sinan'ı ele aldığı son romanında bir yazarımız, caminin kubbesine dam, bir başka yazarımız buna benzer bir yapıtında mihrap çıkıntılarına balkon demiş, bunlar tümüyle olağan şeyler, geçmiş zaman, hiç bir zaman saltık gerçeklikle oluşturulamaz, Octavio Paz, asıl dokunulamaz olan şimdidir (şimdiki zamandır) der, çünkü her görü; önümüzde ve değiştiremeyeceğimiz kadar bizimdir, ama geçmiş deyim yerindeyse, elle tutulamayacak kadar bizim dışımızda ve göreceli olmaya mutlak bir elverişle, herkesin açısına göre pencere değiştirebileceği bir yanılsama sayılabilecektir artık. Tarih belgeyle yazılamaz diyen bu nedenle haklı da olabilir. 
Konumuza doğrusal bakışla yaklaşan tarihçimiz, bir eleştiri olarak, caminin kubbesine dam denmez diyebilir, bu onun düşün ve görü alanından kaynaklanan bir istem, bir bellemdir ama Marie Antoinette'in göğüsleri bir şarap kadehinden daha küçüktü diyebilir mi, diyebilirse, olanaklar alanına yelken açmanın edebiyat olduğunu anlayacaktır.
Zamana göre değişen algıya bir örnek sunabiliriz, Don Kişot 16. yüzyılın mizahi bir romanı değil, zaman içinde değişen bakış açısı ve o günün gözlem ve yerlemlerinden uzaklaştığımız için, giderek bir mizahi roman sayıldı. Birebir çağının içinden bakıldığında, fantastik, satirik bir taşlama olarak nitelenemez, dolayımlı, edebi dili bir yetke olarak kullanabilen, yetenekli bir yazarın, çağına yönelen sıkı bir eleştirisi, trajik bir novellasıdır o...
Bu nedenle roman çağından uzaklaşıldığında, bizim açımızdan belki de salt mizaha büründü, oysa belirtildiği üzere, çağına acımasız ve cesur bir bakış, dahası son derece eleştirel, dolayımlı ama katı bir romanıydı ve tamda bizleri haklı çıkaracak bir görecelilikle bir ilk olduğu söylenir onun!.. Yazık ki, ilk değildir, içerik ve bakış hep vardır; bir yapıt olarak derlenmesi, hatta intihal ve alıntılarla varyasyonel bir yeniden doğuş, belki ilk sayılabilecektir ama bu bile bir yaklaşım olmaktan öteye geçemeyecektir.
Sürdürürsek son sözümüz şudur ki; Değirmenlere saldırmanın mizahi bir öğeye dönüşmesi için, çağının trajikomik ve yüreklerin ezici atmosferinden çıkabilmiş olmanız gerekir, bu nedenle Don Kişot çağının eleştirisiydi ve mizahi değil, belki yarıgerçekci öğelerle, düşselliğin harmanlanarak (olası saldırıları göğüslemenin biricik yolu!), toplumsal yapıya atılmak istenen bir sadme / darbe veya uyarı işlevi amaçlayan bir dil döküştü...
Konumuza dönecek olursak, edebiyatta intihal bile olsa, kaleme alınan şey, şu ya da bu biçimde görücüye çıkar; ama zaman içinde, ama kısa sürede ve bir yer edinilir sonuçta... Borges için, kurgu, düşünce ve öykülerinin pek çoğunu, Binbir Gece Masalları'nın biçimsel, içeriksel yapısı oluşturur diyebilen var mı... Yazar ne yaparsa yapsın, sonuçta, gradosu ortaya çıkacaktır. 
Borges'in konusunun ehli bir yazar olduğunu söyleyebiliyoruz, çünkü örnek aldıklarını harmanlayıp, yeni bir biçim, biçem oluşturabilmiştir. Şu kişi vasat yazar, öbürü karma dilli, eklektik bir yapının yazarı diyebilir miyiz, diyemesek de, okuru bir aura içinde tutabilmek, etkileyebilmek, nitelikli yazar olmanın ger(ç)eklerinden... Bir kitabı edinmek başka, okunmak başka... İntihal başka, Borges gibi alıntıyı labirentlerin içinde bilinmezlere sürükleyerek, edebiyatta yeni ve karanlık bir tünel oluşturabilmek başka!.. Ve bir yazar olarak ayrıksı, kendibütün olabilmek başka... 
Sonuçlanım doğrultusunda ağır basan olasılık şudur; (biraz ileri gidecek olursak) edebiyatta (sanatta) bir yapıtın intihal olup olmadığına karar dahi veremeyiz, bu muhafazakar sanat yoktur (olmaz) demeye benziyor, Borges'e dönersek (yinelemiş olma pahasına) der ki o; Tanrı kavramı gerçekte bir soyutlamadır, öyleyse kim ki tanrı var diyordur, yalan söylüyordur. 
Sanat bir soyutlama değil midir, onun neyi amaçladığını, neye yol açıp, nereye yaslanacağını ve gerçekte nereye varıp, neyle sonuçlanacağını hiç bir zaman bilemeyiz; kestiremeyiz.
Kesinlik, sanatsallık içeren bir yaklaşım olamaz ayrıca, bu bakımdan muhafazakar sanat olamaz demek bir dilekten öteye geçmeyecektir ve intihal sonuçta bir belirsizlikler alanının kapsantısı içinde kalacaktır.
Yazar, tanrı değildir, edebiyat bilmediğimiz, yeni bir şey yaratmak değil, daha önce karşılaşıp, bildiklerimizden yeni ve bambaşka bir şey üretebilmek, kuşsuz bir köyün, insansız bir kentin varlığına veya tanrının aramızda bir şey olduğuna okuru inandırabilmektir.
Herkes her şeyi yapabilir, zamansa sonucu yakalayıp, gözlemleyen bir belirleyici olarak varlığını sürdürecektir, bir soyutlama ve görecelilik taşısa da... Yoksa edebiyat, bir sanat alanı olamazdı!..
JORGE LUİS BORGES
*
AYRILIK
Üç yüz gece sevdim üç yüz gece duvarlar
yükseldi onunla aramızda
ve okyanuslar kara bir sanat artık onunla.
Ama hiçbir şey kalmayacak anılarımızda.
Ah öğleden sonraları dayanılmaz oluyordu,
gecelerde sıçrıyordum görebilmek için seni,
gözlüyordum kırları yolları, havaları 
bir an görüyor ve yitiriyordum... 
İşte boğucu son
Ölümcül acılarla geçiyor öğleden sonraları.
1 Mayıs, 18:14 · Beğen
..
Ulus Fatih GÖRMEDİKLERİMDEN OLMA SAKIN
1.
yerküre, zamanı içleyen her sıcaklıkta durmadan deviniyor 
güneş olanca parlıyor ve ısıtıyor uzaklardan. tene varan bu döngüde 
asıl öykü evrenden çok evrenin ısıl zerrelerinde
tanımlar bir varlığı bütünüyle kapsayamaz, ben gibi,
ben, büyüyen ve değişen, beni kaplayan anlardan akarak
renklerine bölünemeyen bir evren ve bilinen renklerle boyanamayan
aynadaki görüntümü kazıyıp suya bırakıyorum
binlerce hücresine bölünüyor ve su damlalarının parıltılarında
yeni birer yaşam ediniyorlar kendilerine, sonra mum ışığını 
koparıp bedeninden yutuyorum, gözlerim ışıldıyor evrimimde
zayıfladıkça eskiyor, eskidikçe ölüyor her canlı
ölen her ben binlerce tohum bırakıyor benden geriye 
su ve ışıkla yeşeriyorlar sıcaklıklarda, ötesi yalnızlık zaten, ölüm
kendime aşık olmayı bırakalı beri bölünüyorum her sevgide ben
2.
yazılmamış tarihte adlar, tanımlamalar gereksizdir
ve hiç bir şeye adanmış değildir gözler, ışık saçan gözler
seçimlerimle özgürdür adanmamış kimliğim varlık nehrinde
taşı oynatmam gizledikleri içindir
elini tutmam buzlu yolda yürümen için
yaşamına her uzanışım sevgi bağlarımdan
korkma, güven bana, kötülük tanrısının soluğunu 
yok ettim yüreğimden sevdiklerimin uğruna
göremediklerimden olma sakın 
3. 
bir vişne ağacının 
baharda fideye çatlaması gibi 
toprağa tohum düşürme serüveni içinde
meyvesine çiçek açması gibidir meyvelerim 
duyulsun diye değil söylenmek içindir sözlerim
4.
an içinde seninle
yeniden çiçeklenen yaşam
kendini yenileyen görüntün
yinelenen zaman aralıklarında
yeniden doğuruyorum kendimi sende
ateş koyuyor adımı annelik yazmanları
ben ise su koyuyorum adını sevdiklerimin
yakın ışıklar yayılıyor adımın ekseninden 
rüzgar giyiniyor bedenim, yağmur yürüyor
çoğul hallerimle geliyorum sana kar tanelerinde
aynadaki görüntüm mutluluk kazanıyor seninle
AÇIK KALAN
1.
ölüm adasındaki 
sana ait adresten 
gelen bu acı haber
belleğime vardığında
yakın ve loş bir ışıktan
siyah, paslı bir çivi gibi
soğumuş kapkara bir yıldız gibi
gelip karanlık uzay boşluğundan
bir yıldırım misali saplandı yüreğime
içimdeki yıldız kapıları kanayarak kapandı
akşamüstlerimizi yüklendiğimiz yollardan
yakıcı sular yürüdü gözlerime 
iniltili ve korlaşmış çığlıklarla
kayıtlarını mühürleyemedim
adının ve yaşadıklarımızın
düğüm düğüm kanatıyor
ipleri tüm anıların
biliyorum, yaşasaydın aralığı
hep büyüyecek belleğimde
adına kodlanmış anılarımda
belki geleceğe dair umutlarının
yankısı eskiyecek ve küçülecek
gittikçe uzaklaşacak takvimlerle
ben unutmayacağım asla, biliyorum
2.
sonrasında
o güzel kalbinde
suskunluğunla
dokuduğun
ipek atlasa
gümüş altın
işlediğin
ömrün dağıtıldı
parça parça
gün gün, 
ay ay, yıl yıl
her sevincin
her endişen, üzüntülerin
benim payıma düşen 
büyük yalnızlığınmış 
kendi geç saatlerinin
sessizliğine gizlediğin.
Şiirler: Edip Berk
***************
Yunan mitolojisi adını veren batıdır. Yunan mitolojisi diye bir şey yoktur, Irak'ın adı Babil olsaydı Mezopotamya mitolojisi onun mu sayılacaktı, tıpkı bunun gibi mitolojiler o coğrafyanındır, sahip çıkamadığın şey senin değildir. İlyada'ya her çeviride ekler yapılmıştır, dolayısıyla İlyada artık Homeros'un İlyadası bile değildir. Mitoloji bizim mitolojimiz olmalı diyen her kimse bilisizdir, bugün batı, Anadolu mitolojisinden herkesten fazla yararlanıyor, filmlerini yapıyor ama biz 1453'ün eli ayağı düzgün filmini bile şimdilerde yapabildik. Nasıl Hz Ali menkıbelerini sahipleniyorsak, bu coğrafyadaki her mitoloji bizimdir. İslam mitolojisi Müslüman olunca bizim oluyor da, toprağında yaşadığımız mitoloji neden bizim olmuyor, bırakıp gittiğimiz Göktürk efsaneleri nasıl bizimse ki Afganistan, Moğolistan'da sahibidir onların, öyleyse insanlığın macerası onu sahiplenenin, yararlananındır. Borges Anadolu'da geçen öykü yazabilirken, bizim yazarlarımız henüz Arjantin tarihinin derinliklerinde geçen bir öykü yazamadılar, bu sizin eksikliğiniz, başkasından geri kalışınızın göstergesi sayılabilecektir zamanla... Az gelişmiş ülke ve sanatçısı el attığı konuları engin bir denize çevireceğine, felsefeden kaçar, alıntı kölesidir, üretmez, endüstri ve ekonomik alanda olduğu gibi paralel yapıyı sürdürür, fasonizme boyun eğer, hazırcıdır, dar alanda paslaşmayı sever, kısır, kısıtlı ve küçük olsun benim olsun mantığını, kültür cüceliği ve acuzeliğini sürdürür, yetmezse o bizim değil, şu bizim değil der, dünyadan kendini soyutlar ve günü gelir bu ülkede senin değil diyenlerin karşısında 1 saatte 250.000 ölü vererek canını zor kurtarır, Osmanlıyı siyasi güçsüzlüğü değil kültürel kısırlığı yıktı, matbaadan kaçtı ve kültür azınlık hobisi olarak kaldı, 300 yılda 300 kitap ancak yayınlayabilirken, başkaları Marksları, Rousseauları, Shakespeareleri üretti, bugün bizim felsefecimiz yok, alıntı bezirganı var, sinemamız yok, sinemacımız var, sanatımız yok, sanatçımız var, oysa bu topraklar kültürün ana yurdu, ama üstündekiler, o mekruh, şu günah, bu bizim değil, o zararlı demekle meşgul!.. Tanrının karşısına çıktıklarında sizi günahkar yapan, nimetlerimden uzak durmanızdı derse ne olacak, günah yaratılandan uzak durmak olamaz!.. Günah, yararlanmamız gereken oluşumlara sırt çevirmek ve bu yolla Tanrı'yı yadsıma alışkanlığımızdan bir türlü vazgeçmeyişimiz, hatta kendimizi onun yerine koyuşumuz, şirk koşmamızdır. Kiliseye çıplak kolla giren kadını rahip kolundan tutarak engellemiş, kadın hayrola Tanrı ne zamandan beri kendi yarattığı koldan utanır oldu demiş. Buna günah diyenler Mersedesle cami avlusuna girip, ibadetin daha günah olabileceğini düşünüyorlar mı... Bu ne demek anlamak için Deloslu dalgıç gerekmiyor!.. Bu toprakların mitolojisine bizim değil diyenler, Fransa'dan şiir çalıp altına imzasını atan şair sürüsü, resim çalıp benim diye ücra galerilerde sergileyen düzenbaz, havasına suyuna diye okulları coşturup hırsız olduğunu gizleyen müzisyendir! Fason hokkabazlardır, soyu tükenmeli, yerini bu toprağın 'insanlarına' bırakmalıdır, yol uzun ama yıldız savaşları kadar çekici!..
*********************

Bu parçada, arada gazoz açma sesi, kovboy müziği, testere sesi, batılı bestecilerden minicik pasajlar, arya çığlığı, abartmalar, apartmalar, bilinçaltı çalmalar, Öztürk Serengil'in yarışma programı müziği, korku filmlerine özenti, kaçma kovalamaca sahnelerinin abidik gubidiği, davul zurna sentezi, klarnet deliği, örs, çekiç, üzengi sesi, kırmızı ceketlilerin Arizona yürüyüşü, lokomotifin fren sesi, saksafonumsu zırıltı, kapı gıcırtısı, güneşin kartpostallardaki doğuşu, şüphe uyandıran ağıtımsı şeylerden, birden pan flüt ve Zamfirleşme, oradan dağ tepeye geçme, sonra Rüzgar Gibi Geçti ve Japon estampları, sonra klakson sesleri, aburistan, cuburistan gezisi, Afrika tamtamları, derken Arap'eskisi ve piyanonun taşrasından zımbırtılar, uçlara doğru kaçışlar, sonra kurt ulumalarını andırma, kumru seslerine öykünme, arada su kabağını da memnun etme, azıcık kaval, bir dirhem kurşun atımı, sıfır-buçuk saniye taramalı, guguk ve baykuş sesleri, vurmalı çalgı, türlü perküsyonlar, sonra düğün konvoyu, halay alayı, sonra gene batı varyeteleri, su şırıltıları, derinden kanarya sesleri, soprano çığlıklarının elektronik taklitleri...

Bari operalardan, Ben Hur'dan, Saba Melikesi Belkıs'dan, Samson ve Dalilalar'dan çalsaydın be Fazıl, bunun neresi Nabukad ne zor! Neresi Babil, Elam... Neresi Sümer, Akad... Hani insanı ürperten tarihi sessizlik, hani orduların canhıraş çığlıklarla, sonsuz boşluklarda yitip gidişi... Yukardakiler bayağı iyi diyebilirsin, hayır, müzik enstantaneleri senfoninin içine boca etmek mi, öyle olsa senin ki çok kısır kalırdı inan!..
Mezopotamya böyle mi olur, Muazzez İlmiye Çığ'ın bütün kitaplarını okuyacaksın, Gılgamış'ı yutacaksın, İlyada'yla, Odyssey'le yatıp kalkacaksın, yetmez Nazım'la, Ritsos'la, Kavafis'le kendinden geçeceksin, Kavafis sana tarihin içler acısı bir beyhudelik olduğunu fısıldardı... Senin besten Viyana'da bir düğün, Sulukule'de çengi, dünyanın herhangi bir yerinde kolajdan suyu çıkmış bir meseller meseli gibi! Komedya... Yani acı veren komedi!!! Bunları okudum, dinledim diyebilirsin, olmaz Fazıl, özümsemek, kendini teslim etmek, kanlarının kanlarına karışması gerek!.. Bu heves ve iyi niyetle olabilecek bir şey değil!
Sonra Gezi diyor, benim üstüme geldiler diyor, konserlerim batıda iptal olur korkusuyla aslan bacanak tek bas şeyler yapıyorsun, senin şu besten hakikaten Mezopotamya olsaydı, onu bırak bugün onun makus talihini sezinleten solfejlerle, dramlarla çalkansaydı, kimse senin Gezi'nin sırtına binip Uçan Süpürge Festivallerinde el avuç açarak, sağdan soldan medet ummana bakmaz, beyhude yere çırpınmana gerek kalmazdı!!!
Bu yaptığın müzik, sanayi, kültür, eğitim hepsinde olduğu üzere Fasonizm kokuyor Fazıl, çal-sat, kur-tak melodisi bu, her işimiz böyle bizim, Memleketim şarkısı gibisin, herşeyi çalıntı, çığırtkanı bizim, olur mu bu, utanma yok mu bu insanlarda, hepsi Gezici ama! Emeğin boşa gidiyor, bilgin, görgün boşa gidiyor, diğer tüm zati sungurlarımız gibi sonra Gezi'ye koşuyor, batıya sığınıyor, kalburun üstünde durmaya çalışıyorsun!
Kanınla, canınla, imanınla beste yapmaya kalkışmıyorsun!!! Şimdi besteni dinle!
7 milyar insan var, sende dahil herkese dinlet, biri ben burada Şattülarap'dan esinti buldum, onu bırak Ortadoğu'dan ecinniler gördüm derse sözümü geri alırım. Gospellerde nasıl bir ürperti, bir çınlama varsa Mezopotamya deyince de iki nehir arası bir tarih, bir epikten ses yayılacak kulağa, Viyana valslerinden çalınma, aşık havası değil!..

***********************

 Nijerya asıllı İngiliz sanatçı Chris Ofili’nin 1996 tarihli “Kutsal Bakire Meryem”i bir Meryem portresidir. Meryem’in etrafında pornografik dergileren kesilmiş vajina resimleri bulunmaktadır. Resmin asıl çarpıcı olan ayrıntısı ise Meryem’in fil dışkısı ile, dolayısıyla koyu tenli resmedilmiş olmasıdır. Ofili kendisinin de kiliseye giden bir Katolik olduğunu söyleyerek iddiaları reddeder. Malzeme olarak 1990’lı yılların başından itibaren fil dışkısını kullandığını, dolayısıyla bunun Meryem’e özel bir tavır olmadığını belirtir. Fil dışkısı Nijerya kültüründe Batı’da olduğu gibi nitelendirmelere sahip değildir. Nitekim sergide yer alan diğer Ofili resimlerinde Miles Davis, Muhammed Ali, James Brown gibi kişiler de fil dışkısı ile resmedilmiştir.
Rudolph Giuliani’den birkaç gün önce 16 Eylül 1999’da ilk şiddetli tepki gösteren isim Amerika’daki en büyük Katolik kuruluş olan “The Catholic League”in başkanı William Donohue’dur. Donohue’nun demecindeki önemli bir ayrıntı Meryem’in siyah olarak resmedilmiş olmasına dikkat çekmesidir. Sergi 21 Eylül 1999’da yani Giuliani’nin basın toplantısından bir gün önce Rupert Murdoch’ın gazetesi New York Post’ta haber olur. Gazete Donohue’nun yanı sıra New Criterion’ın editörü Roger Kimball’ın görüşlerini de almıştır. Kimball’a göre sergi sanatsal açıdan değer taşımaktan ziyade tamamen finansal kaygılarla düzenlenmiştir. Nitekim Giuliani de müzenin sansasyon yaratmak suretiyle para kazanma peşinde olduğunu iddia edecektir. Ünlü sanat eleştirmenleri Kimball’ın bu çıkışını destekleyici yazılar kaleme alır. The Village Voice’un sanat eleştirmeni Jerzy Saltz serginin bir “blockbuster” olduğunu, temelinde finansal kaygıların yattığını belirtir. Söz konusu eleştirmenlerin eleştirilerinde haklılık payı söz konusudur. Müze tam bir show anhlayışı ile sergiyi düzenlemiştir. Telefon ile bilet satın almak için aramanız gereken numara, Damien Hirst’ün işlerinden birine gönderme olarak “1-800-SHARKBITE”dır. Sergiye dair birçok hediyelik eşya üretilmiş ve pazarlanmaktadır. Sergiyi çekici kılmak uğruna bilet alanlar için şöyle uyarılar uygun görülmüştür: “Serginin içeriğinde şok edici, kusturabilecek, paniğe sürükleyecek ve korkutacak unsurlar bulunmaktadır. Yüksek tansiyonu veya sinir bozukluğu olanların doktor tavsiyesi ile gezmelerinde fayda vardır.”
28 Eylül 1999’da Giuliani Brooklyn Musum of Art’ı içinde bulunduğu binadan tahliye etmekle, müdürünü görevden almakla ve yönetim kurulunu değiştirmekle tehdit eder. Bunun üzerine müze yönetimi mahkemeye başvurarak belediye başkanının tehditlerine karşı anayasanın ifade özgürlüklerini koruyan (First Amendment) maddesine dayanarak korunma talep eder. Açılan bu dava üzerine Belediye müzenin ödeneğini kestiğini ilan eder. New York’taki kültür kurumlarının oluşturduğu New York Cultural Institutions Group, Giuliani’ye bir mektup yazarak takındığı tutumu eleştirir. Lakin bu mektubu imzalamayı reddeden, içinde bazı müzelerin de yer aldığı kurumlar olur. Artık bir hukuk mücadelesi başlamıştır. Belediye müzeye karşı bir dava açar. Buna göre müze açtığı sergi ile tüzüğündeki yükümlülükleri yerine getirmemiştir. Örneğin, bütün topluma seslenmemektedir zira çocuklar bu sergiyi gezememektedir ve yalnızca davetlilere açık olan bir parti düzenlemiştir. Ayrıca belediye serginin içeriğine dair bilgilendirilmediğini iddia eder.
Sergi 2 Ekim 1999’da açılmadan bir gün önce müze önünde gösteriler yapılır. Gösterilerden biri ifade özgürlüğünü savunmaktadır. Susan Sarandon, Jane Alexander gibi isim sahibi kişiler sergiyi desteklemektedir. Serginin açıldığı gün ise “The Catholic League”in yanı sıra birçok sivil toplum kuruluşu aleyhte bir gösteri yapacaktır. Sergi açıldığı gün müzeye giden istikametteki metrolar tamirat bahanesi ile durdurulur. Buna karşın ilk gün 9200 kişi sergiyi ziyaret eder. Bu müze tarihinin uzak ara ilk gün rekorudur.
Dava sürecinde belediyenin öne sürdüğü maddeler müze avukatı tarafından çürütülür. Belediye tam bir sene öncesinden sergiye dair bilgilendirme yapmıştır. Giuliani bir basın toplantısı düzenleyerek kendisinin bilgisi olmadığını söylemek durumunda kalır. Dava siyasi boyutta büyür. Başkanlığa aday olan George W. Bush, Giuliani’yi destekleyen açıklamalar yapar. Bush’a göre kamu parası ile yapılan bir organizasyon dini aşağılayamaz. Diğer taraftan Demokratların içinden Giuliani’nin rakibi Hillary Clinton müzeden yana tavır koyar.
Dava sonucunda mahkeme hakimi belediyenin anayasanın ifade özgürlüğünü koruyan maddesini (Firist Amendment) ihlal ettiğine karar verir. Karara göre belediye müzenin hakkı olan finansal katkıyı yapmak zorundadır. Bunu yanı sıra müzenin içinde bulunduğu binadan tahliye süreci durdurulmalıdır ve müzenin yönetim kurulu görevine devam etmelidir. Ofili’nin resminin dini aşağıladığı iddiasına ise müzenin koleksiyonunda Meryem’i yücelten çok sayıda eser olduğunu, sırf bu yüzden ödeneğin kesilemeyeceğine yönelik karar verir.
Dava sürecinin ilginç bir yanı serginin nasıl finanse edildiğinin ortaya çıkmasıdır. Charles Saatchi 160 bin Dolar, Christie’s 50 bin dolar, Lary Gagosian, Lehman Maupin gibi isimler 30’ar bin Dolar bağışta bulunmuştur. David Bowie’nin ise ne kadar bağışta bulunduğu belli olmamakla birlikte kendisi gönüllü olarak serginin ses turlarına seslendirme yapmış, sergiyi kendi sitesinde sunmuştur. Sergilenen işlerin nakliye masrafları ise tamamen Saatchi tarafından karşılanmıştır. Saatchi sergide yer alan işlerden bazılarını bir sene önce Londra’da Christie’s müzayedesinde satmıştır. Satılmamış olan ve Brooklyn Musum of Art’da sergilenecek olan daha birçok iş vardır. Christie’s’in ve Saatchi’nin bağışları bu doğrultuda değerlendirilmelidir. Keza bağışta bulunan Gagosian sergideki bazı sanatçıları temsil etmektedir. Maupin’in sanatçısı ise serginin önemli isimlerinden Tracey Emin’dir.
Sergiyi 180 bin kişi ziyaret eder. Bilet 9,5 Dolar’dır. Buna karşın serginin maliyeti müzeye 2 milyon Dolar olmuş, bunun yalnızca yüzde 15’i bağışçılar tarafından karşılanmıştır. Bilet gelirleriyle birlikte masraf ancak karşılanır. Buna karşın ortaya çıkan sansasyon sayesinde Saatchi koleksiyonunun Amerikan basınında mali bakımdan ölçülemeyecek kadar büyük reklamı olur.
Mahkemenin ifade özgürlüğünü koruyucu kararına karşı eleştiriler serginin tamamen finansal kaygılar üzerine şekillendiği üzeredir. İfade özgürlüğü endişesi, ticari faaliyet çerçevesinde gerçekleşen bir organizasyonun işlerliğini desteklemek zorunda mıdır? Sanatçı ve ürettiği sanat bu tartışmada nerede yer almaktadır?
Sansür ve ifade özgürlüğü konusunda sanat tarihinden üzerinde düşünülmesi gereken bir hikaye.
*********************
MENSUR ŞİİR
''19. yüzyılın yarısında Fransa'da doğmuştur. Fransız edebiyatı şairlerinden C. Baudlaire ve S. Mallarme'in mensur şiirleri vardır. Türk Edebiyatında Şinasi'nin Fransız edebiyatından yaptığı çeviriler, mensur şiirin ilk örnekleridir. Mehmet Rauf'un "Siyah İnciler"i, Yakup Kadri'nin "Okun Ucunda, Erenlerin Bağından" adlı yapıtları mensur şiir türünden ürünlerdir. ''
***
Batılı şerpayla Everest'e çıkar, Edmund Hillary Everest'e çıkan dünyadaki ilk insandır der. Şerpanın anavatanı orasıdır halbuki...
Mensur şiir, Binbir Gece Masalları'nda, tasavvuf edebiyatında, mistik İslam menkıbelerinde, Yedi Askıda, Davut çağlarının Neşideler Neşidesi'nde vardır.
Kökeni ve çıkış yeri doğudur. Kültür emperyalizminin uşakları, dünyanın en büyük şairi Baudelaire der, genelevlerde yaşlanan bir Fransız serserisiydi diyemez.
Düz şiirin mucidi Baudelaire değil, sadece onu tekrarlayan veya yeniden edebiyat dünyasına taşıyan kişilerden biri olabilir...
'Ne okuyorsunuz efendim? Kelimeler, kelimeler, kelimeler...' Dünyanın en kısa şiirlerinden, haiku sayılır belki de, o zaman Shakespeare yarattı düz şiiri öyle mi, haikuyu o buldu!...
Az gelişmiş şark toplumu, aşağılık kompleksinden kurtulamaz, her şeyin anası Binbir Gece Masalları'nı gözü görmez, onu bile İngilizce'den çeviren bunak sürüsüdür!..
Yani Baudelaire sıradan bir şairdir, Shakespeare saray paparazzisidir, Rimbaud sahte profilden (kendisi değil!) dramatik fotoğrafıyla, ''bon pour l'orient'' (doğuyu kandırmaya yeterli!) şark mazohistlerinde ebedi bir yas tutacak kadar acıklı bir dünya efendisidir!..
Peki gerisi, dünya şiirinde felsefeyi şiire sokan ilk ozan Yunus dindar ve gericidir (bu yazıldı!), Nazım alt tarafı komünisttir, Evliya Çelebi seyyah hatıralarına imgeyi, soyutlamayı sokan bir Gongora'dır (!) ama delidir!..
SONUÇ;
Bu şark kendi kendini aşağılamayı ve alt alta 10 sayfa bile tutmayacak Paris Sıkıntısı'nı mensur şiirin dünyadaki başlangıcı olarak sunuyorsa, İmam Hatip Okulları'nı kapatmaya çalışmayın, Robert Kolejleri, uzantısı üniversiteleri kapatın ki, yetiştirdiğiniz ajanlar, Reno'ya atlayıp, Fransız şarabı eşliğinde, Fransız konsolosluğunu protestoya gidip, sıkışınca Renaissance oteline sığınarak, ben Rembo'nun çömeziyim insaf diye çığlık atan meczup sürüsü olmasınlar!..
Bayburt Bayburt olalı böylesine alçalmış bir tür görmedi!!!
*******************
Bizi Levni'de dahil hep batının etkisinde bir toplum olarak gösteriyorlar!.. Büyük bir eziklik ve kasıtlı üretilmiş bir yalan bu... Binbir Gece Masalları modern dünya edebiyatının anasıdır. Tüm batı, Latin Amerika, Borges, Marquez ve bizatihi doğunun kendisi Gogol'un paltosundan değil, bu masallardan çıkmıştır. Cervantes ilk romanını bu masallar sayesinde yazmıştır. Evliya Çelebi metaforlarını gene bu masallara borçludur. Batının şarlatanlığına soyunan bizim işbirlikçi ve satılık aydınlar Evliya Çelebi'nin imgelemini alaya almış, Yunus'u softa sanmış, Minyatürü resimden saymamıştır. Bu anlayıştan kurtulmamız gerekir, hiç bir sanat gücünü bir başkasından alamaz, Hindistan, dünyanın kendisinden daha büyüktür diye bir söz var, her ülke dünya edebiyatına sanatına katkıda bulunmuştur. Kimse Yunus için felsefeyi şiirle dile getiren ilk dünyalı demiyor, Yaşar Kemal'i Homeros'a bağlamıyor, varsa yoksa batı, oradan geldik oraya gidiyoruz!..
Eleştiri elbette çok yönlü olmalı, ama bu gerçekleri saklamaya ve kendini aşağılamaya dönüşmemeli... Kraldan fazla kralcı aydın sürüsü bunu hep yapıyor, işte bütün sorun bu, Yunus'taki derinliği es geçenler, Şekspir kitaplığı kuruyorlar, neden çünkü öyle bir algı yaratılıyor ki, Şekspir, Rilke, Rembo demek geleceğe açılan kapı, Yunus dersen geçmişten bir yapraktan söz etmiş oluyorsun!..
Bu ahlaksızlığın önüne geçmek gerekir. Eksiklerimiz elbette vardır, ama bu kendimize ağıt yakmakla giderilecek bir şey değil, tam aksine kendimize inanmak ve Türkçeye iman etmekle aşabileceğimiz bir şey...
Bugün edebiyatımız dünya çapında, geçmişte de öyleydi, tek eksiğimiz, teknik ve sınai bir atılımın bu sosyal becerimizin çok gerisinde kalması, sınai ve endüstriyel atılımda çağı yakalayabilsek, sanatımız hak ettiği saygıyı görecek, ama ODTÜ'yü devrimci fabrikası ilan edip, 19 milyon yabancı arabayla yatak odasına kadar giren, camiye park ederek ibadet eden zihniyet ne kadar yurtsever ya da inançlı sayılabilirse, Ferrari ye şiir düzen şairde o kadar şair sayılır. Her şey fason olmayan bir yapıyla değer bulabilir, çocuklara öğrettiğiniz memleketim şarkısı Fransa'dan çalıntıysa, bu çocukta derin bir aşağılık kompleksinin yer etmesine yol açar. Yurtseverlik şarkısı başkasının melodisine uydurulan sözcük kalabalığı olamaz! Sorun bu, sanatınız sizin eseriniz olacak, çalıntılarla, kopyalamalarla, yürüyen sanat ihanettir. Bu durumda, endüstriyel anlamda bir adet araba bile üretemiyorsanız, arabadan sallanan mendille ilgili aşk şiiri alay konusu olur. Tıpkı gezicilerin, emperyalizme, avm ye karşı çıkarken hiltona sığınması, Fransız konsolosluğunu protestoya giderken reno'ya binmesi gibi!.. Sanatımız güçlü evet, ama onun paralel yapısı olan tüm göstergeler, yapay, fason ve düzmece!.. İşte bizim sorunumuz bu, her alanda gerçekliği yakalayabilmek, çığlığımızın inandırıcı, gülümseyişimizin iç yakıcı, aşkımızın gönülleri fethedici olabilmesi için 'GERÇEK' olmamız gerekiyor. İllüzyonlar dünyasında, gerçek olmayana yer yok!.. Gerçeğin bin bir türlü varyantı ve versiyonu, ortalığı öyle bir toz dumanla kaplıyor ki, sahte olan seyirci bile olamıyor ne yazık ki, bunu anlayan toplum gerçeğin efendisi, patronun ta kendisi, diğerleri figüran ve gönüllü köleler ne yazık ki!..
*******************
EN İYİ ÖYKÜCÜMÜZ KİMDİR?
''Sait Faik’tir denir. Dünya’da en iyi kimdir? Bence Çehov. Çehov, idollerimden biridir. Aslından, Rusçadan okuyamıyoruz, o yüzden tam bir karşılaştırma yapmam olanaksız.''
***
Yukardaki görüş, herkese göre değişebilir veya katılabiliriz ama en iyi hemen hemen en popülerlikle paralel, bir de her gönüle hitap edebilmenin doğru orantısıyla, eli ayağı mutlak surette düzgün olmanın kesinliği demek. Sait Faik doğadan esinlenmiş, yalın ve kalplere hitap ediyor, gizlenmiş bir yalnızlık, yaşamanın ve ölümlü olmanın hüznü, sonsuzlukla çarpımlanıyor ve minicik bir gözyaşı hayatınızı süslüyor.
Hayatın daha karmaşık dile getirilmesi gerektiğini düşünenler için, sakinleştirici işlevi görebilir ama doyurmaz. Haldun Taner, Kriton Dinçmen, Yücel Balku'nun unutulmaz bir öyküsü vb gibi, Sait Faik'in yanında biraz daha komplikedir.
Aslında hayatı anlatmak, edebiyatın en ucuz yöntemi, yoludur. Her yaşam bir roman olduğuna göre, senin hikayen benimkini bir çeşit yinelemeye, şekilde değişik, ruhta benzer (ruhlar eni sonu birbirine benzer!) bir versiyonuna dönüşeceği için; her zaman ve herkes için ilgi çekici olmayabilir. Katılırım bu görüşe ama sonuçta göreceli ve diğerleri gibi bir görüş elbette...
Edgar Allan Poe'nun Usherler'in Çöküşü mükemmel bir öykü, Ondan etkilenen Borges ise öyküye getirdiği açımlarla, öyküyü insan ruhunu yerle bir eden bir anlatıya dönüştürmüştür. Bir gün oda, yerini başka çalkantılara terk edecektir, kaçınılmazlıkla...
Borges, aslında öykü yazmaz, anlağımızı tersinir kılan ve duygularımızı değiştirmek bir yana, daha önce hiç karşılaşmadığımız mecralara sürükleyen bir büyücüdür, karmaşıklığı, algı sınırlarımızın dışına çıkarak bizi esir eder. Eksiği var mıdır, eğer eksiksiz edebiyat mümkün olsaydı, ilk yazıldığı haliyle kalırdı. Her kitap, kutsal olmadığı gibi, her peygamberin eli kalem tutmaz!..
Borges, öykülerinde aşka yer vermez, kadınlar solgun gölgeler gibi gelip geçerler, hafiften maçodur o, sezgisi güç biçimde, boşunalık aşılar ama, görkemli bir dilin, olağanüstü maceralarıyla süsler bunu ve anlamak ölüm kadar zordur.
Edebiyatın kuralları, iyi olmanın sınırlarını çizer, göreceli olmak, sanatın bayağılığa dönüşmesine izin vermek anlamına gelmez, ama bayağılığın sanata dönüşebilen hallerine izin verir, onun için bayağılığı sanat zannetmek gibi bir tuzağın içine düşebilir insanlar, oysa sanata dönüşebilen bayağılıkla, sanatın bayağılığa dönüşmesi arasında, korkunç derecede farklar vardır.
Bu tuzağa düşmemek için, öncekileri okumak, olabildiğince; araştırmak, görmek, yaşamak ve ardışıklıkla düşüncenin ufuklarını aşmak, ondan sonra koşulmamış kulvarları aramak ya da oralarda koşabilmenin arzularını taşımak gerekir!.. Kural basit gibi görünür ama, dünyamız daima, başaramayanların cesetleri üzerinde yükselen, nice kahramanlarla doludur!..
*****************
TUTUCULUK
Muhafazakar kesimden iyi edebiyatçı çıkmaz mı, gerekçesi vardır ama, çıkıyor diyen de olabilir bilinmez, ne ki şöyle düşünebiliriz; edebiyat -yazın- gelecekçidir, eleştireldir, yenilikçidir ve gelenekçi yanı, yineleme değil, daha ileri bir yenilikçilik adına bir yararlanmadır. Örneğin dilinizi Osmanlıca özlemiyle yüz yıl önceyi yinelemek ve hiç bir yenilikçi tavır gütmeden kurmaya çalışırsanız, üç ayaklı sandalye oluruz, dilde hüner ve yenileme edebiyatın olmazsa olmazıdır, eskil olan dille edebiyatı sürdürürseniz file mastodont demeyi sürdürmüş olurduk. Muhafazakarlık adı üstünde tutuculuk; saf kötücül olamaz elbette ama yine örneğin Kuran için başka kitap okumaya gerek yok diyen bir anlayış, edebiyatta nasıl aşkın bir konum sergileyecek!.. Kuran vahiy dışında, Tevrat ve İncil'i okumuş olmayı gerektiren bir kitap, okuyan anlayabilir, eğer aynı olaylar sözgelimi, Habil ve Kabil vahiy yoluyla yazılmış olsaydı, yaratan aktarmacı / nakledici olurdu ki, bu niteleme bizler için günahların en büyüğü sayılabilir... Şimdi Hz Muhammet başka kitaplar okumuştu ama siz onun kitab'esini başka kitap okumayın diyerek sunmaya kalkışırsanız, gerçekte bu peygambere saygısızlık olurdu, peygamber kendi yaptığını size reva görmemiş, yakıştıramamış olurdu ki bu paradokstur. Ayrıca Borges'in öyküsünde olduğu gibi, insanlar başka kitaba gerek yok "hükmüyle" kendi kitaplarını, kutsallarını bilinçaltlarında ya da düşlerinde yazar hale gelirler. Bu sanırım daha vahim bir şey olurdu. Kuran günümüz diliyle Sadi Irmak tarafından oldukça güzel çevrilmiş, Arapça okumada ısrar ya da eski taamla okumada direnmek peygamberin anlayışına uymamaktadır ama kimse anlamak istemiyorsa, gerçek kolaylıkla yer değiştiriyor demektir. Sezai Karakoç büyük şair ve muhafazakar, ama edebiyatta yenilikçi, neden, ne okuduğunu, neleri hatmettiğini söylüyor bir bakın ki oda gerçeği biliyor. Dindar ve edebiyata soyunan kişi Mevlana kadar yenilikçi olmalı, Yunan'ı, Arab'ı okumalı... Mevlana'yı aşmak için de bu zorunludur ayrıca... Ve Yunus bugün taklit edilseydi yanlış olurdu, kabul etmesek de geride kaldı çünkü, bugün Yunus gibi yazmak gene tutuculuk olurdu, edebiyat çağın diline uygun varyantlar yaratabildiği sürece estet ve güzellik yaratabilir, yoksa inağa dönüşür ve hiç bir tat vermez hale gelirdi... Ve örneğin iyi bir dil kurarak, Osmanlıca sözcükleri yapıtınıza estetik biçimde yerleştirseniz, muhafazakar olursunuz, yaptığınız kötü olmasa da, bir genelleme olarak, yine de muhafazakar sayılırsınız.

Konu ilginç ama, söylenecek en önemli söz edebiyatın bir düş, bir hayal dünyası olduğunu kabulden geçiyor, edebiyatta sağcıl düşüncenin tutuculuğun bir erk, bir iktidara dönüşemeyişi, olanaksız bir şey değil, bu bakış yanlış olur, bir ülkede muhafazakar edebiyatın çeşitli yollarla başat olması sağlanabilir, ama değişmeyen şey onlarda bile, yenilikçi ve çağdaş olanın, ya da sözünü ettiğimiz kurallara uyanın veya bu konuda, sınırları parçalayanın değerli olacağıdır. Aynı türkünün değişik versiyonlarıyla ilanihaye, sonsuzca sanat yapılamaz, yeni bir türkü, zamanlar boyunca insanlık tarafından özlemle kabul görecektir. Hz Muhammet bu anlamda bir devrimciydi, yeni bir söz, yeni bir vaatle çıktı toplumun karşısına ve muhafazakarlar onu yok etmek, ölümünü görmek istediler, Yedi Askı şairleri ve eskinin yineleyici diye nitelenebilecek diğerleri onu 'Asi' olarak nitelediler ve peygamber bu günoğulcu ve düzenle işbirliği konusunda azgın bir tutum sergileyen, tekerlemeci ve yinelemeci şuara kısmını ve değişime karşı çıkan, düzdurağancıları lanetledi!.. Hz Muhammet bugün yaşasaydı, sağ (idealist) ya da sol(materyalist) düşünceden bütün durağan (skolastik) söylemcilere önerilerde bulunurdu, onları yok ya da kötü saydığından değil, gelecek ya da geleceği kurma adına kayda değer bir katkıları olamayacağından, şimdi peygamber bugünün toplumcu, ileriden, gelecekçi bir kişisiydi dememiz gerekir ama, her ide, her dinsel yapı, her öğreti gibi zamanla durağan ya da uyumsuz paragrafları oluşabildiğinden, fundamentalist biçimde savunur olmakta, bir tutuculuğa dönüşebildiği için, başlangıçta modern olan bugünün gerisinde kalınca, kaçınılmaz biçimde tutuculuğa savrulan (hiçte hak etmediği halde), başlangıçtaki düşüncenin, (zamanın devrimci, devinimci düşüncesinin) gerçel tözün gerisinde kalıyor ki, ilginç olan, geçmişin devrimci ruhuna sarılmanın, kaçınılmaz ve onmaz biçimde, bugünün muhafazakarlığına yol açan çelişik ve artık içinden çıkılmaz olan bir paradoksa dönüşmesi... Onun için hangi nedenle olursa olsun, bir din de olsa sevgi ve hoşgörüyle yaklaşmalıyız vahyolan düşünselliğe ve gerçeklikte hiç bir düşüncenin esiri olmamalıyız, ne olursa olsun düşünce bizim esirimiz olmalı... Bir düşün ya da ideoloji gelip beni bulmuşsa hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendim de bulmuşsam sanatçıyım!..


'Batıda Kant, Heidegger, Shakespeare, Baudrillard gibi düşünürler ile şekillenen, yorumlanan “aşk” kavramı zaman sürecinde Mevlana, Yunus Emre’lerle şekillenen doğulu katmanları da etkisi altına almıştır. Aşkın metafiziği bu noktada değişmiştir. Türk toplumunda kültürel katmanlardan gelen manevi aşk zaman içerisinde batının bedensel aşkı ile buluşmuş ve toplumsal algı farklı boyutlara taşınmıştır.'
...............................................................................................................
Bir alıntı, yazan bizden biri, ama uyuyan biri, Kant ve Şekspir, Mevlana ve Yunus'tan sonra yaşamış, cümle hatalı, ayrıca Şekspir gibi, gariban oyun yazarını düşünce adamı sayıyor, tabi niçin olmasın diyecek, o zaman daha kimler düşün adamı sayılır, niçin olmasın!.. Bir de aşk bizde manevi aşktan, batı etkisiyle cismani aşka geçmiş diyor, yahu bir şey diyeceğim ayıp olacak, bu zati sungur, cismani aşkın edebi sayfalara taşınmasını Binbir gece masallarına borçlu batı diyemiyor, batılı bunu biliyor, ama bizim ide'otlar o kadar batı maskarası olmuş, çömezlik, cücelik o kadar iliklerine işlemiş ki illa ve illa bunu söylüyor ahlaksızlar, onun için batıda bizim yazarlar pazarda nasırı azar çomar muamelesi görüyor, celladına bağımlı, aslan kükremesinden birbirine sokulan koyun sürüleri, yuh bu la Fontaine'in eşeklerine!!! Doğuyu rezil eden bu sürünün nesli tükenmedikçe, kabir azabından kurtulamayız, lanet olsun bu kuyruklu piyanoya iman eden sahibinin sesi finolara!.. Bunlar bu toplumdan ayıklanmadıkça, bizim boynumuz büküktür, bunlar manda boynuzlu ama kafaları da mandacı!!! Mandadan da manda, tezek üreticisi bunlar!!!

Devamını Gör
sen sığır çobanları ülkesinin amerikanofil bir leventenisin, okumadım çünkü, cahiller bunu sen mi yazdın veya okudun mu derler daima, edebiyat veya sanat zaptiyesidir, şekspir seni tanısaydı, saraya nesir bodyguard ı yapardı, sen Yunuıs'u kavrayacak bir zatisungur olamazsın, 200 yıllık bir coni devletinin çığırtkanısın, sen 1700 ler öncesini kırmızı başlıklı kız zanneden bir veletsin levent (oralar Homeros değil dünyaya Kemiros! ihraç eder yani, burada yerli şerikleri yetişir Zıpırt Kelaj okulunda), üzülme çocukların empotans değilsen odun taşımanın ateşi icat etmenin olmazsa olmazı olduğunu anlayacaklar, gözün açık gitmeyecek yani, Yunus, Şekspir gibi bir saray soytarısıyla karşılaştırılmaz, ama bunu sadece ben bilirmişim öyle mi, ulan bilmek doğuştan değil edinilen bir şey, tabi ki bilmeyecekler, bu Yunus'u ayrıcalıklı kılıyor, bilinse zaten SEKS PİR olurdu! siz ne zaman bizden birini beğenecek kadar idiotluktan embesilliğe geçiş yapacak zekaya sahip olacaksınız ulan serseri heimatloslar!!

 Muhafazakar kesimden iyi edebiyatçı çıkmaz mı, gerekçesi vardır ama, çıkıyor diyen de olabilir bilinmez, ne ki şöyle düşünebiliriz; edebiyat -yazın- gelecekçidir, eleştireldir, yenilikçidir ve gelenekçi yanı, yineleme değil, daha ileri bir yenilikçilik adına bir yararlanmadır. Örneğin dilinizi Osmanlıca özlemiyle yüz yıl önceyi yinelemek ve hiç bir yenilikçi tavır gütmeden kurmaya çalışırsanız, üç ayaklı sandalye oluruz, dilde hüner ve yenileme edebiyatın olmazsa olmazıdır, eskil olan dille edebiyatı sürdürürseniz file mastodont demeyi sürdürmüş olurduk. Muhafazakarlık adı üstünde tutuculuk; saf kötücül olamaz elbette ama yine örneğin Kuran için başka kitap okumaya gerek yok diyen bir anlayış, edebiyatta nasıl aşkın bir konum sergileyecek!.. Kuran vahiy dışında, Tevrat ve İncil'i okumuş olmayı gerektiren bir kitap, okuyan anlayabilir, eğer aynı olaylar sözgelimi, Habil ve Kabil vahiy yoluyla yazılmış olsaydı, yaratan aktarmacı / nakledici olurdu ki, bu niteleme bizler için günahların en büyüğü sayılabilir... Şimdi Hz Muhammet başka kitaplar okumuştu ama siz onun kitab'esini başka kitap okumayın diyerek sunmaya kalkışırsanız, gerçekte bu peygambere saygısızlık olurdu, peygamber kendi yaptığını size reva görmemiş, yakıştıramamış olurdu ki bu paradokstur. Ayrıca Borges'in öyküsünde olduğu gibi, insanlar başka kitaba gerek yok "hükmüyle" kendi kitaplarını, kutsallarını bilinçaltlarında ya da düşlerinde yazar hale gelirler. Bu sanırım daha vahim bir şey olurdu. Kuran günümüz diliyle Sadi Irmak tarafından oldukça güzel çevrilmiş, Arapça okumada ısrar ya da eski taamla okumada direnmek peygamberin anlayışına uymamaktadır ama kimse anlamak istemiyorsa, gerçek kolaylıkla yer değiştiriyor demektir. Sezai Karakoç büyük şair ve muhafazakar, ama edebiyatta yenilikçi, neden, ne okuduğunu, neleri hatmettiğini söylüyor bir bakın ki oda gerçeği biliyor. Dindar ve edebiyata soyunan kişi Mevlana kadar yenilikçi olmalı, Yunan'ı, Arab'ı okumalı... Mevlana'yı aşmak için de bu zorunludur ayrıca... Ve Yunus bugün taklit edilseydi yanlış olurdu, kabul etmesekte geride kaldı çünkü, bugün Yunus gibi yazmak gene tutuculuk olurdu, edebiyat çağın diline uyugun varyantlar yaratabildiği sürece estet ve güzellik yaratabilir, yoksa inağa dönüşür ve hiç bir tat vermez hale gelirdi... Ve örneğin iyi bir dil kurarak, Osmanlıca sözcükleri yapıtınıza estetik biçimde yerleştirseniz, muhafazakar olursunuz, yaptığınız kötü olmasada, bir genelleme olarak, yine de muhafazakar sayılırsınız. Konu ilginç ama, söylenecek en önemli söz edebiyatın bir düş, bir hayal dünyası olduğunu kabulden geçiyor, edebiyatta sağ düşüncenin tutuculuğun bir erk, bir iktidara dönüşemeyişi, olanaksız bir şey değil, bu bakış yanlış olur, bir ülkede muhafazakar edebiyatın çeşitli yollarla başat olması sağlanabilir, ama değişmeyen şey onlarda bile, yenilikçi ve çağdaş olanın, ya da sözünü ettiğimiz kurallara uyanın veya bu konuda, sınırları parçalayanın değerli olacağıdır. Aynı türkünün değişik versiyonlarıyla ilanihaye, sonsuzca sanat yapılamaz, yeni bir türkü, zamanlar boyunca insanlık tarafından özlemle kabul görecektir. Hz Muhammet bu anlamda bir devrimciydi, yeni bir söz, yeni bir vaatle çıktı toplumun karşısına ve muhafazakarlar onu yok etmek, ölümünü görmek istediler, Yedi Askı şairleri ve eskinin yineleyici diye nitelenebilecek diğerleri onu 'Asi' olarak nitelediler ve peygamber bu günoğulcu ve düzenle işbirliği konusunda azgın bir tutum sergileyen, tekerlemeci ve tekrarcı şuara kısmını (!) ve değişime karşı çıkan, düzdurağancıları lanetledi!.. Hz Muhammet bugün yaşasaydı, sağ (idealist) ya da sol(materyalist) düşünceden bütün durağan (skolastik) söylemcilere önerilerde bulunurdu, onları yok ya da kötü saydığından değil, gelecek ya da geleceği kurma adına kayda değer bir katkıları olamayacağından, şimdi peygamber bugünün toplumcu, ileriden bir kişisiydi dememiz gerekir ama, her ide, her dinsel yapı, her öğreti gibi zamanla durağan ya da uyumsuz paragrafları oluşabildiğinden, fundemantalist biçimde savunur olmakta, bir tutuculuğa dönüşebildiği için, başlangıçta modern olan bugünün gerisinde kalınca, kaçınılmaz biçimde tutuculuğa savrulan (hiçte hak etmediği halde), başlangıçtaki düşüncenin, (zamanın devrimci, devinimci düşüncesinin)gerçel tözün gerisinde kalıyor ki, ilginç olan, geçmişin devrimci ruhuna sarılmanın, kaçınılmaz ve onmaz biçimde, bugünün muhafazakarlığına yol açan çelişik ve artık içinden çıkılmaz olan bir paradoksa dönüşmesi... Onun için hangi nedenle olursa olsun,bir din de olsa sevgi ve hoşgörüyle yaklaşmalıyız vahyolan düşünselliğe ve gerçeklikte hiç bir düşüncenin esiri olmamalıyız, ne olursa olsun düşünce bizim esirimiz olmalı... Bir düşün ya da ideoloji gelip beni bulmuşsa hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendim de bulmuşsam sanatçıyım!..
Ressam olarak kisisel resim lisani yaratmek her sanatcinin uzun donemli projesi; bu projenin temellerini insa etmek te cok onemli. Otuz senenin uzerindedeir, bu temelleri, dogu ve bati guzel sanat anlayislarini bir araya getirip calisiyorum, ama isin enteresan tarafi, bunu yapmak Turkiyenin disinda olabiliyor , sebebide; Turkiyede yasanan zehirli kultur ortami. Sanatcilar Islamcilarin yaptiklari baskidan kendilerini korumak icin tasarimlarini "bati" anlamlari uzerine yapiyorlar, bu yuzden Turkiyedeki guzel sanatlarin merkezi New York City. Islamcilara karsi tepki yaratmak zorunlugunda kalan guzel sanatlar ortami, doguya baktigi zaman Tayyip Erdoganin, Ak partinin yarattigi dort boyutlu pis ve imkansiz ortami gorup tepki yapiyorlar, hakli olarak. Oysa ben New York City'de yasayip, son bes senemi kucuk boyutlta yapilmis bir 15. yuzyil cizgisine bakarak, isin ozune gidip oradan ve Ronesans'tan referans ettigim etkilerle calisirken, Turkiyedeki kultur savasindan uzak olarak yasadigim ve calistigim ortamda bu mumkun. Bu ortamda Islam Sanatina verilen ismin yanlis oldugada belli. Orneyin gercek olarak Ronensans resmi din uzerine yerlesmis, ve din altinda calisan bir sistemin sonu. 16. Yuzyilda , mesela, uretilen resme bakilirsa, bati resmi din uzerine calisiliyor...Ayni zamanda "Islamic Art" denilen Osmanli/Iran/Hindistan vb. yerlerine bakilirsa resimler daha cok her gunku hayat, edebiyat, siir, masal ve hikayeler uzerine calisiliyor, Tabiat ve hayvan hayati, avcilik, musik , dabce, eylence gibi konular belki bu "Islam" sanatinin buyuk bir orantisini kapliyor ve din uzerine, dine yarayan calismalarin orani cok dusuk. Yani bugun New York City'de olan sanat ortaminin temelleri din uzerine kurulmusken, dogudan gelen sanat daha cok acik goruslu bir anlayis uzerine temellenmis. Fakat bunun farkina varmak Turkiyede imkansiz, cunki bugunki Islami temsil edenler, kultur yerine bize zehirli gas impose ediyor.
  • Kaldır
    Ulus Fatih Levent ben duygularımı yazıyorum, bu konular çok uzun, ben sana çok teşekkür ediyorum, zahmet verip düşüncelerini paylaşıyorsun, cevap veya farklı düşünmemin anlamı yok, ben senim, aynı sorunları yaşıyoruz, amacımız pozitif, farklı düşünmenin önemi yok, benim dileğim senin kalıcı amaçlarına ulaşmış, bir ressam olman, nedeni şu, mademki bu toplumun ferdiyiz senin üst düzey başarın bana gurur verir, eleştiri olur, eleştiri o kadar iyi bir şeydir ki, kötümser ya da negatif olup da gerçekte pozitif ve son derece onurlu sonuçlar üretebilen tek şey. eleştiri modern toplumların amentüsü ama bizde anlaşılan bir şey değil. yazını okudum sağol, illa bir şey söyle dersen, senin bu iktidarı bu kadar sorumlu tutman bana sağlıklı gelmiyor, bu iktidarı savunduğumdan değil, olamaz, nedeni şu, sanat bana göre bıçak gibi kesilen yok edilen bir şey olamaz, süreç ister varoluş ve yok oluş, viraj alır gibi olamaz bu, onun için bana göre senin bize dair anlattığın gerekçe ve kaygılar yüzyıllara dayanıyor, olmadı, yüz yıla, olmadı elli, elli komik aslında, son on yıl dersen ben asla inanamam, bu ülkede sanat yok, bir kaç sanatçı var baştan beri, dünya illüzyon, bir kaç sanatçıyla kutsal bir dörtgen (anadolu) yaratırsın ve sanatımızla gurur duyarız, bence sanatımız sıfır, ama beni bağışla, bu konuyu buraya sığdıramayız, iyi niyetime ver katılmıyorsan görüşüme, dilerim çok değerli bir sanat merdiveni oluşturup, Levent Tuncer olursun, gurur duyarım, duyarız, ezilen taraf olmak bizi çok üzüyor, bilemiyorum.
  • bir yerde haklisin bu on yillik is deyil yuzyillarin yarattigi bir kultur ortami, fakat bu akparti iktidari, kultur olarak ulkeyi orta caga dogru kotu bir hizla surukluyor, dis politika tamamen batmis durumda ve ulke Suriyede olan felaketlere karistirildi, sonu yakinda gelmeyecek ve korkunc durumlar olabilir....sonrada kisa daveli olarak alinan borclar kapiyi caliyor, ama acipta biz haziriz odemiye deyecek adam yok. Tayyip 125 milyar dolar serveti olan bir devlet memuru! Butun devlet uygunsuzluk uzerine kurulmus, ve ve islettikleri Islam nefret ve intikam dan baska bir sey deyil....Hangi yonden baksan, parcalanmis bir millet, ulkeyi inanilmayacak sekilde parcalamaya calisan devlet, Cumhuriyeti sona erdirip, ulkeyi Islamci kabile haline getirmeye calisiyorlar, ve kanun deyil, emir ve fetvayla idare etmeye calisiyorlar....Turkiye bugun tamamen kutuplanmis, nefretle, ezilmeyle, partici ve kabileci, uygunsuz ve cahil idarecilerin elinde. Hurriyet, ozgurluk yok, tartismiya ihanet olarak bakiliyor, Tayyibe evet demiyen dusmana cevriliyor,....sonu gelmiyen olaylar....Herekes birbirinden korkuyor...bu hayatmi, ulke boylemi idare edilir...Sanat, Tiyatro, edebiyat, gazateciligin hepsi derin bir mezara gomulmiye calisliliyor....Tabiiki sanatcilar bu durumlara tepki gosterecekler.....Hayat kavgasi vermekten sanat yapmiya, dusunmiye vakitmi kaliyor.....Ulkenin ustune kara carsaf cekmiye calisiyorlar, istedikleri karanlikta ellerinden gelen her kotuluyu uygulamiya calisiyorlar...Uzaktan bu olaylari bir suru baska kaynaklardan toplayip gormek daha kolay, polis kaygisi olmadan yazilan haberler olaylari daha iyi acikliyorlar....Durumlar gergin, ve bir patlama yada bir suru patlamalar olacak muhakkak, kan akacak, ve sonunda kendimizi basladigimiz yerde bulacagiz....Ulkeyi bugun soyanlarin, derelerin suyunu calanlarin, insanlara eziyet eden gestapo polisi kendilerine kole edip haklarini soran halka hucum ettrirenlerin geleceyi ne olacak dersin?
  • Kaldı ki sonradan görme her zengin ve her sanatçınız Lamborghini, Porsche veya İngiliz antik araba koleksiyonu yapıyor ve biz onlara derin bir saygı duyuyoruz, oysa ne yazık ki milliyetsiz ve değil dil kirleten, dili, dini, imanı ve toprağı kirletiyorlar, onlara sorun, her şeyiyle bizim olan neyin koleksiyonunu yapıyor kutsadıkları mistırlar, cevap; beyin özürlü toplum projesi, Kemal Sunal filmlerinin!!!
  • Kaldır
    Ulus Fatih Sanatta nasıl söz sahibi olabiliriz ve sanat nasıl gelişir, değişir?.. Yabancı kuruluşların boğduğu kentler, hoteller, tümü dışalım ürünü milyonlarca oto ve onların uğruna yapılan köprüler, yollar, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda kuşatılmış alanlar ve toprak...
    Tek bir felsefecinin olmadığı, felsefe dersinin olmadığı bir öğretim yöntemi... Nasıl olabilir ki, alıntılarla ...yazısını süsleyen onlar, akımları taklit eden ressamlar ve batıyı izlemekten yorgun şairler, yazarlar.
    Rüzgârda titreşen yapraklar için diyorlar ki, Guernicalar böyle doğdu, ama salt Guernica değil ki batı, üretilen Ferrariler, aya, Merih'e gidişler, yüz yıl önce altyapısı bitmiş kentler, uçaktan hızlı giden trenler... 
    Sanatta yazık ki söz sahibi olamayız, bunlar bir puzzle'ın parçaları, bir mozaik, felsefeciniz yok, ressamınız var; müzisyeniniz yok, yazarınız var, doğu parçalanmış bir yapı olmaktan kendini kurtaramıyor, ekonomik sorunları çözmeden, sosyal atılım olabilir mi, sosyal atılım olmadan ekonomik göstergeler neye yarar!..
    Garip bir bileşen ama bilinmesi gereken bir şey var ki, Kierkegaard'ın yurttaşının dediği gibi; Her şey var ama hiç bir şey tam değil ve tam olabilmesi son derece güç, olanaksız...

    Salt direnişin sanatta atılım ya da söz sahibi olmayı getireceğini sanmak, kişiyi yanılgısıyla baş başa bırakabilir. Hiç bir akım, hiç bir yeniliğin öncüsü olamadık biz, sanatın atılım yaptığını düşünün, trafiğiniz cehennem, uzayda yol almaya kalkışsak, milyonlarca kara taşıtı başkalarının!.. 
    Bizim sanatımız, Dubai'nin, Arabistan'ın, Suriye'nin belki önünde olabilir, ama kara Avrupası'nın daima kuyruğuna tutunmak zorundadır. Yüzyılımızdaki fason yapılanma, dış satımın, dış alımı geçemediği, sanayisi yerli üretimi benimsemediği, benimseyemediği sürece, kültür ve sanatta da tüketici konumdan, üretici; gerçek deyimiyle yönlendirici, söz sahibi konuma geçemez, arada yıldızın parladığı anlar olur mu, olur belki ama; bütün sorun zaten bununla avunur olmaktan kaynaklanıyor. Mısır'dan çok sonra Nobel almak, sinemada İran'ın gerisinde kalmak, klasik müziği salt yorumlamak, tiyatro diye komedilere boğulmak...
    Umarsızlık düşündürüyor ki, acaba bu fason yapının, eklektik kentsoylunun, yapay, sun'durma sanatçının; bütün bunları ya da bu anlayışı ortadan kaldırmaya çalışanlarla, gizli ve kimselerin kavrayamadığı biçimde sürüp giden bir savaşı mı var!.. 
    Tüketici tekellerinin, döviz transferlerinin, olan biten her şeyi denetlenmiş, belki de ele geçirilmiş bir toprağın direnenleriyle, direnmeyenlerinin kozmik çorbaya dönüşmüş kaotizmini kim çözecek, bu formülasyon çözülmediği, sorunlar partizanca bir paylaşım kavgasına dönüştüğü sürece, güden değil, güdülen, dahası güdümlü toplum olmanın önüne hiç bir zaman geçemeyeceğiz....
    Sokrates'in bir meselinde, insanlıktan umut kesilmez diye düşünen bilge, yine de kargaşaya ve olan biten hırgüre us erdiremediğinden, çevresine kötü davranırmış; insandan umudunu kesen, idealist bilgemizde, bu pesimist tavrından dolayı herkese alabildiğine iyi davranırmış... Sokrates, bu bir paradoks mu bilinmez ama, bu bilgelerden gerçekte hangisi hümanist diye soruyor?..
    Çağımız, her şeyin birbirine karıştığı, neyin gerçek, neyin insani olduğunun belirsiz ve ölçülemez olduğu bir çağ ve her tür devinim ve devrim belki de bir illüzyon artık...
    Çünkü, sanal ve gerçeği ayırt etmek, illüzyonların hangisinin arkasında, inanılır bir yapı, hangisinde sağlıklı ve gerçek bir ruh var, artık bilmek olanaksız!..

  • TÜRKÇE NASIL KİRLENİR
    Dilin kirlenmesi asla o dile giren yabancı sözcükler nedeniyle olmaz, İngilizce başka dillerden en çok sözcük alan dillerdendir, Arapça'da öyle... Dili kirleten kullandığı yabancı sözcüklerin bir alt yapısının olmayışıdır. Taksinin Türkçe karşılığını bulmak hem zordur, hem de temeli olmadığı için benimsemekte güçlük çekeriz. Taksinin Türkçesini bulduk diyelim, diferansiyel, şasi, karoser, direksiyon, buji, akü, bagaj, kaporta, far, mil, radyatör, bobin, supap ve karbüratör sizleri bekliyor!.. 
    Eğer oto sanayiniz gelişse ve diğer ülkelerle paralel bir gelişmeniz olsaydı, bunların anlaşılır bir karşılığı mutlaka olacaktı. Şimdi olsa bile kültür emperyalizmi kavramının kurbanı olmak zorundasınız. Traktörün Türkçesi yok, motor diyen var, yanlış, ama biz traktör yapmış olsak bulabilirdik. Yoğurt İngilizcede yoğurt, çünkü yapımı bize ait bunun gibi... 
    Eğer dilinizin kirlenmesini istemiyorsanız, İngilizce ve Arapça sözcüklerin çokluğundan yakınmayın, yerli arabanızın olmayışından yakının, tarımda, sanayide, eğitimde veyahut ekonomide dışa bağımlı olmaktan kurtulmaya bakın. Yani fasonizmden kaçının, başkasının malını içerde birleştirip, tekrar satarak veya içerde tüketerek, tütsülü ete jambon, pantolona kot, dahası pli, vatka, jeep, ceo, ıcetea demeye başlar ve dilinize asıl o zaman yabancılaşırsınız. Her şeye farkında olmadan İngilizce isim vermeye başlarsınız, Cafe Charlotte gibi! Bilinçaltınızda İngilizleşirsiniz, hem de gurur duyarak!..
    Bir dilin yok olması, onun dünyadan kopmasıdır, sosyal, ekonomik ve teknolojik alanda geri kalan, gelişmelere ayak uyduramayan dil, yabanileşir, kısırlaşır ve kurak, verimsiz bir toprak gibi günün birinde terk edilir (sizi terk eder). Sizin dünya uygarlığına yaptığınız katkının alanıyla, bu konuda alınan yolun çarpımı, diğerlerine göre hükmedip, denetlediğiniz payı gösteren istatistiki oranı (varlık dilimi) ortaya çıkarır. E=m.c2, Varlığınız= Etkileme kütleniz x Bu konuda aldığınız yolun karesi!.. İlginç olan bunun soyut göstergesinin dil oluşudur, daha doğrusu soyut dil, sizin somut varlığınızın belirleyicisidir, var ve yok oluşunuz ona bağlıdır, ne kadar ilginç ve bir o kadar korkunç. Dil varlığın evidir diyen Wittgenstein gibi (gerçekte varlığın biçimlerinden söz edilirse de, var oluşumuz bizim dışımızdaki her şeydir, etkileşim içinde olan, üreyen, yansıyan), dilinizin etki-alan biriminin büyük ya da küçüklüğü varlığınızın da, yeryüzündeki oranını belirler. Diliniz yok ya da etkin değilseniz sizde yoksunuz ya da yok hükmündesiniz.
    Sonuç olarak, dili kirleten sözcükler değil, sözcüklere karşılık veremeyen, onlara alt yapı oluşturamayan geri kalmışlığınız ve SATILMIŞLIĞINIZDIR!.. Onun için sigarama dokunma, içkime dokunma mavalları satılmışlığın uzantısı gösteri budalalığıdır. Gidin bakın Carrefour'unuzda anlamını bilmediğiniz kaç sigaranız ve içerek kişilik satın aldığınız kaç Scotch var!..
    Günümüzde gösteriler, muhalefet, her tür direniş; manipüle olmaktan uzak, sizin varlığınıza ve gerçekliğinize hizmet etmiyorsa, ne kadar haklı olursanız olun, aslında karşı çıktığınız şeyle-olguyla aynı noktadasınız demektir. 
    Onlar ki derya içredir deryayı bilmezler!..

    (Bilgisayar deyince anlıyoruz, komputer deyince zorlanıyoruz, ama onu yapsaydık bu zorluğu yaşamayacak doğrudan bağ kurabilecektik, çipi gene anlamıyoruz, yonga deyince sezme haline giriyoruz, bu köprüler bizim teknolojik yoksunluk ve bu konunun paydaşı olamadığımız için, çağın teknolojisiyle yakın bağlar kurmaz üretimde paralel konuma gelmezseniz geri kalır ve bunu dilinizde hissedersiniz. Nissan, Toyota, siborg, bmw, awacs sizin için ne ifade ediyor, bu sınai, fluxus, Dadaizm, letrizmde yabancı bize, sanatta da öncü olmanız gerekir ki bunlar olmasın, ama hepsi birbirine paralel, mutlak olan alıcı mısınız, yoksa alıcı olduğunuz kadar verici mi, sanatçımız dil bize engel, dilimiz İngilizce olmalı diyebiliyor, hayvan bile değil, eğer sen çağınla paralel olamıyorsan, yazdığın İngilizce de de geviş getiren öküz muamelesi görür, kendi şiirini çevirir, bir bilenin adını ekler! yayınlarsın ve büyük şiirin yarı dünyaya ulaşır, işte fason ve 'dil oyunlarından' bihaber mankafa sanatçılar güruhuna dönersiniz böylece 


    Ayrıca sanat yoksulluktan çıkar, eleştiri derinleşir gibi yanılsama var, sanat varsıllıktan çıkar, üst yapıdır ve yoksulluktan sanat çıkar evet, ama başat olabilmesi için, kişi başına düşen gelirin dünya standartlarına uygun olması gerekir. Siz Frida'yı, Rivera'yı yoksul ülkenin yoksul sanatçıları sanıyorsunuz, ikisi de yoksul ülkelerinin varsıl burjuvası, Troçki'nin direk muhatabıdır. Nazım yalı çocuğudur!.. Ama onlar geneldeki bir yoksulluğun yüz yılda bir ortaya çıkan kuyruklu yıldızıdır. Yoksul Kavafis'i okuyana, Lucretius'u tanıyana kadar son iç çekiş köyüne varır, Yoksuldan, yoksulluktan sanatçı çıkmaz-olmaz!!!)
    Kitabı ortasından açar, tıpkı semer gibi sırta yerleştirirsiniz ve bütün aldırma 128 in saftirik çocuklarını bindirirsiniz!
    kendisi toplum manifaturacısı, kölesavar, güneşli hava komünisti, şiyir-şarkı bezirganı ve yeri gelince havan topağıdır!
    Adayı, ekonomist, antibürokrat, sermaye danışmanı, halk yüklemeni, bankoner ve iktisat hokkabazıdır!
    Biri bizim gomonist! Öteki bizim halkofil! 
    Ahır kapitalizmi, kitap semerli Ebu Cehil üretmekte eşsizdir!!!
    ...
    BİR İLAHİYATÇININ ÖLÜMÜ
    ''Melekler anlattı: Melancthon öldüğünde, bu dünyada yaşadığı eve, benzediğini sanacağı bir eve kavuşturulmuş. (Bu, sonsuzluğa yeni göçenlerin oraya ilk varışlarında çoğunun başına gelir; bu yüzden, öldüklerinin farkına varmazlar, kendilerini hâlâ yeryüzünde 
    sanırlar.) 
    Odasındaki her şey daha öncekilerin aynıymış; yemek masası; çekmeceli yazı masası, raflar dolusu kitapları: Melancthon, 
    yeni mekânın da uyanır uyanmaz, masasının başına oturmuş; -her zaman olduğu gibi- hayırseverlikten hiç söz etmeksizin, inanç 
    yoluyla günahlardan arınma üzerine yapıtını yazmayı sürdürmüş günlerce. 
    Hayırseverliği dışladığını hemen fark eden melekler, Melancthon'u sorgulamak için ulaklar yollâmışlar. Melancthon; "Hayırseverliğin ruh için hiç de gerekli olmadığını, selâmete kavuşmak için inancın yeterli olduğunu çürütülmez biçimde kanıtladım," diye yanıtlamış. Ölmüş olduğunu ve eninde sonunda Cennet'ten kovulabileceğini aklının ucundan bile geçirmeden; büyük bir güvenle konuşuyormuş. Melekler; neler dediğini duyunca, Melancthon'un yanından ayrılmışlar. 
    Birkaç hafta geçmiş geçmemiş, Melancthon'un odasındaki eşyalar bir bir solup silinmeye, yok olmaya başlamış; sonunda koltuk, masa, kâğıtlar ve mürekkep hokkası kalmış bir tek. Dahası; odanın duvarlarına kireçten bir kabuk çekilmiş, zemin sarı bir sırla kaplanmış. Sırtındaki giysilerse artık iyice dökülüyormuş. Bütün bu değişikliklere çok şaşırmış, ama hayırseverliği yadsıyarak inanç üzerine yazmayı sürdürmüş; sonunda, hayırseverliği dışlamakta o kadar diretmiş ki, birden yerâltında, kendisi gibi başka ilâhiyatçıların da bulunduğu bir ıslahevinde bulmuş kendini.
    Orada birkaç gün kilitli kaldıktan sonra öğretisi konusunda kuşkuya düşünce, eski odasına dönmesine izin verilmiş. Gövdesi tepeden tırnağa kıllarla kaplıymış artık; ama başına gelenin bir sanrıdan başka bir şey olmadığına inandırmaya çalışmış kendini var gücüyle ve yeniden inancı göklere çıkarmaya, hayırseverliği aşağılamaya koyulmuş. 
    Bir akşam, üşüdüğünü hissetmiş Melancthon. Evi dolaşmaya başlamış ve çok geçmeden öteki odaların artık yeryüzündeki eski evinin odalarınâ benzemediğini fark etmiş. Odalardan birinde ne işe yaradıklarını bilemediği bir talkım aletler yığılıymış; bir başka oda o kadar küçülmüş ki, kapısından içeri girilemiyormuş; hiç değişmemiş bir oda da varmış, ama kapıları ve pencereleri uçsuz bucaksız kum yığınlarına açılıyormuş. 
    Evin arka odalarından biriyse, kendisine tapınan ve ondan daha bilge bir ilâhiyatçı olmadığını söyleyip duran insanlarla doluymuş. Bu övgüler hoşuna gitmiş kuşkusuz, ama konuklardan bazılarının yüzleri olmadığını, bazılarının da ölmüş göründüklerinin ayırdına varınca onlardan nefret etmiş, söylediklerine güvenini yitirmiş. İşte tam o sırada, hayırseverlikle ilgili bir şeyler yazmaya karar vermiş. Yalnız bir güçlüğü varmış işin; bir gün önce yazdıklarını ertesi gün göremiyormuş. Bunun nedeni, o sayfaların inançsızca yazılıyor olmalarıymış. 
    Yeni ölenlerden birçokları Melancthon'un ziyaretine geliyormuş, ama Melancthon konuklarını böylesine harap bir evde ağırlamaktan utanç duyuyormuş. Onları Cennet'te olduğuna inandırabilmek için, bitişikteki büyücüyü tutmuş; büyücü, harabeyi rahat, görkemli bır eve dönüştürerek konukları aldatıyormuş. Konuklar gider gitmez -bazen gitmeden biraz önce o süslü püslü görüntüler kayboluyor, yerlerini sıvaları dökülmüş duvarlara bırakıyorlar; evin içinde, yeller esmeye başlıyormuş. 
    Melancthon'dan aldığım son habere bakılırsa; büyücü ve o yüzü olmayan adamlardan biri onu alıp kum tepelerine götürmüşler; şimdi orada iblislere uşaklık ediyormuş.''
     Bakın Attila İlhan şiirini çevirin fransızın eline verin, kahkahadan yere düşer, bu bizim sokak şairi la fontenin geveledikleri diye! fransız bilir ki bu attila şarkta muteber, batının fareci kedisi bir pisipisidir! Batılı onun kendi goygoyunu yapan zavallı bir münadisi olduğunu bilir. Onun için bunların görüşlerini geveleyen takım truva atı bir bakımsız tarzan olup, içerde aslan, fransada kuyruğu noksan bir zavallıdır!!! hilmi yavuz en büyük şair benim der, çünkü ötekiler fransa dan ruh geldinse iki kere vur deyip, nota çalıp solfej yapan, hazırcı bir beberuhidir, geleneği sürdürüp, 'kendi olan' hilmi yavuz elbette bu hırsızlardan, kültür kalpazanı, fasonist şairlerden yeğdir! atilla bu işin suyu çıkacak korkusunu neyle giderir, kalpazan şiirini, levanten kültürünü vatanına boca ederken, diğer yandan milli tavırlar sergiler, hem de imanına kadar, yani lavrens kadar lavrenscidir, Anadolu şivesini onlardan iyi bilir, mukallittir, bilgilidir, süt çalkalanırsa ayran olur, bizimki çalkalanırsa seyran! olur onu da bilir, yalandan kim ölmüş, Fransızların kaldırım züppelerine yazdığı şiiri, anadoluda ezberletmeye kalkan adam, ya vatansızdır, ya izansızdır, ama o rönesansı buraya getirdi değil mi, gel geeel ağalar beyler, blodi meriler, şansonlar, züppeler, dandiler buradaaaa, beğen beğen al!!! renolar, pejolar, korseler jarselerde burada tak fişi bitir işi attilaaaaaaaaaaa!!!! birileri geviş getirdi ama, tatlı tatlı geviş getirene legion d'honneur verirler, attila nın ömrü yetmedi ossun vasın, öbür tarafta Miraeau'yla volta atıyordur az şey mi, sen gidince kimsinizzzzzzzzz diye soracak ama ahiret bu ne deycen babo!!! Milliyetçi kültür ajanı! Lügatler henüz tanımını yapamadı!!!
    Kopya alafrangacılıktan şikayet ediyor, güzel ama birinci alafrangacı kendisi, kopyaladığı Fransız şiirinin dersaadet distrübütörüdür kendisi. Osmanlıcayı savunmuştur, bilinç yerine idrak der, bilinç bilmekten geliyor, kökünü kavrarsan gerisi kolay, idrak ise mutlaka başlıbaşına bilmen gereken bir sözcük, id kökünden idrake geçersen ne düşünür insan, id Freud için alt ego, Türkçede bayram demek, bil den bilinci çıkarabilir insan, id den idrake geçemeyiz, Türkçe bizim için kolaydır bu nedenle, dil zenginliği başka şey, Osmanlıcayı savunmak başka şey... 

    Attila İlhan, Fransız kültürünün bizde yayılmasını sağlayan biri, light şiirin mucidi, Edith Piaf ve kaldırım hüznünün, şehir dandisinin sözcüsü, bizimle bunun ilgisi ne, hiç... Attila İlhan gibi elini sallasan ellisi aydın sürüsü cabası! (Ayrıca kendi kültürünün fransa da yayılması için ne yapmış, Fransa buna izin vermez, onun burada yaptığını, orada yapmaya kalksa, Bastille'de alır soluğu!!! denesinler görsünler!) Soyut şeylerle ömür geçirmiş bir mugalata adamı! Kültürsüzleşme, ise yalan, 1968 de bu ülkede kültür devrimi oldu, iktidar olamadılar, fasonizm yani kur tak, al satın benimsendiği ülke kültürü de dışardan ithal etti, edilir evet ama, Attila İlhan ne diyor kopya alafrangacı, kültür devrimi değilmiş demek ki, Sartre'ı ezberlemek, Che tişörtü giymek ve ahirete doğru gezi olaylarını başkaldırı ilan etmek!!! Sizin Sarte'ınız kim, tv de önündeki kağıttan Heidegger şunu demiştir diyen felsefeci bunak mı, Edward Said'iniz var mı yalandan da olsa, Nobelli yazarınız sürgünde! ABD üniversitelerinde öten bir Ebu Cehil mi peki... 

    Kurtuluş kültür sorunu değildir, sosyal, bilimsel, ilimsel, teknolojik, hatta ruhsal bir hamledir ki, nehirleri kuruyan, yollarında ecnebi arabaların cirit attığı, ithalatın ihracatı ikiye katladığı toplumlarda kültürü kurtuluş yolu olarak göstermek yalancılıktır. Opera, caz, bale, şu ya da bu bizi kurtaracak bir şey olsaydı, çoktan kurtulurduk! Bütün bunlar kopya alafrangacılıktır! 

    Kültür, hangi dalda olursa olsun bu işi Türkler bilir denilebiliyorsa kültürdür, caz, opera, bale ile yattık kalktık, ne değişti hiç... Hala opera elden gidiyor diyen var, ama kendi operamızın kostümleri plastik miğferden ibaret! Yani kopya alafrangacılık! Opera sergilendiğinde kendini batılı zanneden, çağdaş zanneden sanatçı eleştirmen sürüsü var sadece! Kukla ve kuyrukçu bir zenne olduğunu bilmiyor, gülünç ve batılı karşısında ezik!!! Çünkü batılı kopyacı bir Ebu Cehil olduğunu biliyor karşısındakinin!
    Çözüm ne... Taklide alkış tutarak, afra tafrasından geçilmeyen gönüllü kölelerin kökünü kazımak!!!! Yani onların sözcü olduğu kültür dünyasını rüzgarda savurmak, batıya iman eden, yaltakçı bezirgan, yabancılaşan ayı'dının ta kendisidir!!! Romanın şiirin, birdirbirin her şeyin batıdan geldiğini sanan milli öküz! onların anasının Binbir gece masalları olduğunu bilmeyen, pimapenci pic ve yazıcı sandukasının ağılına dolmuş taşmış, tiyatora, sinema 32 kısım tekmili birden zort ismayıl sürüsü!!! İstanbul dükalığının satılık köpecikleri!!! Bu ülke yüz yılı doldurmadı, nasıl 1200 den yunus kalmışsa, yanında bir iki aydın, bugünden yarına bu nallı eşeklerin hiçbiri kalmayacak, nazım, yaşar kemal ve bir kaçı hariç! Onun için Turhan Selçuk'un Tatavlalı zort ismayılıdır bunlar! Papyonlu zortiler! en başta da şapkası kaptan, Attila İlhan!!!
    Kopya alafrangacılıktan şikayet ediyor, güzel ama birinci alafrangacı kendisi, kopyaladığı Fransız şiirinin dersaadet distrübütörüdür kendisi. Osmanlıcayı savunmuştur, bilinç yerine idrak der, bilinç bilmekten geliyor, kökünü kavrarsan gerisi kolay, idrak ise mutlaka başlıbaşına bilmen gereken bir sözcük, id kökünden idrake geçersen ne düşünür insan, id Freud için alt ego, Türkçede bayram demek, bil den bilinci çıkarabilir insan, id den idrake geçemeyiz, Türkçe bizim için kolaydır bu nedenle, dil zenginliği başka şey, Osmanlıcayı savunmak başka şey... 
    Attila İlhan, Fransız kültürünün bizde yayılmasını sağlayan biri, light şiirin mucidi, Edith Piaf ve kaldırım hüznünün, şehir dandisinin sözcüsü, bizimle bunun ilgisi ne, hiç... Attila İlhan gibi elini sallasan ellisi aydın sürüsü cabası! (Ayrıca kendi kültürünün fransa da yayılması için ne yapmış, Fransa buna izin vermez, onun burada yaptığını, orada yapmaya kalksa, Bastille'de alır soluğu!!! denesinler görsünler!) Soyut şeylerle ömür geçirmiş bir mugalata adamı! Kültürsüzleşme, ise yalan, 1968 de bu ülkede kültür devrimi oldu, iktidar olamadılar, fasonizm yani kur tak, al satın benimsendiği ülke kültürü de dışardan ithal etti, edilir evet ama, Attila İlhan ne diyor kopya alafrangacı, kültür devrimi değilmiş demek ki, Sartre'ı ezberlemek, Che tişörtü giymek ve ahirete doğru gezi olaylarını başkaldırı ilan etmek!!! Sizin Sarte'ınız kim, tv de önündeki kağıttan Heidegger şunu demiştir diyen felsefeci bunak mı, Edward Said'iniz var mı yalandan da olsa, Nobelli yazarınız sürgünde! ABD üniversitelerinde öten bir Ebu Cehil mi peki... 
    Kurtuluş kültür sorunu değildir, sosyal, bilimsel, ilimsel, teknolojik, hatta ruhsal bir hamledir ki, nehirleri kuruyan, yollarında ecnebi arabaların cirit attığı, ithalatın ihracatı ikiye katladığı toplumlarda kültürü kurtuluş yolu olarak göstermek yalancılıktır. Opera, caz, bale, şu ya da bu bizi kurtaracak bir şey olsaydı, çoktan kurtulurduk! Bütün bunlar kopya alafrangacılıktır! 
    Kültür, hangi dalda olursa olsun bu işi Türkler bilir denilebiliyorsa kültürdür, caz, opera, bale ile yattık kalktık, ne değişti hiç... Hala opera elden gidiyor diyen var, ama kendi operamızın kostümleri plastik miğferden ibaret! Yani kopya alafrangacılık! Opera sergilendiğinde kendini batılı zanneden, çağdaş zanneden sanatçı eleştirmen sürüsü var sadece! Kukla ve kuyrukçu bir zenne olduğunu bilmiyor, gülünç ve batılı karşısında ezik!!! Çünkü batılı kopyacı bir Ebu Cehil olduğunu biliyor karşısındakinin!

    Çözüm ne... Taklide alkış tutarak, afra tafrasından geçilmeyen gönüllü kölelerin kökünü kazımak!!!! 

    Yani onların sözcü olduğu kültür dünyasını rüzgarda savurmak, batıya iman eden, yaltakçı bezirgan, yabancılaşan ayı'dının ta kendisidir!!! Romanın şiirin, birdirbirin her şeyin batıdan geldiğini sanan milli öküz! onların anasının Binbir gece masalları olduğunu bilmeyen, pimapenci pic ve yazıcı sandukasının ağılına dolmuş taşmış, tiyatora, sinema 32 kısım tekmili birden zort ismayıl sürüsü!!! İstanbul dükalığının satılık köpecikleri!!! Bu ülke yüz yılı doldurmadı, nasıl 1200 den yunus kalmışsa, yanında bir iki aydın, bugünden yarına bu nallı eşeklerin hiçbiri kalmayacak, nazım, yaşar kemal ve bir kaçı hariç! Onun için Turhan Selçuk'un Tatavlalı zort ismayılıdır bunlar! Papyonlu zortiler! en başta da şapkası kaptan, Attila İlhan!!!
    aşk olsun, iğnelenmekten kurtuluş yok şu dünyada, değerli arkadaşım, dil organik, canlı bir şey, otomobil icat ediliyorsa şaft diye bir sözcüğü de yaratmak zorundayız, bunu bilen kardeşin, nazire yapıyor, acizce belki ama çaba içinde, oturgaç, götürgeç efendim, yallah tazyik ya da mıstık arabaya kıstık gibi her dilde yapılabilen nükteler, bir aşağılama var evet, ama bu tavır yanlış, etrakı bidrak çok mu hoş bir dil oyunu!.. fellah ya da kahkaha atarak fenafillah dersem, götürgeçde amaçladığımız şeyin tıpkısını içeren bir yetmezlik sergilemiş olmaz mıyız. Konu uzun bunu size çok uzun zaman anlatmak istredim, çünkü insanın gerçekten inandığı bir şeyin, bir başkası tarafından açıkça küçümsenmesi beni hayrete düşürüyor, acı bir örnek vereyim, ben asla cennet yok demem, şu dünyada bu kadar acılar çekeceksek, cennetiniz sizin olsun derim!!!
    siz iyiniyetlisiniz eminim, beni de öyle bilin, teşekkür ediyorum ben, ama konuş lütfen derseniz, bütün bunlar bir haz alma, hedonizmdir efendim, dilin tercümesiyle yanyana olması bir ihtiyaçtan ziyade zenginlik ve estetiğe estetik katmadır, İngilizcesi yanyana olan şiir kitabı var neden, İngilizce bilen iki halden de haz alsın, baksın karşılaştırsın okusun diye! Bizde inanki husumeti var iki tarafın birbirine, fakat şakayla karışık bir şey diyeyim, gözyaşlarımı tutamıyorum ben, çünkü bizim gibi toplumlar en olmadık konularda birbirine giriyor, dil!!! yahu hepimizin ortak çıkarı olan bir konu için, birbirini pençesiyle parçalamaya kalkışan bir toplum, başka toplumlara bakıp gezip görüp anlayınca, artık kim haklı bir tarafa karşımdakinin tıpkı ben, benimde tıpkı karşımdaki gibi bir Vandal, barbar ya da laf anlamaktan aciz bir iptidai yaratık olduğumuzu düşündürüyor ki, ben bu kompleks içinde yanıyorum, evet ben başka toplumlara, onların fertlerine göre, saldırgan, bencil ve pek çok alanda anlamaktan aciz biriyim, ötekinin ne olduğunun önemi kalmıyor!..

     doğru konuşur, bizde der, düello geleneği yoktur, pusu vardır, çok doğru, hainlik vardır, kapalı kapı geleneği vardır, zort ismayıllık vardır.
    Bizde tasarlanmış cinayet yoktur diyor, bizde seri katil yoktur.
    Ya ne vardır, selam vermeden geçti diye adam öldürmek vardır, çorba pişirmedi diye eşini öldürmek vardır, trafikte yol vermedi diye kurşunlamak vardır....

    Neden, Fasonizm!.. Emeksiz geçinme, faizle hayat bulma, al sat, yap kaç zihniyeti!
    Binalar çürüktür, deprem şampiyonuyuz, yol yoktur, bisiklet yolu yoktur, toplu ulaşım yoktur, beş kişilik aile bir karış çukurun içine girer, dualarla, salavatlarla, şehadet getirmişler vallaha diye öbür dünyaya güle oynaya giderler, kimse rahatsız olmaz, gençse Allah yanına almış, yaşlıysa yaşayacağını yaşamıştır.
    Böyle bir toplum dünya yüzünde görülmedi, binmiş bir alamete, gidiyor kıyamete, kıyamet gelmiyor ki bir türlü yüzü gülsün!! Eller aya, bizimkiler Gora'ya kahkaha atmaya, omuz atmaya, çimdik atmaya, gerekirse hepsi birbirine girecek, kan gövdeyi götürecek, ölüler kaldırılırken sarılıp barışacaklar, vay benim prof'ossurlu, dog'torlu, a'vukuatlı, kirli pasaklı ülkem!..
    Senin Filistin'e ağlamana kim inanır! Senin İsrail'e bedduanı kim takar! Senin şu dünyada kayda değer neyin var ki, sana ait, senin bildiğin, senin 7 milyarlık arafatlığa, bulup verdiğin!
    Senin doktorun kan parası ister, anasını bile parasıyla muayene eder, prof'ossurun dershane kapanmasın, üniversite açılmasın diyen zombidir, yazarın çizerin binbir yüzlüdür, göstericin, arkadaşının boğazına sarılırken kahrolsun emperyalizm diye, Emperyal oteline sığınır, vesaire, vesaire...
    Neden söylüyorum, iki motosikletli Halfeti'de öldürülmüş, yeni bir Sarai cinayetinden ne farkı var bunun! Her zaman söylüyorum, ölümün cinsiyeti olmaz, bu ülke bedava cinayetler ülkesi olmaktan kurtulamadı, Yavuz Bingöl'ü sevmeyenlere yuh! Adam diyor ki, yahu yaşım 60 mış oldu, bir gün huzur bulamadım, öleceğim, gene yok! Haklı!..
    Cinayet var, kim öldürdü bulunmaz, bulunsa hakim der ki, maktul meğer çimdik atmış, katil elimi öptü, evimin pencerelerini sildi, la havle çekti, pişmanım dedi, camiye gitti, Affet, üç gün sonra çıksın, çıkar çıkmaz, yeni bir kurbanın bayramında içeri girsin!!!!
    Böyle toplum olur mu!!!
    Olur!!! Orhan Veli doğru demiş!
    BEDAVA
    Bedava yaşıyoruz, bedava;
    Hava bedava, bulut bedava;
    Dere tepe bedava;
    Yağmur çamur bedava;
    Otomobillerin dışı,
    Sinemaların kapısı,
    Camekanlar bedava;
    Peynir ekmek değil ama
    Acı su bedava;
    Kelle fiyatına hürriyet,
    Esirlik bedava;
    Bedava yaşıyoruz, bedava.
    ***
    Ölmek bedava! 
    Çünkü kendisi, açık bırakılan çukura düştüğü için vefat etti, kimsesizliğin, kalabalıklar içinde yalnızlığın şairi...
    Bu toplum düzelmez, Fasonizm kanımıza işlemiş, haydi şimdi bayrak sallamaya! Yurtseverlikte BEDAVA!!!
    KENDİM / 
    Sabah sokağa çıktığımda ilk gördüğüm kişi kendimdi.
    Köşeyi döndüm, gene kendim.

    Durağa geldiğimde gene!..
    Otobüse bindim, baktım, gene kendim.
    İşyerine geldim, çevremde sayısızca kendim, kendimler...

    Koltuğuma oturdum, işte gene kendim.

    İşlerini yapmamı isteyen, zorluklar çıkaran, kolaylıklar sunan bir sürü kendim!..
    Öğle tatili; gene öyle...

    Yemekte, çay molasında, işbaşında...

    Bir sürü kendim.

    Akşam paydosunda, dışarı adım attığımda; ilk karşıma çıkan şey, gene kendim!..

    Otobüse iniş biniş, sağa sola bakış, galeriler, mağazalar,

    Cetvelle, pergelle oyulmuş mağaralar, evler, alanlar hep kendimle dolu!..

    Dün, bugün, yarın, sonsuzca bir kendimler çoğunluğu!..

    Bıkmadan, usanmadan, sürgit kendim.

    Aşağı, yukarı, önü, ardı, eni, sonu bir kendimler kalabalığı...

    Birden kavradım olan biteni!..

    O gün, kendimi yok ettim...
    İLERİCİ NEDEN GERİCİDİR!
    Doğu aydını, şairi sürgit yoksuldan, eşitlikten yana olmayı ilericilik sanır. Geleneksel gerçeklik, ne yapar bu durumda, toplumcu şiir yazar ve kendisi gibi olmayanları gerici sayar. Oysa gerici kendisidir. Şairin görevi şiir sanatını da ileriye götürmektir. Çünkü Fransızların Lautremont'u 19. yüzyıl sonlarında otomatik metni keşfeder ve onunla karşılaştığında seni büyülerken, sen hala 21. yüzyılda ölülere ağıt yazıyorsundur, hem de hiç bir yeni bakış üretmeden, ufuğun ötesine geçmeden, ha Pir Sultan Abdal, ha Dadaloğlu, ha sen!..
    Şair çağının tanığıdır ama çağının tekrarcısı, tekerlemecisi değildir, eğer şair olmak istiyorsan şiir sanatını ileriye taşıyacak tavrın olacak, yüzyıllarca yakılmış ağıtları yinelerken, hiç olmazsa yeni dizeler, yeni biçimler, biçemler arayacaksın. Bu öyle bir kısır döngüdür ki, sen yenilik yaratamadığın, kavramsal bilincini aşkınlaşıp, geliştiremediğin sürece, ölüler peşinden gelecektir. Hiç bir şey değişmeyecektir. Çünkü kültür şoku yaşamayan ülkeler değişemezler!!!
    Şairi de bu durumda, ''karşı koymanın tatlı işbirliğiyle'' ağıt yakar durur, toplumun bu insanlara zerre kadar saygısı yok, bellemeci, tekerlemeci dalkavuklar. Aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar. Birbirine selam verip dururlar. Istırap melodisi zavallılar.
    Şair, şiiri yeni bir veçheye taşıyana denir, ölülere ağıt yakana değil!
    Onun için Lautremont otomatik metni halkına sunarken, orada bir kişi ölse iktidarlar tepetaklak olur, çünkü halk dünyanın bin bir ahvalini bilir, ama sen hala Pir Sultan'ı aşmadan yas tutan bir dengbej kıvamını geçemezsen, binler öldüğü halde yaprak bile kımıldamaz. 
    Sen öncüsün karayazgıcı, yas dışında yazacaksın yazacağını, yıldızlara çıkacaksın, yeraltına gireceksin, dünyayla birlikte döneceksin ki insanlar gözyaşının dışında dünyaların varlığıyla gönensin, düş kursun, elini güneşe vursun, çarpmayan elektriği bulsun!..
    Senin halkın yas tutmaktan başka ne bilir Zort İsmayıl!.. Az önce klakson çalarak alaylarla geçtiler, dur desen, bas şuraya, bu klakson nasıl bu kadar desibele ulaşıyor diye gözünün içine baksan, Allah'ın işi ne bileyim diye gaza basıp, çeker gider!.. Tıpkı senin gibi, bu şiiri nasıl yazdın, ne bileyim, Allah'ın işi, inan içimden geldi! Şiiri hala vahiy sanan budala sürüsü!..
    Sen gericinin ta kendisisin, toplum senden gözyaşı gazeli beklemiyor, ölülerine yas tutmaktan başka bir şey bilmeyen, bozkır şamanı olmanı istemiyor, şiirin sınırları nereye kadar onu öğrenmek istiyor. Şiirin teknolojisi olur mu, teknolojinin şiiri olur mu, elektronik yapraklarda çangırdar mı, anlam somutlaşır, madde soyutlaşabilir mi, boşluk boşlukla yer değiştirir mi, soyut somutla bütünleşip bilemediğimiz bir boyuta evrilir mi onu bilmek istiyor. Fransız uçurumunu yüz yıl önce başlatırken, sen onu yüzyıl sonra taklit eden şair dostum kertenkele olursan, senin ölülerinin katili de sensin, kültür yobazlığıyla mürteci sıfatını alan da sensin, dünyadan geri kalan da sensin, toplumun yüz karasıda sensin.
    Velhasıl sen şair değilsin, fareli köyün kavalcısı, kimsesiz bir toplumun iş bilir hokkabazı, bin bir surat bezirganısın!
    Toplum bunu anlıyor şiyirci Mamut!..
    (Şimdi git, muhafazakâr sanat olmaz diye çığlık at!..)
    ...
    MÂNÂ EVİNE DALDIK 

    Mânâ evine daldık,

    Vücut seyrini kıldık.
    İki cihan seyrini,
    Cümle vücutta bulduk.

    Bu çizginen gökleri,
    Tahtes-serâ yerleri,
    Yetmiş bin hicapları,
    Cümle vücutta bulduk.

    Yedi yer, yedi göğü,
    Dağları, denizleri,
    Uçmağ ile tamuyu,
    Cümle vücutta bulduk.

    Gece ile gündüzü,
    Gökte yedi yıldızı,
    Levhte yazılı sözü,
    Cümle vücutta bulduk.

    Musa ağdığı Tûr’u,
    Yoksa Beytül Ma’mur’u,
    İsrafil çalan sûru,
    Cümle vücutta bulduk.

    Tevrat ile İncil’i,
    Furkan ile Zebur’u,
    Bunlardaki beyanı,
    Cümle vücutta bulduk.

    Yunus’un sözleri hak,
    Cümlemiz dedik saddak,
    Nerd’istersen orda Hak,
    Cümle vücutta bulduk.
    Dante Alighieri - La Divina Commedia - Inferno - Canto 01 
    Rekin Teksoy - İlahi Komedya - Cehennem - Kanto 01 


    Yaşam yolumuzun ortasında 
    karanlık bir ormanda buldum kendimi, 
    çünkü doğru yol yitmişti. 

    Ah, içimdeki korkuyu 
    tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü 
    ormanı anlatabilmek ne zor! 

    Öyle acı verdi ki, ölüm acısı sanki; 
    ama ben, orada bulduğum iyilikten söz edeceğim, 
    gördüğüm, başka şeyleri söyleyeceğim. 

    Oraya nasıl girdiğimi bilemeyeceğim, 
    öyle uykum gelmişti ki, 
    doğru yolu bırakıp gittiğimde. 

    Ama yüreğimin içine 
    korku salan vadinin bittiği 
    tepenin eteğine geldiğimde 

    yukarı çevirdim gözlerimi, 
    omuzlarını gördüm onun, herkese her yerde 
    yol gösteren gezegenin ışınları içinde. 

    O zaman biraz dindi, 
    o sıkıntılı gecede 
    yüreğimin gölüne çöken korku. 

    hâlâ kaçmakta olan ruhum 
    kimseyi sağ bırakmayan geçide 
    bakmak için döndü geriye. 

    Yorgun bedenimi biraz dinlendirince 
    ıssız kıyıda yürümeye koyuldum yine, 
    sağlam basan ayağım hep daha geride. 

    Yokşun hemen başladığı yerde 
    bir pars gördüm, yerinde duramıyordu, 
    kıpır kıpırdı, benek benekti tüyleri; 

    yüzümün önünden hiç ayrılmıyordu, 
    öylesine kesiyordu ki yolumu, 
    kaç kez dönmek istedim gerisin geri. 

    Sabahın başladığı saatlerdi, 
    güneş, Tanrı'nin sevgisi bu güzel nesneleri 
    ilk kez kıpırdattığından beri 

    birlikte olduğu yıldızlarla yükselmekteydi; 
    öyle ki, güzel mevsim ve günün bu saati, 
    beni iyi şeyler beklemeye yöneltti 

    tüyleri benekli hayvandan; 
    ama korkmamı önleyemedi 
    karşıma çıkan bir aslandan. 

    Başı havada, açlıktan kudurmuş gibi 
    bir aslan, üstüme geliyordu sanki, 
    öyle ki, havaya bile korku sinmişi. 

    Ve cılızlığı bin bir istek dolu, 
    çok kişiye neler çektirdiği 
    besbelli bir kurt, üstelik dişi, 

    görünce beni, kapıldığım korku 
    öyle kesti ki elimi ayağımı, 
    kalmadı artık tepeye tırmanma umudu. 

    Bu yerinde duramayan hayvan, 
    güle oynaya kazandıklarını 
    gün gelip yitirince, durmadan 

    ağlayıp inleyenlere benzetti beni, 
    üstüme gelip yavaş yavaş güneşin battığı 
    yere doğru sürüklerken. 

    Aşağılara doğru inerken, 
    gözlerimin önünde biri belirdi, 
    çoktandır konuşmamıştı, kısılmıştı sesi. 

    Bu büyük çölde görünce onu, 
    "Acı bana" diye bağırdım o an, 
    "kim olursan ol, ister gölge, ister gerçek insan!" 

    Yanıt verdi: "İnsan değilim, bir zamanlar insandım, 
    anam babam Lombardia'lı, 
    ikisi de öz be öz Mantova'li. 

    Oldukça geç geldim dünyaya, Iulius döneminde, 
    Roma'da yaşadım büyük Augustus yönetiminde 
    sahte ve yalancı tanrılar döneminde. 

    Șiir yazdım o güzel İlion yandığında, 
    Ankhises'in doğrucu oğluna 
    övgüler düzdüm Troya'dan geldiğinde. 

    Peki sen niye sokuyorsun başını derde? 
    Niçin çıkmıyorsun her sevincin hem nedeni, 
    hem kökeni mutluluklar dağına?" 

    "Yoksa Vergilius musun sen, konuşunca 
    ağzından ırmaklar çağlayan?" 
    diye yanıt verdim, alnımda utancımla. 

    "Ey beni yazdıklarının peşinde koşturan, 
    emeğimi, sevgimi coşturan 
    bütün ozanların onuru, önderi. 

    Ustamsın, kalemimsin, 
    bana onurlar katan 
    o güzel biçemi veren sensin. 

    Yolumu kesen şu hayvan 
    damarlarımdaki kanı ürpertti, 
    yardımcı ol bana ünlü bilge." 

    "Daha iyi edersin başka yoldan gidersen, 
    kurtulmak için bu yabanıl yöreden" 
    diye yanıt verdi, ağladığımı görüncü; 

    "cünkü seni bağırtan bu hayvan, 
    kimsenin geçmesine izin vermez yolundan, 
    karşısına dikilip, er geç parçalar onu; 

    öyle kötü, öyle pistir ki huyu, 
    doymak bilmez oburluğu, 
    doydukça karnı, daha da açılır iştahı. 

    Çoktur, çiftleştiği hayvanların sayısı, 
    tazı gelip de onu işkenceyle öldürünceye dek, 
    daha bir sürü hayvanla çiftleşecek. 

    Toprak, para ne demek, 
    tazıyı bilgelik, sevgi, erdem besleyecek, 
    Feltro ile Feltro arasında olacak ülkesi; 

    uğruna bakire Cammilla, Eurialus, Turnus ile 
    Nisus'un can verdikleri 
    bahtsız İtalya'ya esenlikler getirecek; 

    o dişi kurdu her kentten sürecek, 
    dışarıya imrenip de çıktığı 
    Cehennem'e tıkıncaya dek. 

    İyiliğin için peşimden gel, izle beni, 
    rehberin olacağım, buradan alıp, öncesi 
    sonrası olmayan bir yere götüreceğim seni, 

    umutsuz çığlıklar işiteceksin; 
    acıdan kıvranan eski ruhlar göreceksin 
    ikinci ölümlerine bağırırken; 

    kutlu ruhlara katılmayı umdukları için 
    günün birinde, ateşte yanarken 
    yakınmayanları da göreceksin. 

    Sonra onların katına yükselmek 
    istersen, daha yetkin bir ruh gelecek: 
    seni ona bırakıp, ayrılacağım ben; 

    çünkü yukarıyı yöneten, 
    yasasına karşı çıktığım için ben, 
    birlikte gitmemizi istemez ülkesine. 

    Her yere eğemendir o, krallığı o yerde; 
    ülkesi orasıdır, yüce tahtı orada: 
    ne mutlu yanına çağırdıklarına!" 

    Ve ben:"Ey ozan" dedim ona, 
    "tanımadığın o Tanrı adına 
    hem bu tehlikeyi hem daha da beterini 

    savmak için, dediğin yere götür beni, 
    ermiş Petrus'un kapısını göreyim, 
    bakayım acı çekiyor dediklerine." 

    Bunun üzerine yola koyuldu o, peşinden gittim ben de.
    Tan alacasında
    Pars gözü mü yanan
    Minik nar çiçeği mi!..

    *
    Rengârenk Anka kuşu
    Güneşli korulukta
    Ötüyor, görünmüyor!..
    *
    Issız korulukta
    Ne bir kuş sesi
    Ne tavşan izi.
    *
    Yine gelmedi!
    Yapayalnız iki kule
    Karanlıkta gözleri!..
    *
    Dağın doruğunda
    Güvercin gurultusu!
    Otlar, dökülen su...

    Sessiz kıstakta,
    Bir Gorgon fırlıyor
    Dağın yarığından!..

    Nar çiçeğe durunca;
    Sönüyor alkanatları
    Gün batımının!..

    136
    Bu Satürn gecesinde
    Çılgınca sevişiyoruz
    Leda’nın mahzeninde!..
    İlim arapça değildir, il dokunma anlamına gelir otantik Türkçede, dokunma, elleme, iliş, ilinek, ilişki, vasıta, araç, değiştirme, yenilemeye doğru gider anlamı, ilimini öğrenmede, dokunmayı, kullanmayı bil demektir. Ellem der köylü, galiba, sanırım anlamına, elalemden bozma değil yani!!! ellem ilim e indirgenmiş de olabilir, soyut yani değişken anlamına yani, ilim aksi ispatlanmadığı sürece somuttur, gerçekte ise soyut yani görecelidir. İlimin kökü eldir yani. el sanatları ilim değil mi bir anlamda!!! ilmik, ilmek bağlama, dokunarak karıştırma, birleştirme vb anlamına gelir, ilim elden türemiş olabilir hasılı, sözcük yitimi ya da erimesiyle türemiş çok söz var Türkçede, bu dilin zenginliğidir ve her dilde vardır bu durum. Örnek; NEWS yani haberler, North, east, West ve South sözcüklerinin kısaltmasıdır, bu saçma değil de, elden ilim üretmek mi saçma! Dolayısıyla bilim, ilimle zerre kadar ilgisi olmayan bir sözcüktür ve ilim Türkçedir, arapçada benzer sözcük olması bir şeyi değiştirmez, İngilizcede de yoğurt var! Türk dili sözlüğü ilimi arapça diyor, yetişen prof'ossurlara bakarsanız ilim volapükçe bile değil, zottirikçe!!! İlimi arapça ilan eden Türk dil kurumu mensupları bu cins prof'ossur takımıdır belki de kim bilebilir!! SON BİR KANIT, Türk köylüsü kavga eden iki çocuğun büyüğüne ilme şuna der, çatma, dokunma anlamına, sorun söylesinler, aksi çıkarsa bu yazının mürekkebini yutarım, ilim bu nedenle, dokunma, değiştirme, yenileme, keşfetme yani icat anlamındadır ve özbeöz Türkçedir. )
    ŞARK MAKUS TALİHİM!
    Bilim adamı ve ilim adamı!
    Bilim adamı fizikçi kimyacı matematikçi!
    İlim adamı tarihçi, edebiyatçı vs.
    İlim, ilmek ilmek örmek keşfetmek bulgulamak, yenilemek!...
    Bilim sadece öğrenmek ve aktarmak!'
    Bilim adamı laboratuvara girmeyen eşekli kütüphaneci, aktarmacı prof'ossurdur şarkta!
    İlim adamı ise tarihçi, ezberci dulda!
    Anlayan anladı, ilim adamına bilim adamı, bilim adamına ilim adamı denilen yer şark neden, bir şey keşfetmeye kalkışan eski köye yeni adet getiren, tarih dersinde coşanda çubuğuna atlayıp kafiristanı fethe koşan olsun diye!!!

    İslamın Peygamberi, puta tapar Mekke'yi ele geçirdiğinde Kabe'nin içindeki putların yok edilmesini buyurdu, devrim gerçekleşmiş ve kaçınılmaz biçimde yeni bir anlayışın üzerinde yükselebilmesi için, geçmişin izlerinin yok edilmesi gerekiyordu, yöntem ne yazık ki daima buydu, yok edilmeliydi ama her zaman yağmaya ve yok etmeye yatkın olan, yönlenen, denetimsiz (kara) kalabalık, doğal olarak dizginlenemediği için, her şeyi ve resimleri de silip süpürdüler, yakıp yıktılar. Yu...muşak geçiş mümkün olsa bir peygamber bu buyruğu asla vermez, onu bırakın kan bile dökmezdi. Ama insanlık şimdi bile bunu başaramıyor, yaşamamız için birilerinin ölmesi gerekliliği ne yazık ki yürürlükte... İslam da heykel, puta taparlığın izleri kalmasın düşüncesiyle bir yasağa dönüşmüş, unutuş ve zamanın moderncil baskısı bunun geçici olmasını karşınlar ama heykeli bırakın, resim aslında yasak bile değildir, çünkü put değil, o işlevden uzak, ama her inanç, her teori zamana yenik düşüyor ve bir dogmaya dönüşerek yüzyılların içinden geçip gidiyor. Şimdi peygamber, resmin ve heykelin yasak olduğu İslamiyeti görse, bunlar için bayrak açar ve toplumun düşünce yapısının değişmesi için kavga verirdi belki de, bu her şeyde böyle, Cumhuriyetin Önderi'nin dogmaya dönüşmediğini kim ileri sürebilir, aslolan şu; değişmeyen düşünce mutlak gericiliğe tekamül eden dogmalara dönüşür. Bu öyle bir paradokstur ki, düşmanlık üretir olur yalnızca, tarihte toplumları dönüştüren bütün kahramanlar, peygamberler aslında kendi görüşlerinin de günü geldiğinde değişebilmesi için, devrimin, dönüşümün olması gerekliliğini bilenler ve buna canı pahasına inananlardır. Yoksa kendileriyle çelişmiş olurlardı, ne için değişime, yeni düşüncelere yelken açılır ki... Kendi görüşlerinin de bir gün değişebilmesi doğanın diyalektiği!.. Yoksa puta tapar ya da batı'l konuma düşmelerinin işten bile olmadığını biliyorlardı!.. Onlar bu paradoksu aşabildiği için kahraman ve peygamber oldular, bu paradoks ne yazık ki onlara ihtiyaç kalmadığı gün çözülecektir.
    İLERİCİ NEDEN GERİCİDİR!
     Doğu aydını, şairi sürgit yoksuldan, eşitlikten yana olmayı ilericilik sanır. Geleneksel gerçeklik, ne yapar bu durumda, toplumcu şiir yazar ve kendisi gibi olmayanları gerici sayar. Oysa gerici kendisidir. Şairin görevi şiir sanatını da ileriye götürmektir. Çünkü Fransızların Lautremont'u 19. yüzyıl sonlarında otomatik metni keşfeder ve onunla karşılaştığında seni büyülerken, sen hala 21. yüzyılda ölülere ağıt yazıyorsundur, hem de hiç bir yeni bakış üretmeden, ufuğun ötesine geçmeden, ha Pir Sultan Abdal, ha Dadaloğlu, ha sen!..
    Şair çağının tanığıdır ama çağının tekrarcısı, tekerlemecisi değildir, eğer şair olmak istiyorsan şiir sanatını ileriye taşıyacak tavrın olacak, yüzyıllarca yakılmış ağıtları yinelerken, hiç olmazsa yeni dizeler, yeni biçimler, biçemler arayacaksın. Bu öyle bir kısır döngüdür ki, sen yenilik yaratamadığın, kavramsal bilincini aşkınlaşıp, geliştiremediğin sürece, ölüler peşinden gelecektir. Hiç bir şey değişmeyecektir. Çünkü kültür şoku yaşamayan ülkeler değişemezler!!!
    Şairi de bu durumda, ''karşı koymanın tatlı işbirliğiyle'' ağıt yakar durur, toplumun bu insanlara zerre kadar saygısı yok, bellemeci, tekerlemeci dalkavuklar. Aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar. Birbirine selam verip dururlar. Istırap melodisi zavallılar.
    Şair, şiiri yeni bir veçheye taşıyana denir, ölülere ağıt yakana değil!
     Onun için Lautremont otomatik metni halkına sunarken, orada bir kişi ölse iktidarlar tepetaklak olur, çünkü halk dünyanın bin bir ahvalini bilir, ama sen hala Pir Sultan'ı aşmadan yas tutan bir dengbej kıvamını geçemezsen, binler öldüğü halde yaprak bile kımıldamaz.
     Sen öncüsün karayazgıcı, yas dışında yazacaksın yazacağını, yıldızlara çıkacaksın, yeraltına gireceksin, dünyayla birlikte döneceksin ki insanlar gözyaşının dışında dünyaların varlığıyla gönensin, düş kursun, elini güneşe vursun, çarpmayan elektriği bulsun!..
     Senin halkın yas tutmaktan başka ne bilir Zort İsmayıl!.. Az önce klakson çalarak alaylarla geçtiler, dur desen, bas şuraya, bu klakson nasıl bu kadar desibele ulaşıyor diye gözünün içine baksan, Allah'ın işi ne bileyim diye gaza basıp, çeker gider!.. Tıpkı senin gibi, bu şiiri nasıl yazdın, ne bileyim, Allah'ın işi, inan içimden geldi! Şiiri hala vahiy sanan budala sürüsü!..
     Sen gericinin ta kendisisin, toplum senden gözyaşı gazeli beklemiyor, ölülerine yas tutmaktan başka bir şey bilmeyen, bozkır şamanı olmanı istemiyor, şiirin sınırları nereye kadar onu öğrenmek istiyor. Şiirin teknolojisi olur mu, teknolojinin şiiri olur mu, elektronik yapraklarda çangırdar mı, anlam somutlaşır, madde soyutlaşabilir mi, boşluk boşlukla yer değiştirir mi, soyut somutla bütünleşip bilemediğimiz bir boyuta evrilir mi onu bilmek istiyor. Fransız uçurumunu yüz yıl önce başlatırken, sen onu yüzyıl sonra taklit eden şair dostum kertenkele olursan, senin ölülerinin katili de sensin, kültür yobazlığıyla mürteci sıfatını alan da sensin, dünyadan geri kalan da sensin, toplumun yüz karasıda sensin.
     Velhasıl sen şair değilsin, fareli köyün kavalcısı, kimsesiz bir toplumun iş bilir hokkabazı, bin bir surat bezirganısın!
     Toplum bunu anlıyor şiyirci Mamut!..
     (Şimdi git, muhafazakâr sanat olmaz diye çığlık at!..)
    ...
    ...


    hOMOBOMP ÇAĞI, vİETNEMDA BİR ASKER vİRGİNİA DAKİ SEVGİLİSİNE KURŞUN DELİKLERİNDEN RÜZGARDA FLÜ TGİBİ ÖTEN BİR KURUKAFAYI PAOSTALAMIŞ MIDIR, aRİZONADA ÇİFTLİK SAHİPLERİ KIZILDERİLİLERİN KAFASINI KORKULUK OLARAK KULLANMIŞ MIDIR,  kolombun atlısını bitişik sanan yerli atı tesrsiz hele getirmiş ama adam ayağa kalkınca dizlerinin bağı çözülerek kellesi kesilmiş midir, Bartelmi diaz korsan şapkası neden kura kafa ve çapraz duran iki kemik  işaretlidir , Hrenan  kortez kendilerini tanrı sanan yerlileri kesip yemiş midir, konserve yapmışmıdır, macellan da yamyam mıdır, Canberra da evin duvarını süsleyen kuru kafanın altında neden memet yaxıyordur, 1731 de fransada cadı avı ve insan eti yemek yasaklanmış mıdır, hitlerin kramatoryumlarında sayılan nedir, stalingratda çıkan yangında 65 km ötedeki köyde kitap okunabilmi,ş midir.  hindistanda köleler İngilizlere benzerlerinden yemek pişir mişmidir
    Tanrıtanımazlık kavramıyla, tanrının varlığına sevdalı olup, bir ötekine yağılık besleyenle, uğru gözüyle bakan, kindarlık duyanlara şunu önerebiliriz; İki paralel doğru sonsuzda birleşir. Evrende zıtlık kavramı olanaksızdır. Halil Cibran'ın meselinde olduğu gibi bu tasımlar inançlıyı kutsal kitaplarını yok etmeye, inançsızı da kitaplığındaki o biricik kitabı okuyup bellemeye götürür. Anlamayanlar zalimdir ve bütün sorun bu olmalıdır. İzansız bir inananla, bilisiz bir inançsı...z, tanrı katında birdir!.. Birbirine yağılık besleyen, Habil ve Kabil meselinin ayırdığı, duyunçsuz olmakla övünçlü bu iki kişi, öbür dünyada, tanrı indinde aynı kişi olduklarını hayretle görecekler ve bunun hesabıyla sorgulanacak ve belki de sırf bu nedenle yanıp tutuşacaklardır. Gerçek günahkar bilmeden okuyan, anlamadan tapınandır. Ola ki tanrı yok diyenin ürperişini, umarsızlığını tanrı görüyor. Tanrıya, tözüne, yankısına, onun evrende kendini gösteren aksine sevdalanarak, kendini bir musikiye, bir duaya, bir iyiliğe ya da sessizliğin sesine dönüşen bir yalnızlığa adayan kullarını tanrı biliyor.
    Tanrı indinde, ona inanan ve gerçekten sevaba girenler, onun adına, kendini düşüncenin hazzına bırakanlardır!.. Onu yadsısa bile!.. Yaratmanın, varlığın biricik amacı düşüncedir. Aslolan düşüncedir ki, tanrının yoluna ancak böyle düşebilir, ona ancak böyle kavuşabiliriz. Sonsuz evrende var olmanın coşkusuyla yaşarız, ve ölümü, sonsuzluk duygusuyla kavrayabiliriz. Sonsuzluk, göz alabildiğine boşluk, yokluk ve hiçlik duygusunun adıdır. Yokluktan geldik yokluğa gidiyoruz. Tanrı var oluşumuzun adı, yokluk, var oluşun öbür yüzüdür ve birbirinden ayrılamaz. Tanrıyı yadsıyan, onun ardından gidendir, onun ardından giden yokluğa kavuşandır ve bu bir döngüdür. Algı ve düşünce biçimimiz ufukları aşar ve her ufuk, bir başka ufuğun yolunu açar... Düşüncedir bizi aydınlatan, elektriği bulan, enel hak diyen ve hatta göklere bakıp uluyan; her canlı kutsaldır. Kim ki düşünceye yön vermeye kalkar, şirk koşar ve tanrıyı yadsımış olur. Tanrının ereği, sonsuz açılım ve sınırsız düşüncedir. Var oluşun amacı budur. Tanrı evren ve biz bunun için yaşarız. Var oluş sonludur, düşünce sonsuz ve varoluş düşünceye, düşünce var oluşa evrilerek sürer gider. düşünce varlığımızın güvencesi, varlığımız düşüncenin evidir. Kim ki, tanrı adına hesap sormaya kalkar, bir sorgulama olan düşüncenin kendisini sorgulamaya kalkar, kendini tanrı yerine koyar ki, gerçek günah ve yadsıma yalnızca budur ve yalnızca bunun affı olmamalıdır!.. Ve kim ki, yalnızca tanrının adına birinin canını alır, var oluşa, düşünceye ve özünde tanrıya sırtını dönmüş olur. Gerçek ölüm budur ve tanrıyı öldürmeye kalkışan inançsız işte odur!..
     
     
    Benden şüphelenen benden şüphelenebiliyor, benden şüphelenenden ben şüphelenemiyorum!..
     
     

    İTALYA
    yoluna düşerken yıllar önce, ressam arkadaş Venedik bienaline de uğra dedi, annene selam söyle gibi bir şey, tabi şark kuşuyuz, köprüsüz nehire ip bağlar geçeriz, meşruiyet içinde çare tükenmez Salomon dayı!..
    Venedik'e avdet ettiğimde dostlar, Napoli'den nasıl herkes makarna alıyor, Roma'da dondurma yiyor, Floransa'da Uffizi'nin duvarına siyen abdal çavuşları kafelerde bekliyorsa, Venedik'te bienal desem, nal mı çaktırıyorsun lan (Yeniçerilerde acemilere verilen ortak... admış lan!) diyeceklerini bildiğim için, kendi başıma Marko Polo gibi Honk Kong'un içlerine daldım.
    Deniz kadife gibiydi ve bienal ilanı olan küçük binalar, loş ışıkta, eğreti kuleler gibi uzanıyordu.
    Kulelerin birinden kuş uçursam!
    Bizimkiler heykelimi dikerek, Venedik'i fetheden Türk bu diye şehir şehir gezdirirler hayalini kurmadım değil!..
    Bienal senin neyine be eski dostum kertenkele!..
    Sessizliğin içinde dolanıyor, ıssız koridorlarda ürpertiyle, Kafkavari dürtülerle, kelepçe vuracakları o sürreal anı bekliyordum. Kimseler yoktu...
    Sayısız broşürlerden tomarla alıp, kendimi kanıtlamak güdüsüyle, izleniyormuşum kuşkuları içinde, San Marco meydanına döndüm!..
    Neden anlatıyorum...
    Sanat yalnızlığın dolambaçlarında insanın kendini aramasıdır!..
    Eskisi gibi şiir okunmuyor, sergilere gidilmiyor, kitap satmıyor, klişedir bunlar!..
    Sanat tek kişiliktir ve gölgelerle konuşulur!.. (Yunus, Katullus, Borges, hazin bir ses...)
    Medya sanatın lokomotifidir, Malevich'in boş tuvalini üç kişi görmeye gelirken, internet sayfalarında Çin Denizi'nden sizi izleyenler olur!..
    Artık sanat sonsuz, hayat kısa!
    Kitap bastıramadım, şair olamadım, resim yapamadım, okunmadım, satılmadım diye üzülmeyin!..
    Onların çoğu Napoli'den makarna alıp eve dönüyor!..
    Sanat, Allah'la kul arasında, bir de Çin Denizi'nden izleyenin rüyalarında artık!..
     

    TANRI
    'ya inanmıyorum diyen, inanıyor ya da bu konuda inanmadığından şüphe ediyor. Çocukken seni şekerciden aldık derlerdi. Sezerdik bunun bir şaka olduğunu. Tanrı'ya inanmıyorum diyenin durumu buna benziyor. Bir insan gerçekten eminse bir şeyden, beni şekerciden aldıklarına inanmıyorum demez. Bunu diyen olasılığı kabul ediyor demektir. İnançsız biri, böyle bir tartışmaya dahi girmez.
    Bu toplumda inanmak kadar, inanmamakta ilgi odağı olmaya veya prestije dönüşebiliyor bazen..., nasıl gerçekten iman eden bunu yaygın biçimde bir gösteri unsuru yaparak, bir kartvizite dönüştürmüyorsa, gerçekten inanmayan böyle bir konunun tarafı dahi olmak istemez. İnanmadığı, olmadığını iddia ettiği bir şeyin 'tarafı' olan cahil bile değildir. Yokluğun (hiçliğin) tarafı olunamaz!..
    Bu tip tartışma belki içeren bir var oluşla, ya yoksa arasında bir olasılığın tartışmasıdır, yokluktan emin olan tartışmaya girmez, çekilir ya da hiç karışmaz susar, varlığından emin olanında tartıştığını görmedim, o tartışmadan zevk alabilecek kişi, yarı şüpheci veya kısmi inançsızdır gerçekte...
    (Peki tanrı var mı, şüphelenenlerdenim ama, öldüğümde yüzleşmekten korkuyorum, inananda öldüğünde görememekten çekiniyor olabilir. Durum baştaki gibi karışık yani!.. En iyisini teyzem söylerdi, nasıl rahat ediyorsanız öyle olsun oğlum!
    Tanrı adına bir inançsızı öldüren, Tanrı'nın varlıklarından birini öldürdüğü için, en büyük inkârcıdır. Böyle birinin yeryüzünde cezasız kalabilmesidir şüpheyi yaratan... İnançsızlık uğruna, Tanrı'ya sarılan birini öldürense, çok daha vahşi ve akıl dışı bir yaratıktır ne yazık ki, bir hiçlik, boşluk uğruna insan öldüren, insan dahi değildir! O sadece Tanrı'yı değil, onunla birlikte, kendini, evreni, her şeyi inkâr edendir ve henüz tanımı yapılamamıştır.
    Ama ilginç olan, inananla, inanmayan Tanrı'nın karşısına çıktığında, Tanrı ikisinin de aynı kişi olduğunu bilir. Kulları bilmez!.. Çünkü inanç ya da inançsızlık üzerine şüphe barındırmayan düşünce taş da görülebilir. Tanrı gözümüze görünseydi, adaletinden şüphe edecektik, adaleti tam olsaydı, sevgisinden, sevgisi tam olsa, birliğinden, birliğimiz tam olsaydı, hiç şüphe uyandırmayışından şüphe edecektik.
    İşte Tanrı budur. İnsan-ı Kâmil olma yolunda bizi bekleyen cüzler.)
     
     
     
     
     
     










    son
     ''Sanat, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, yüzyıllardır yeteri kadar kanıtlamıştır.'' Tarkovski
    ''Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, seni izlemeyebilirim. Sana uymayabilirim. Yanımda yürü ki böylece seni görebileyim, böylece eşit oluruz.''
    Apaçi Ute



    Güneş her gün yeniden doğduğuna göre, kendimi yinelemekten sıkılmam dermiş Fas kralı Faysal, Arap kralı değil, çünkü hiç bir şey yoktur yeryüzünde, söylenenler vardır demiş kendisi...
     Nebraskalı Kızılderililer, bizonların tepesinde boynuzlarından izler taşıyan, kıl kaplı derilerini giyip çölde, gece gündüz demeden, yakarı dolu bir dans tuttururlarmış; Tanrılar geri dönsün diye!..  Kirpiğimin köpeği, saçlarımın ipliğine saldırabilir. Cehennemde yanacağız, oysa ruhumuzun acıları daha büyük yaralar açabilirdi, kış denizi, sonsuzluk, geriye dönüş olasılığı tanımayan doğrusal bir yolda, zamanın içinde sıkışarak savrulan bir okun, vınlayarak uçmasına karşın, varoluşun, yazgıya boyun eğen gizemli kuralları uyarınca, eylemin amacını yok etmesi, müziğin müzikten, sonsuzluğun sonsuzluktan umudunu kesmesidir. İngiliz kralı I.Henry'nin, oğlu öldükten sonra asla gülmediği söylenir.
     ceninde direnişçi, dokuz ay sonra daracık koridordan kaçıp, sonsuz evrene açılıyor, direnişçi olmayan kaldı mı ki, o da dehliz işçisi. Pervaneler sanki  çok bir süredir çiçeklerden uzak kalmışlardı da, bir yerde sabit durmuyorlardı, sırayla bu çiçekten o çiçeğe uçuyorlar, kokuları çekiyorlar, çiçeklerin sütlerini içiyorlar, gül yapraklarını öpüyorlar ve mehtabın ışığında yüzüyorlardı. Dört gözlü Anableps, pençeye benzeyen ellerim  dedim, kolonyalist direnişçi, edilgen nümayişçi,  vardo pencereleri sarayın, Çin ve hoten putu ve ey erguvan çiçeği, ey sanem... 'Göz karanlığa alışana kadar sabah olur!..'  Seniha Teyze. Aşık kaplanlar. Aydınlık istenmediği yerde durmaz, ışık duvara çarpınca geri döner.  'Gün kendini sürekli tekrarladığı için, kendimi tekrarlamaktan sıkılmam.' derkral Faysal, bir yol vardır; Söylenmek istenen değil, yapılmak istenen değil, olan!.. Aristo der mi ki, güneş bize Jüpiter'den daha yakındır. Çağımızda sanat ile yaşam arasında uyum aranmıyor artık. Dali faşist diyel im ama daha beteri bile olabilir. Ezra Pound'da faşistti, Sezai Karakoç dindar ve cemaat milliyetçisi sayılabilir örneğin, o tatlı su liberali, öteki korporatif serf yanlısı, Said 'şarklı' oryantalist, setre, 'kapitalist varoluşçu' teorik toplumcu, Bedr'in aslanları on parmağının dokuzu meşgul, en küçüğüyse resimle meşgul bir meşgaleci, diğerleri de sanata komşu bir zanatçı olsun diyelim! Sanat abartılmamalı, da Vinci badanadan, ressam olmuş biri, insanlığın estetik duygularını tatmin eden bir araç sanat, dünyayı değiştiremeyeceğini herkes söylüyor ama geliştirebilir, gerici sanat olmaz diyen şark uleması bu nedenle yanılıyor, onlar değişikliğin mutlak ilerici bir şey olacağını sanan şark ebu cehilleri!.. Sanat içimizden geçen bir tür güzellik estetiktir, ileriye geriye diye bir kavram amaçlamaz gerçeklikte!.. O kendisidir. Eğrisiyle doğrusuyla, şair bizi öldürmeye geliyorlar ateş diyebilir, ressam fuhşu kutsayabilir, Warhol borsadan pay alabilir, Picasso poligam olabilir, biri çıkar 'karşı koymak bir çeşit işbirliği!' diyebilir, Havva Adem'e Tanrı bu elmayı neden tepemize koymuş diye sitem edebilir, bizim sanatçımız, çalıntı Berlin Sunağı'nın önünde, kendi toplumunu ilkellikle suçlayabilir, bunların ileri ya da geri olma işlevi tümüyle görecelidir.  Sanatın soylu ve kalibre, ölçekli bir uğraşı olması, onun yaşamdan ayrı bir şey olmasından kaynaklanır, kazanç amacı pek gütmez, kazanca dönüştüğünde, toplum ona aya bakarak koyun sayan çoban işlemcisi yapar, yani zevkle, kazanç bir aradadır, çilesi de vardır, sırf bu yüzden prestij yayar, acısı, tatlısı her şeyi albenili bir göksel şarkı!.. Tanrıya komşu... Daha ne olsun!..  Alabildiğine karmaşık günümüz yaşamında sanat saf ve yönü ileriye dönük bir ok olamaz, o artık her yerde ve her şeyde!..  Hem 'Büyük Birader', hem küçük biraderdir!.. Yunus'un dünyada eşi benzeri yok, bunu anlayanda yok, öyle saf bir zalimlikle dönüyor ki dünya, hala Yunus'a tasavvuf veya dindari gibi teolojik açıdan bakan şuara takımı var! Üstelik bizde, şark işte!  Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler. Hallac-ı Mansur, enel hak der, hoşuna gider bu cehil şuara takımının, adam ne akılem ne divane, bana seni gerek seni der, aynı kapıya çıkar, ama şark bir meçhuledir, şiir bir okyanus ve nasıl tek bir insan yaşamışsa şu dünyada Borges gibi, bugüne dek tek bir şiir yazılmıştır gerçekte ''Şeytan ayrıntıda gizlidir''  ''Çıngırağın sesi, gecenin içinde titrek ve tozlu bir dağılganlıkla yankılandı.
    Sofadaki büyük duvar saati bir kere vurdu. Kapı ihtiyar bir gıcırtıyla açıldı.''Doğulu yazarlar, ayrıntıyı ayrıntıya boğarak bir sözü olmadığını kanıtlıyorlar. Çıngırak, başka hiç bir söze yer bırakmaksızın etkileyici bir simge-imge!.. Çıngırak dediğiniz an kulağınız çınlar, 'gecenin içinde titrek ve tozlu bir dağılganlıkla yankılanması' angarya ve kalabalığı çoğaltmaktır, ayrıca fuzuli, yani, boşluğa övgüdür!..  'Sofadaki büyük duvar saati bir kere vurdu' Kaç kere vurmalıydı şehr münadisi, bu tümce o kadar ilkel ki, saat gibi zamanın efendisi ve kölesi bir mekanik parça için, böyle bir zorlama tanım, son derece sıkıcı, okur kitabı yere bırakabilir, light ve gotik bir gümbürtünün (gümbürtü olsa keşke) sanki bir renk bulamacında çırpınan hilekar saflığı!.. Kelebek, kelebek tadı,  'Kapı ihtiyar bir gıcırtıyla açıldı' İtici bir benzetme ve demode ayrıca, estetik yanı sıfıri, algı gücü cılız ve öylesine, ama ağırsak ve kof bir tonajla kulağı tırmalayıp, aldatıcı bir güçle, sanki büyük bir yükün altına girmiş gibi, sanal ama gerçekte son derece tüysü ve rüküş bir havaya sokuyor okuru!..  Bizim yazar, son iç çekişten sonra -dilemeyiz- neden anılmaz sorularına bu örnekler belki de bir açımlama getirebilir. Her insan, ulaşılmaz uykulara varmadan bir şeylere ulaşamamanın sıkıntısı içinde, gözlemliyoruz bunu, hepimiz öyleyiz, ama kusurlarımızı sorgulamanın, gelecektekilere yararı olabilir, belki de... Lao Tzu
    Köyde bir yaşlı adam varmış.. çok fakir.. ama kral bile onu kıskanırmış.. öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki.. kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış...  "bu at, bir at değil benim için.. bir dost.. insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. köylü ihtiyarın başına toplanmış. "seni ihtiyar bunak.. bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. İhtiyar "karar vermek için acele etmeyin" demiş.. sadece 'at kayıp' deyin. çünkü gerçek bu.. ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. çünkü bu olay henüz bir başlangıç. arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."  köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.. dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler...  "babalık" demişler.. "sen haklı çıktın.. atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. şimdi bir at sürün var.."  "karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. sadece atın geri döndüğünü söyleyin. bilinen gerçek sadece bu. ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. bu daha başlangıç.. birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."  köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "bu herif sahiden aklını kaçırmış" diye geçirmişler...  bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. köylüler gene gelmişler ihtiyara...  "bir kez daha haklı çıktın" demişler. "bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. oysa sana bakacak başkası da yok.. şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler...  ihtiyar "siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "o kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı. gerçek bu.. ötesi sizin verdiğiniz karar.. ama acaba ne kadar doğru.. hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez..."   birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. köyü matem sarmış. çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. köylüler, gene ihtiyara gelmişler.  "gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.."  "siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. oysa ne olacağını kimseler bilemez. bilinen bir tek gerçek var. benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece allah biliyor."  Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında: "acele karar vermeyin. o zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. karar aklın durması halidir. karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. oysa gezi asla sona ermez. bir yol biterken yenisi başlar. bir kapı kapanırken, başkası açılır. bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."  Devamını Gör
    JOHN MİLTON* KÖRLÜK  ''Bu karanlık ve geniş dünyada, ışığımın /   geçmişte ki boşunalığını düşündüğüm zaman /  Bundan önceki yaşamımın yarısı, / Ve tek bir yetenek var ki, ölümdür onu saklaması, / Gelir, hiç yoktan yine bana yerleşir, /   Ruhumsa buna öylece eğilir, ama ben /   Yaradan dönüp beni azarlamasın diye, / Bana düşen görevi ivediyle tamamlar, / Böylece yaptığım iyilikler bana yazılır sanmıştım. /  Neden Tanrım kalan günlerime böyle bir bedel biçti? / Neden dünya aydınlığı bana yasak? /  Yüreğimle soruyorum: - Ama sabır, son iç çekişi, /  önleme amacıyla anında yanıtlıyor: /   'Tanrı gereksinmez' /   ne insanın işine, /   ne de o yüceliğin hediyelerine. /   O yüceliğin boyunduruğunu taşıyan kimse, /   Tanrı’ya en büyük iyiliği yapar. /   O'nun hükümranlığı düşlenemez yerdedir; /   tüm insanlık / O’nun buyruğundan hız alır /   Karada ve denizde dur duraksız görev başında- / Ve böylece sürgit olana, bekleyene /   ve gelecek olana bakabileceklerdir.''
    Kalikant çiçeği,  buğday rengi ışıklar. Hades güneşi gibi,  Sibirya buzu hayvanı, bir toplum, sahip olması gereken şeyleri alamıyor, sahip olmak istemediği şeyler de kendisine veriliyorsa, özgür değil köledir. Soru, evrenin sebepsizce kendiliğinden var olduğuna ve entropiye göre bir gün amaçsız, nedensiz her şeyin biteceğine rasyonel ve akılcı bir akıl yürütme diyebiliyor musunuz ? Sebepsizce var oldu ve sebepsizce yok olacak bu mantıklı bir izah mıdır?..  Bu sorunun yanıtı bazılarına garip gelebilir, eğer Tanrı bizi yaratmış ve her şeye kadirse, ateisti de yaratmış demektir. Burası bir imtihan yeri ve de ateistin böyle bir yanlışa düşmemesi gerekiyorsa, her şeyi yaratan Tanrı'nın bir bildiği var demektir. Siz ateistin düşüncesine katlanamıyor ve cezalandırmak ve yok hükmünde saymak istiyorsanız gerçekte Tanrı'yı sorguluyorsunuz ve Tanrı'nın cezalandıracağı bir şeyi, onun yerine gerçekleştirdiğiniz için cehennemden de şüphe ediyorsunuz demektir. Oysa o hiç bir zaman sorgulanamaz ve her şeyden münezzehti!..  Öyleyse ateiste, bu dünyada yer tanımayan ve onu gerektiğinde yoklukla cezalandıran; gerçekte Tanrı'yı sorguluyor, hatta onu cezalandırıyor ve dahası onu yadsıyordur!.. Demek ki ateisti hiçleyerek sorgulayan, ona bu dünyada yer tanımayan, ne yazık ki gerçek ateisttir ve her şeye kadir Tanrı'ya karşı çıkan bir inançsız, inkârcı ve dahası bilisiz bir Tanrı tanımazdır!  pluvial göller. Sir and wife! Modern batı, kadın hanım hanımcık jokerin duvarına sığınmış, adamın imparatorluk asası elinde, mavi kanını sembolize eden eldivenler haşin duruyor, ayaklar iki kişilik oturuyor, horoz başının tüyleri dökülse de bakışlar şahin ve doğuya, bize doğru bakarak, modernliğin, hümanizmin, mutluluğun, insan ilişkilerine ışık tutan demokrasilerinin selamını çakıyorlar ve makus talihine küsen doğulu zavallılar da bu muhteşem tabloyu paylaşıyorlar. Amin!..  Karabasan geldi bana, elleri delikti, üç kuluvalla bir elham okudum gitti,
    deniz atı Britanyası, silikon canlıları, Atlantisli ekonomist Sir and wife! Modern batı, kadın hanım hanımcık jokerin duvarına sığınmış, adamın imparatorluk asası elinde, mavi kanını sembolize eden eldivenler haşin duruyor, ayaklar iki kişilik oturuyor, horoz başının tüyleri dökülse de bakışlar şahin ve doğuya, bize doğru bakarak, modernliğin, hümanizmin, mutluluğun, insan ilişkilerine ışık tutan demokrasinin selamını çakıyorlar ve makus talihine küsen doğulu zavallılar da bu görkünç tabloyu paylaşıyorlar! Amin!..  ''Ailem resim yapmama karşı çıkıyor, annem babam ne istersen yap oğlum diyor, eşim çocukları da yanına alıp geçen yıl evi terk etti, çocukluk arkadaşım Leika bana katlanabileceğini söyledi ama bir süre sonra oda kaçtı, bu kadar tepki duyulacak bir şey yaptığımı sanmıyorum, ava git, balık tut, eve bak diyorlar, sanki aç kalmışlar gibi, gelecekte bize dair bir şeyler, izler kalsın istiyorum, emeklerimin karşılığını alamadım, bunalım içindeyim, ama Manitu da biliyor ki doğru yoldayım!..'' Organlarımızın yaşı yoktur. Robotun yazdığı şiiri insan yazdı sanmışlar Avustralya'da... Şiirin bittiğini öne sürenlere ders bu, şiir estetiktir ve insanın biricik algılarından biridir. İnsan var olduğu sürece şiir vardır. Robotun şiir yazmasının bir mahsuru yok, mimari yeniliklere de imza atabilir yarın robotlar, resimde öncüde olabilir. Bu hangi robotun daha derinlikli beceriye sahip olduğu düşüncesine ve kimin robotunun daha usta olduğu görüşünün tartışılmasına yol açar. Tıpkı Nazım daha iyi, Orhan Veli günlük yaşam şairi, Kavafis zamanın yitişi ve derin özlemleri dile getiren şiirin sahibi gibi gözlemlere yol açar!.. Sanatın veya şiirin yalnız insana mahsus olduğunu sanmak ve robot aracılığıyla şiir veya ciddi resim yapılamaz diye düşünmek, çileci ve hazcı gibi yaşamın dışına düşmüş insanların yapıtlarının sanat eseri sayılamayacağını söylemek gibi bir şey! Duygu ve düşüncelerimiz kimyasal reaksiyonlar ve birer kurgudur. Yaşamın ve biyolojik varlığımızın dengeleridir onu sanatsal kılan.

    PLÂTONAL SENFONİ / ''Alis diyorum, bakışlarının ötesine geçebilirsem, /   yüreğine giden yolu bulacağımı biliyorum. /   Leylak büklümleri var orada, türküleri yasemenin, /   yıllarca yıllar kadar yinelenmiş, yine yineliyorum. / İnci tozları, akasya kokularını anımsıyor musun, /   o güneşleri, o sabahları... / Canım Schultz, 'ich liebe dich' diyor, /   anlatılamaz olana, Schopenhauer'a geçiyorum. /   'En güzel günlerimiz, hiç yaşamadıklarımızdır' /   insan, eski bir yalan, /  yeni olan aşktır diyor, /  bitiriyorum...''

    Maritler, kotruplar gibi güneşten kopmuş bir yıldız parçacığıymış, sarı denizde cıvıldaşan,  Cuvier balinalar. cehennemi göz, ölümcül bakış, havuzda su gülmektedir Nurjuvazi  Marquez az gelişmiş ülke yazarıydı, mucizeler, efsunlar, olağanüstü tesadüfler ve selam vermeyen yeğenini planlı bir cinayet sonucu öldürmeyi düşünecek kadar horozlaşmış erkekler ülkesini yazdı, yani bizi! onu okurken evin yaşlısının anılarını dinler gibi olurum, o biziz! Ama ne mutlu bunu yüzümüze vurabilen yiğitlere!.. Emir Kustirica nın filmleri onun sinemadaki paralel yapısıdır!
    BİNBİR GECE MASALLARI'NDA GÜZELLER YARIŞIYOR

    ESMER- Tüm çılgınlıklar geceden doğar!
    SARIŞIN- Ben rengini güneşten alanım!
    ESMER- Tanrı'nın Kitabı benim rengimde yazıldı!
    SARIŞIN- Işığın rengidir bize hayatı veren!
    ESMER- Karanlığın ışığı aydınlattı bizi, sen öyle san!
    SARIŞIN- Şunu bil ki, benim rengimdir gözleri kamaştıran!..

    BİNBİR GECE MASALLARI YARIŞI

    ESMER- Tüm çılgınlıklar geceden doğar!
    SARIŞIN- Ben rengini güneşten alanım!
    ESMER- Tanrı'nın Kitabı benim rengimle yazıldı!
    SARIŞIN- Işığın rengidir bize hayatı veren!
    ESMER- Bizi karanlığın ışığı aydınlattı!
    SARIŞIN- Benim rengimdir gözleri kamaştıran!..

    nekrofilizm, Elittle,  fantastik düşlerimiz, resimlerimiz bile sınırlı, ne düşünebileceğimizi anlayabiliyorum, düşünemeyeceğimiz şey ne, sınırlarımız var mı, ötesinde ne var, ne olabilir, onu merak ediyorum.  Homohome çağındayız, gelecekte evlerden çıkmadan yaşayacağız.
      YANLIŞIN ÜZERİNDE YÜKSELEN DOĞRULAR FELAKETE, DOĞRUNUN ÜZERİNDE YÜKSELEN YANLIŞLAR DENEYİME YOLAÇAR.  Çiçero,  Nina, düşünsel olarak Yunan mitolojisinden esinlenmiş olabilirsin, ama bilinçaltında, Aztek, Maya figürleri, renkleri, Frankenstein, halloween gibi fantastik imgeler, modern dünya, çok uzaklarda da Kandinsky tanrısının etkileri var senin ruh pınarında, ama sonuçta postmodern bir Aztek, Maya, Montezuma üçgeninde uçan uzaysı bir böceksin, normatif tele'ktüel, KIRMIZI DEĞİRMENİN ARDINDA RÜZGARLA BİRLİK KOŞUYORLARDI,  Tanrının tüm bilgileri matematik, vücudumuz simetrik ama iç organlarımızın yeri ve biçimi asimetrik, İbrahim'in Kabesi ve Clara İmmerwahr,  In our age, everything is transformed into an art, can become a poet Cavafy's poetry, now see how the calls from centuries ago;  "Now my body and my face aging / terrible dagger wounds - / is unbearable. / I'm coming, O Poetry Art, / ointments or less understands, / with dreams, / words deluxe bilen. / Scary a dagger wound. / Bring ointments, O Poetry art and / or at least relieve the pains for a while.''   Our eyes are our arts and crafts. Hugging each other, the only way we can understand. What's left, leaving the road to combine...  Lo our hands, we multiply by sharing, filled with longing of our humanity that unique 'Otopia this!..  One day, surpassing the seven colors of the sun, to infinity and will run our hands, we will see that the wings of peace ... Türkiye Komünist Partisi (TKP), Tunceli'nin Ovacık ilçesinde ilk bela'diye başkanlığını kazandı. Basit gibi görünen bu olay geçmişe bakıldığında demokrasi açısından tarihi bir olay, bunlar uzamsız,  plaj aydını, hani kapağında elinde büyüteç, fötrlü dedektif kitapçıkları olur ya, solunda mayolu bir kadın olur, okurken çiklet çiğnemen şart diye satıcısı uyarır, işte bu zort ismayıllar böyle bir aydın zontası it geçinirler, frenk makağıdır çoğu, Türkçeyi nonoş lehçesiyle telaffuz etme alışkanlıkları vardır, herkesi kandırabilen botoks çavuşudur, semirmiştir, göz rengi günün her saatine göre değişir, alacalı! derler halk dilinde, 8-0 a bile kuyruk sallayarak alay eden vatansız veterandır çoğu, holding buldoğu yazar kuyruğunda!!! kalitesiz üniversiteden yakınarak, boş bina açtılar der, ODTÜ Amerikan sermayesiyle kurulmuş, devi-rimci meczup yetiştiren bir Truva ahırıdır demeeeeezzzzz!!! Pamela Hilton'a sığınıp da, direnişçi ünvanı alan tek zorti bu yarı sömürgede bulunur demeeeezzzzz! Mühendisleri akdelik teorisyeni, radyatöre işeme pratisyeni kurtsever cengaver bölüğüdür demezzzzzzzzz! Senin teknik üniversitelerin 18 milyon gavur malı arabayla, halkalı! köle sünepeler, karınca ezmek için piyasaya çıksın diye mi yapıldı bit!  kızmış, kızışmış.  Doğa ile mekanik yanyana çağımızın ağıtı!.. belki avare dolaştı, belki suya düştü, belki devrilen bir minarenin altında kaldı, geceyi aydınlatan gözlerin, mercan ağızlı, güzel bir yazı, ama sanat asla bilinç dışı değildir aslında, Picasso afrika sanatı ve geçmişin birikimleriyle kübist resmi yaratmış, kübist başka sanatçılarda ortaya çıkmıştır onunla birlikte, ayrıca tüm yaratılar benzeş zamanda ortaya çıkar, edison un buluşu için daha önce bir kadın mucit patent almış ama edison un başvurusu zaman içinde kabul görmüştür. Einstein mucize yok, yüzde doksan çalışma der, sanat bilinmeyen değil bilinenin enstelasyonudur kısacası, sanatın hurafelere yer vermeyişi bundandır, ama gözbağcılık ve mucize, dinde veya mistik felsefelerde yer bulabilir, çünkü amaç toplumu bir şekilde sömürme veya iyi ya da kötü amaçlı etkileme, kullanmadır. sanat kullanmaz, kendisinin kullanılmasını ister.  'Hypatia kadının yaşamda var oluşuna katlanamayan peder'şahi dünyanın bir cinnetidir ve bunun izleri hala sürüp gitmektedir. Hypatia için şairler şiirler yazmış, oyunlar ve romanlar yazılmış, çağımızda yaşamı filme çekilerek, efsane sürüp gitmiştir. Vahşi dünya ve kapitalizmin egemen olduğu yaşamda, öldürülen ve ölen her kahramanı, cellatları kutsamaktan kaçınmaz ve onun bir ikona dönüşmesine büyük bir ustalık ve alışkanlıkla uyum gösterir. Çağımızda her tür Hypatia yok edilirken, kitleler onların izin verdiği ölçüde çığlıklarla, ezgilerle, alaylarla yuğlar düzenler, yeni Hypatiaların doğuşuna ve kurban edilişine de aynı tepkileri vererek ve sanki acımasız bir işbirliği sürüp gidiyormuşçasına ve her doğan gün eski bir başlangıçmış gibi, yinelemeler ve yaşam sürüp gider.''  PERFORMANS VE OTOSANAT nefret edenle, aşık olan tanrı indinde birmiş! İkimizde aynı amaçla hareket ediyor ama farklı açılardan yaklaşıyoruz.
    Bir belgeselde, 'Company'lerin erkleri nasıl yönlendirip baskı altına aldığı anlatılıyordu. Politika orta ve alt sınıflara bırakılmış, rutin bir deneyim, bir alışkanlık. Soylulardan ancak kral olur. O ise varoşlardan gelme bir Harlem delikanlısı ve salt sözcü. Toplumlar bir ölünün peşinden yıllarca gidebiliyor ama sessiz ve görünmeyen ölümleri, kurgulanmış öldürümleri, tasarlanmış yavaşça, uysallıkla sürüp giden soykırımları görmek istemiyor. Ezgilerle, naralarla, alaylarla yaşayıp gidiyoruz, hiç bir şey değişmeden. Son güne dek.  Numan lalesi mi gelincik, yüzü miğferinin altında görünmeyen amazon, altın örme zırhlı, sık.  Sarikun mağarası, Necd çiçekleri ve Yemen şimşekleri adına başlıyorum.  Gerçek; Akıldan bağımsız olabilen kavramsallık, yerleşik kurgu. Kendi dışındaki olguları anlak dışı (yalan) sayabilen ortak kabullenim, somuta indirgenmiş soyutlama. (Muzaffer Çiçek - Din arap sami ırkının bir uydurmasıdır.Dini savunmak emperyalizmi savunmak,yüz milyonların ölümüne neden olmaktır.Din akılda bilimsel bilgi ile bulunan huzur,Dinlenme ve dinginliktir.Dinlenmede olan bir insanında başkasına zararı olmaz.Din madolyonun ön yüzü,arka yüzü ise melez sami ırkının dünya eğemenliğine bir araç olmasıdır.) Görüşünüz gerçeği tanımlıyor!  Gerçek; Akıldan bağımsız olabilen kavramsallık, yerleşik kurgu, ortak kabullenim. Gerçek; Akıldan bağımsız olabilen kavramsallık, yerleşik kurgu. Kendi dışındaki olguları anlak dışı (yalan!) sayabilen ortak kabullenim, somuta indirgenmiş soyutlama. Gerçek binbir surattır.  Konu çok basit, Dünya düz dendiğinde bin yıllık gerçeğimiz budur, biri çıkar ve yuvarlak der, ama yalan söylüyordur! Çünkü hepimiz düz olduğuna inanmışızdır. Gerçek ve yalan soyuttur, onu demek istiyorum. Dünya yuvarlak da değildir!!! Yer hizasından düz, tepeden bakınca yuvarlak, çok uzaktansa amorfsu, dağınık bir noktadır.  Gerçekle yalanın savaşında, yalan kazandığında tüm kirlerimizden arınacağız. Yalan kutsaldır, gerçekse bencil. Bu bardaktır dediğimizde, sadece bir eşya ve kendisiyle sınırlı bir dünya ile karşı karşıyayızdır, ama bu bardak değil diye ısrar edip, kutsal yalana doğru yol aldığımızda, önümüzde sonsuz bir evren vardır artık ve bardak kendisinin bile düşleyemeyeceği bir başkalaşımın kollarında hiç bitmeyecek bir yolculuğa çıkar. Dünya yalanla dünya olmaktan çıkar ve çağlar değişerek ilerler. Osho cahil biri!.. Aldatmak ise -anlayan için- gerçekle mümkündür!.. Sıcak su soğuk sudan daha hızla donar, çünkü zıtlar birbirini çeker kuralı uyarınca, donma noktasına daha yakın olan soğuk su, donma noktasına çok daha zıt olan sıcak suya göre daha geç donacaktır, çünkü benzer olanlar zıt olanlara göre renklerini daha uzun süre korurlar.  Bilinç doğaya aykırı ve bir başkaldırıysa eğer, nasıl Tanrı her şeye kadir veya vardır diyebiliriz.  Gerçek renksiz ve kısır yalan kutsal ve de düşseldir. Gerçekte bu tuzdur dediğimizde her şey biter, bir tuzla karşı
    karşıyayız ve bu hiç bir açın yaratmayan sınırlı bir kavramdır artık, ama bu tuz değil dediğimizde, peki ama ne sorusu hemen göz önüne gelecek ve sınırsız bir okyanus ve düşler alemi önümüze serilecektir artık, gerçek bizi bağlayıcı bir işlevi vardır, yalan ise düşlerin ve geleceğin adına bize bir sonsuzluk bağışladığı için gerçekten kutsaldır artık!..  Platon eştenliliğe sempati duyardı demek, organların konveks ve konkav durumlarına göre yargılar üretmek,   Titus Tüneli ni geçtik. Köylüye gezgin, çadırı neden bu yöne kurdun, ruhlarla bir ilişkisi mi var diye sordu. Köylü, rüzgarın yönüne göre, ruhları bilemem dedi!.. Gezgin, ben modern bir insanım, ruhlar diye okumuştum deyince; Köylü, sen silahların gölgesinde yaşayan bir vahşisin, yaşamı okumalısın dedi.   Arterotik, Pedro Pena Sendromu, kurtarıcısını yok etme içgüdüsü, aynaşık, sanatçının görevi estetizm ya da Marksizm üzerine açımlamalar yap denildiğinde yorumlar yapmak değil, bu kavramlardan hareketle yeni bir açı geliştirmek, kendi özgün yapısını kurmaktır,  kitsch deyip sussaydım. (Vikipedi- Kitsch ('Kiç' diye okunur) var olan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir. Bu terim ayrıca, kibirli ve bayağı bir tada sahip şeylere ve -ticari kaygılarla üretilmiş olan banal, rüküş ve sıkıcı ürünlere gönderme,  yer seviyesindeki sanat eşyadır işlevsizdir,  kozmik taşçı, kinginiz nü,  homosapiens çağından, homo dijitus çağına sonrada sibodijitus, veya meta(l)dijitus sayısal metal madde varlığa evrileceğiz,  paradoksal filarmoni,  mrs ölümsüz kim  SONYAZ,  Babil kulesi dillerimizi ayırdı ama gözlerimizi ayıramadı. 25 Aralık 2013, 11:49 · Beğen.  Ulus Fatih düş uykusu.  27 Aralık 2013, 13:57 · Beğen.  Ulus Fatih Tamu Massif yanardağı. 27 Aralık 2013, 15:31 · Beğen.  Ulus Fatih Etrurya.  28 Aralık 2013, 23:45 · Beğen.  Ulus Fatih Erutreia.  29 Aralık 2013, 00:39 · Beğen.  Ulus Fatih ,bir sanatçının yapıtlarına ilgi gösterilmesi o konuda bir ambians yaratmakla ilgili dediğimde karşımdaki ambıans ne demek diyebilir, yanıt insanın kullandığı sözcüklerin anlamını bilemeyeceği üzerinedir, çünkü çünkü ambians tpolumsal albendidir desem, bu kez o ne demek diyebilecektir, bu Avrupa emperyalizmi demek midir, örneğin bazı yazarların endüstriyel popülizme kucak açtıklarıyla ilgili bir kavrama da dönüşebilir mi ne anlama geldiğinden başka ne desem, gene peki bu ne demek diyeceklerdir, sonuç her şey bilinmeyenle açıklamasından başka bir şey değildir, egemen uygarlık biçiminin kurbanı, Etruriya, insanlığın endüstriyel demansiyon vs vs vs.  29 Aralık 2013, 14:38 · Beğen.  Ulus Fatih yaşam Puşkin lerle pişkinler arasında ki savaş mı.29 Aralık 2013, 23:41 · Beğen.  Ulus Fatih Barsottelli, sanki partiküllerden, karbon fiber, elyaf veya uçucu çubuklardan oluşturuyor resmini... Sürekli Havva anamızı yineliyor, o feminen düşünden vazgeçmiyor ama sanatın bir yineleme değil, yenileme olması gerektiğini biliyor ve onu nerede görsek bilebileceğimiz, tanıyabileceğimiz bir formun, anlayışın Barsottellisi, bir gelecekçi belki de, sanatın nasıl yol alabileceğini bilen bir yolcu...  30 Aralık 2013, 15:56 · Beğen.  Ulus Fatih kıstırılmışlık duygusu ve modern bayağılığın heykeltıraşı Serra  1 Ocak, 20:17 · Beğen.  Ulus Fatih hiç bir şey sanat kadar bağışlayıcı olamaz, yüzyılların içinden bir earth, bütün sanatçılar gibi oda bir İkarus, geleceğin geçmişinden sayfalar gibi, kozmik derinlikler, yaratım gücü ne kadar sonsuz olsada sonsuzluk içimizdedir söylemi, Sanat uğruna yaşamlarını ihmal ettiler, sanatta ısrar ederek zorluklara göğüs gerdiler vs. Ölüm değil söz konusu, tam aksine hayatta ve sanatta ısrar etmiş olmaları, gene de Woolf intihar, Afife Jale'de yavaş intiharı seçmiş, Sand yaşarken ıstırap çekmiş, kadınlığını gizlemek gibi, edebiyata, edebiyat çevrelerine girmeye kalkıştığı için, bazı şeyler intihardan daha yıpratıcıdır, sembolik bir paylaşım bu, Camille Claudel hepsinden dramatik, Suat Derviş...resmin özlemleri çağrıştırıyor ve bizi kederlendiriyor... Sevgiler, saygılar...Kıstırılmışlık duygusu ve modern bayağılığın heykeltıraşı.Barsottelli, sanki partiküllerden, karbon fiber, elyaf veya uçucu çubuklardan oluşturuyor resmini... Sürekli Havva anamızı yineliyor, o feminen düşünden vazgeçmiyor ama sanatın bir yineleme değil, yenileme olması gerektiğini biliyor ve onu nerede görsek bilebileceğimiz, tanıyabileceğimiz bir formun, anlayışın Barsottellisi, bir gelecekçi belki de, sanatın nasıl yol alabileceğini bilen bir yolcu...Şaşırtıcı bir yaklaşım... Somut ağırlıklı soyut deneme!Soyut olan görsel olmayabiliyor, ama burada görsellik de göz ardı edilmemiş, renk uyumu olağanüstü, ayrıca naif bir resim, soyut naif olur mu, işte bu size özgü, tebrikler...
    Gerçek bir eARTh, egemen uygarlık anlayışının kurbanı, bilimsel ütopyanın öncüsü, büyük hümanist HYPATİA...  Babil Kulesi dillerimizi ayırdı ama gözlerimizi ayıramadı!.. kozmerotizm ve ibretname DOĞUŞTAN SANATÇILAR...Kavranması güç bir derinlik, alabildiğine soyut ve tinsel versiyonlar, feminen-freudyen bir belirsizlikle, sanki karbon liflerinden oluşmuş kaotik-psişik bir resim...UNUTULMUŞLAR MÜZESİ naturale
    pittore del realismo.
     ADRES
    “Dostun evi nerdedir?” diye sordu
    Tanyeri ağarırken atlı
    Durakladı gökyüzü bir an
    Yoldan geçen adam
    Kumların karanlığına uzattı ağzındaki ışık çubuğunu
    Ve göstererek parmağıyla bir kavak ağacını
    “O ağaca varmadan” dedi
    “Tanrının düşlerinden de yeşil bir sokak göreceksin
    Orada aşk bağlılık kadar mavidir
    Gir o sokağa, sonuna kadar git, buluğ çağının ötesine kadar
    Sonra sap yalnızlık gülüne
    İki adım kala
    Dur yeryüzü mitoslarının ölümsüz kaynağı yanında
    Orada saydam bir korku saracak tüm gövdeni
    Ve bir hışırtı duyacaksın havada, akıp giden yakınlığın içinde
    Bir çocuk göreceksin birden
    Tırmanmış bir ulu çınarın tepesine, bir yuvadan ışık yavruları alan
    Ona soracaksın işte
    Nerede dostun evi ?”
    OSMANİ BİR HAYKIRIŞ LEVNî REDLOVE It's like the Horsehead Nebula but wonderful Dario Japon ressam Tetsuya Ishida 2005 yılında kendisini bir trenin altına atarak intihar etti. Tablolarında kendi yüzünü kullanan sanatçının intihar nedeni bir türlü kurtulamadığı melankoliyle, yapıtlarında gizli olduğu söyleniyor.Yarım kalan bir eARTh  Düşlere karışmış Anadolu rönesansı!..Topographic spiritüalizm!JEFF KOONS'UN 'ŞİŞME KÖPEK' ADLI YAPITI 116 MİLYON TL'YE SATILARAK YAŞAYAN BİR SANATÇININ SATILAN EN PAHALI YAPITI ÜNVANINA SAHİP OLDU.  7 Ocak, 23:51 · Beğen.  Ulus Fatih somuta indirgenmiş sanat bilimdir.  8 Ocak, 13:03 · Beğen.  Ulus Fatih joycemani.  11 Ocak, 16:31 · Beğen. Ulus Fatih İnsanoğlunun trajedis belki de, bilebiliyor, seziyor ama hiç bir şeyi değiştiremiyor olması!.. 12 Ocak, 17:32 · Beğen.
     Ulus Fatih Dünya savaştı, MATA HARİ öldü!..  12 Ocak, 22:03 · Beğen.  Ulus Fatih yer seviyesindeki sanat eşyadır  16 Ocak, 14:30 · Beğen..
      Ulus Fatih bodyart, bodyquart  16 Ocak, 22:41 · Beğen.  Ulus Fatih iki kuyruklu yüzen bir yılan örümcek tanrı ana veya bodyart veya bodyquart  16 Ocak, 23:08 · Beğen.  Ulus Fatih post modern Arakne ya da yılan tanrıça  16 Ocak, 23:13 · Beğen.  Ulus Fatih demir su  vizon17 Aralık, 00:45 · Beğen..Ulus Fatih Bugün para, elektrik ve atomun parçalanmasından daha büyük icattır, çünkü o olmasaydı, diğer ikisi olamazdı, devrimler ve karşı devrimler veya insanlık tarihi diye bir şey olmazdı!19 Aralık, 22:29 · Beğen..Ulus Fatih non understand, woman versiyon, but abstrak and biokozmik and kaotik and karbon lif ritüel and psişik.20 Aralık, 09:49 · Beğen..Ulus Fatih anlaşılmazlık, kadın versiyon ama soyut ve ruhsal, biokozmik ve kaotik, sanki karbon liflerinden oluşmuş bir psişik resim20 Aralık, 20:08 · Beğen..Ulus Fatih Kavranması güç bir derinlik, alabildiğine soyut ve tinsel versiyonlar, feminen-freudyen bir belirsizlikle, sanki karbon liflerinden oluşmuş kaotik-psişik bir resim...20 Aralık, 20:18 · Beğen..Ulus Fatih Kavranması güç bir derinlik, alabildiğine soyut ve tinsel versiyonlar, feminen-freudyen bir belirsizlikle, biokozmik, sanki karbon liflerinden oluşmuş psişik-kaotik bir resim...20 Aralık, 20:21 · Beğen..Ulus Fatih Kavranması güç bir derinlik, alabildiğine soyut ve tinsel versiyonlar, feminen-freudyen bir belirsizlikle, sanki karbon liflerinden oluşmuş kaotik-psişik bir resim...20 Aralık, 23:35 · Beğen.
     
    SOUL


     Bir dilek nedir ki! 
    Peki hatırım için, sözcüksüz olsun.
    Deli divaneyim sana mektupsuzda,
    Bak batıya, bak dağlara gör
    Bak denizin maviliğine ioa aoi.
    Bir an birlikte mekan ve zaman
    Yalnızca kanatlardır, şaşkın düşü tutuşturan
    Ve -şimdi tut soluğunu- öyle taşısınlar seni...
    Arasından dağların ioa aoi...’

    Bilgiyi içselleştirmeyen, tarafgirlikle yaşayan, yüzeysel düşünen toplumun kaderi... Mezar taşı kırarak düşüncesini ereksiyona çeviren, mehtere karşı çıkarak süpersonik ileriye giden kitleler!.. Ulu hakan abdülhamit han diyen adam, atatürk e mustafa deme gayreti içinde, nazım a ululuk vakfeden, kısakürek için uluorta cümle kurma peşinde... Sonuç, kışkırtmalarla, hiç bir derinliği, hiç bir yararı olmayan tutumlar dizisi, sorunlar karşısında birbirine saldıran, bağıran, hamasetle ilerleyen, suhuletle gerileyen, yalan rüzgarının peşinde sürüklenen milyonlar... Osmanlı 1583 de anladı geri kaldığını, ancak 1718 de matematik konmuş medreselere, o söylüyor, eleştirel olabilmek, toplum için sağlıklı bir tutum... Bir alman a neden bütün filozoflar alman diyoruz, çalışırken bönsü düşünmeye alışmışlar gibi bir laf etti, çekinmeden kendi toplumuyla alay edebiliyor, biz ise  hem kompleksliyiz, hem de ne yazık ki gerideyiz, Alman kendini beğenmiyor, 
    biz ise avunuyoruz. Elam dili, akapella, Kızılderili dönemlerinden kalma trenler, bir nikah dört cenaze günleri, simsar ve oral, düş gücünü hiç bir esemik silsileye bağlı olmaksızın çalıştırmak, adın ebeveynlerce, hangi saikler altında koyulduğuna dair çılgınlıklar üretmek ve Tibet insanları... Osman Gazi, Bizans tekfurunun kızı Holifar'la dünya evine girmiş olup, devşirme ruhu anında devreye girmiş adını Nilüfer'e çevirerek imparatorluğun makus temellerini atmışlardır. Yıldırım Beyazıt, en büyük düşmanımız gene biziz geleneğince Timur'a yenilmiş, gelişme durmuştur. I.Murat savaş meydanında suikaste kurban gitmiş, bir ilke imza atmıştır, Fatih, bir gecede sayısız kardeşini ortadan kaldırmış, annesi Despina olup, destursuz batı hayranıdır. Yavuz doğuya, aleviye, şafiye mezalimle varmış, Kanuni toprakları Kapitülasyon adı altında batının insafına bırakmıştır. Güneşe doğru kıyımı başlatan Kuyucu Murat Paşa'nın halk düşmanlığı geçmişten mirastır. 80.000 kişi (Hiroşima gibi!) kuyulara doldurulmuş, temizliğe kanıt olarak bazıları ağırlık yapmasın diye sadece burunları saraya gönderilmiştir. Deli İbrahim balıklara altın serpmiştir, Kaligula'yı bin yıl geriden izler!   Abdülhamit, ülkenin ruhu olan tarihi değerler için 'Verin taşları gitsin' demiştir, Samsun fatihi Vahdettin, işgalcinin vapuruyla yadellere gitmiştir! Harf devrimi son derece yerindedir, Osmanlıcayı bilen bir tek köylü, taşralı yoktur, Osmanlı aydında yetiştirmemiştir, tarihini Hammer yazmış, mimariyi Ermeniler, ticareti yahudiler öğretmiştir, tren kızılderili zamanlarından kalmayken, bugün hala Kydrara'ya tren yoktur büyük yurdunda, üniversiteler çayır çimen derdinde, burjuvazi, ahır kapitalizmi ve faizle geçinmekte, sanatçılar taklidin, çalıp çırpmanın peşine düşmektedir! Kimse kendi işinin patronu değildir.  Anubis, diyor ki, Fransızlar o şehre hiç uğramadığı halde kırk yıldır işgalden kurtuluşu kutlayan toplum biziz. O şehir Mardin!.. Bu ahvali yol yordam kıtlığı olarak gösteriyor... Hiroşima felaketi için benim bildiğim Kandilli Rasathanesinde kandil yakılıyor her yıl, ne demek istiyorsun sen, daha düne kadar Kurtuluş Savaşı olmadı diyenlere ateş püskürüyordun, hayırdır! Senin derdin Kurtuluş Savaşı filan değil, sen doğuştan ya da bazıları gibi okuldan Efrengisin!.. Onun için Mardinlileri kutla, barbarlığı lanetlemek için işgal filan gerekmez. Schlieman'da Akhalıları lanetlemek için Truva'ya gelmişti... Batı iyi kalplidir, daha beyaz yıkar. Bir de Bikrci olmasa senin gibi! Hiç sorma, cin gibisindir valla, krleştiremediklerimizden misiniz diye bir çığlık at şimdi ve kadehi kaldır, markası Bikr değil ama Bakero olsun, ha Mardin ha Madrid yahu! Gel Gezilim şimdi, salladı Bikr, salavat getir diye de nara at, pardon nakarat at!.. Dilini ince belli arı soksun iyi mi!..  Salah Birsel evinde binlerce kitap olduğunu holde geçişin bile zorlaştığını söylerdi. Sonuç, iyi ve renkli bir Türkçe'nin yazarı ve mucidi oldu. Gazeteye bakılırsa bir aydının binlerce kitabı varmış evinde, ama yazdığı söylenemez!  Eğer bir insanın binlerce kitabı var ve yazmıyorsa bu çok garip bir şey aslında, yazmalı çünkü, yazmanın bir marifet olmasından değil, bu bir zenginin parayı hiç kullanmaması, bir kasabın hiç et yememesi veya milletvekili birinin meclise maaş almak için uğraması gibi bir şey! Binbir kitabı olup yazmayanı, Freud yazmayı unutmuş bence!.. Ah günahlarımızdan kurtulmak için, öncelikle günaha girmemiz gerekir! Demokrasi, eşitler arasında bir alışveriş, eşit olmayanlar arasında da; bir savaşımdır. Tanrı hem doğru hem de yalan söyleyemez, mantık tanrının üstündedir, çünkü mantıksız olamaz, 1+1=3 etmez. Tanrı tanrı yaratamaz, tanrı dokuncada bulunuyorsa, olayı öngörmüş olamaz. Pencereden vuran ışık kara güneşe yansıdı ve korkutucu bir sevinç kapladı ortalığı... Mona Lisa, Louvre Müzesi'nden çalınınca popüler olmuş bir resim, çalınınca efsaneye dönüşmüş, öyle olmayan nesneyi örümcek ağları bekliyordur belki de, onun dediği gibi sanatın bir moda olduğu düşünülürse...  Çalındıktan sonra Mona Lisa, Madonna'ya dönüştü düşünsel çevrenimizde ve ona binbir türlü yakıştırmalarda bulundu insanlık... O hepimizi sevecenlikle kucaklayan Meryemana olabilir miydi, Leonardo'nun ruh ikizi olabilir mi peki!.. 4 yılda bitirmiş da Vinci Mona Lisa'yı, eğer kısa sürede bitirmiş olsaydı, şunu diyebilirdik, onun gerçekte hepimizi büyüleyen bakışı ve tanrısal gülümseyişi, her doğum bekleyen bayanın yüzünde beliren o sonsuz dinginliğin tuvale yansıyışındandır... Zamanın akışı ve mekanın tutsaklığı sürdükçe ona ilişkin bizleri büyüleyen yorumlar ve efsanelerin süreceğinden hiç kuşkunuz olmasın...  Gerçeklik olarak algılanmak istenen görünüme iman ediyoruz artık, gerçeklik sona ermiş ve sanal gerçekliğe geçilmiştir. Artık bizim için olayların gerçekliği değil simülakrı söz konusudur. İletişim araçları sayesinde gerçeklik silinmiş ve simülakr hale getirilmiştir. Diğer deyişle simülasyon ile gerçek iç içe geçmiştir. Ve yine çağımızın betimi nesneye, kopyayı gerçeğe, temsili aslına, dış görünüşü ise öze tercih ettiğinden kuşku yoktur. Çağımızın kutsalı yanılsamayı, kutsal karşıtı ise gerçekliği içermektedir art. 
    Bordalarda akan güneşli mavilik
    Duruldu yavaş yavaş.
    Kaptan köprüsü kampana çaldı,
    Irgat boşaldı,
    Demir attı uyku gözlerime.
    Dumandan atlara binmiş
    dumandan süvariler
    kanımda küreyvatı hamraya kurdular pusu.
    Beynimde vurdu ya borusu…
    Parmaklarımda kurşunkalem
    uzadı,
    bürüdü,
    kalınlaştı,
    aldı bir süpürge sapı biçimini.
    İhtiyar bir sokak süpürücüsü oldu elim
    dayandı süpürgesine
    uyudu!!!
    Deeee…
    Diiii…
    Duuu…
    Renkler seslerin omzuna binmiş.
    Işıklar gölgelerin kucaklarında
    akıyorlar…
    Beynimin emir defterinde yalnız bir emir var:
    boş oturmak!!!
    kımıldanmadan,
    kımıldanmaksızın,
    boş bir fıçı gibi boş oturmak…
    Boş…
    Bomboş…
    Ne sevgi,ne nefret,ne şefkat,ne kin,
    hiç biri…
    Birdenbire lakin
    İkinci bir Japonya parçalandı karnımda!
    Açlık,
    dizip on parmağını burnunun tepesine
    çıkardı dilini,
    ölüm
    kemik bir kahkaha gibi salladı mendilini.
    Doğruldum…
    Gözlerine demirleyen uyku
    demir aldı.

    Dumandan süvariler
    eridiler…
    Beynimin emir defterinde emir yazan
    kumandan
    kovuldu çadırından…
    İhtiyar sokak süpürücüsü kavradı süpürgesini,
    kavardı ve
    onu koydu yine
    kürenin derdini süpürenlerin
    hizmetine.
    Devamını Gör  Beğen · · Paylaş.3 diğer yorumu gör..Ulus Fatih anlaşılmazlık, kadın versiyon ama soyut ve ruhsal, biokozmik ve kaotik, sanki karbon liflerinden oluşmuş bir psişik resim20 Aralık, 20:08 · Beğen..Ulus Fatih Kavranması güç bir derinlik, alabildiğine soyut ve tinsel versiyonlar, feminen-freudyen bir belirsizlikle, sanki karbon liflerinden oluşmuş kaotik-psişik bir resim...20 Aralık, 20:18 · Beğen..Ulus Fatih Kavranması güç bir derinlik, alabildiğine soyut ve tinsel versiyonlar, feminen-freudyen bir belirsizlikle, biokozmik, sanki karbon liflerinden oluşmuş psişik-kaotik bir resim...20 Aralık, 20:21 · Beğen..Ulus Fatih Kavranması güç bir derinlik, alabildiğine soyut ve tinsel versiyonlar, feminen-freudyen bir belirsizlikle, sanki karbon liflerinden oluşmuş kaotik-psişik bir resim... Beğen · Paylaş.

    Hiç yorum yok:

    Yorum Gönder