18 Mayıs 2019 Cumartesi













ÇELİŞKİ
Çelişmiyorsanız insani bir noktada sorununuz var demektir. Yaşam çelişkilerle doludur ve konu alabildiğine derindir. Çelişki, çatışkı, paradoks, dilemma, zıtların birliği, ikilem, ikircik, paralel tersinirlik, tek yanlı, yansız , kaos, kaotik konuya yakın sayısız sözcüklerle doludur bellek hapishanesi...
'Karanlığa övgüler olsun, çünkü o bize düş kurmasını öğretti.' Çelişkinin şahına methiye olsun!.. Çelişki usun varlığına işaret eder, hayvan tekdüzedir, çelişmez, düşünceleri değişmiyordur!.. Yüzyıllarca uçurumdan atlayabilir, gocuklu celebi görünce salhanenin yolunu tutabilir, okşayan ademoğluna sarılırken boynunu aşkla uzatabilir, çözüm bulamadığında tanrısına sığınan, celladına baş vuran insanoğlu gibi yas tutacak totemi yok onun, acılarını paylaşacak... 
Bir yinelemedir dünya, çelişirsiniz ama edimler bildiğini okur, atomu parçalarız ama yok olan yine biz oluruz, her şeyi, tanrıyı, kullarını, melek ve kitaplarını icat ederiz ama hep başa dönmenin acılarıyla yaşarız. Şaka mıdır bilemem masallar yedi kat arşı aladan söz ediyor, bunun dünyanın yedi kere kurulup, yedi kere yıkıldığından söz eden söylencelerle bir bağı var mıdır, kül olmayan yerden duman yükselir mi, sanırım olması gerekir. Yaşam şunu öğretti, yalan, en güzel şeylerden biri, kaçış yolları, bir kozdur o yeri gelince, istenmeyen gerçekleri silip yok eden göksel güç, yoksulluğun ilacı, masalların güzeli, yalan sonsuzluğun ve sınırsızlığın gücü, gerçekse tek, yapayalnız ve barbarlığın, gaddarlığın baş tacı, gerçek o kadar kötü ve yaşanmaması gereken bir şey ki, her şeyin baş sorumlusu, tüm kötülüklerin anası ve resmi tarihin omurgası, yani 'gerçek yalan' o, o denli bir gerçek yani!..
Karmakarışık yaşam, yalan ne, gerçek ne, kabullenirlik, zorbalık ve bilinen yüzeysellik, içrek olan, derinlik, görünmeyen, gerçeğin ve yalanın ne olduğu bilinmiyor temelde...
Konu amaçladığı vektörün dışına çıktı gibi, daraltılmamış, sınırları belli olmayan bir alanda tartışılan, her konu deliliğin edimlerine ulaşıyordur. Bilisize laf anlatmak hörgüce hendek atlatmaktan zordur, bu söz o kadar doğrudur ki kendisiyle çelişir, yani bilisiz bir şey bilmez, anlamaz, hayır, su yüz derecede kaynar, ama deniz seviyesinde, dağda kaynama sıcaklığı değişir, bilisiz bunu bilir veya bilemeyebilir ama belki sezgiyle ileri sürebilir, ayda da öyle mi diyebilir, bir tartışmanın sağlıklı olabilmesi için konunun en yakın bileşenleriyle tartışmakta yarar var, ilgilisi, ilişiğiyle, bir şairle, reel ekonomiyi tartışamazsınız, o onca yoksulluk varken sen bir günahkarsın der, ekonomist ise Şanghay'da uçan kelebeğin, Newyork borsasını etkilediğinden söz ederek ona ayak uydurmaya çalışır!..
Oldukça ilginç ve ama anıştırması değilse de, bakılışı güzel bir şey var, şairin kentte doğum günü kutlanıyormuş, şenliklerle, naralarla, alaylarla, şair ardından kırlara açılmış, bir çoban görmüş onu, kentteki gürültüleri sormuş, benim için şenlik düzenliyorlar demiş, çoban o kadar iyiliğim olurda  insanlığa adımı bile bilmezler demiş, şair değerbilirliğin belirlenmesi için yarışalım deyince çoban tamam demiş. Şair, ayı görüyor musun diye sormuş, çoban evet demiş, gözlerimizi kapatalım şimdi de görüyor musun, çoban haklı olarak hayır demiş. Şair ne dese iyi, ama ben görüyorum. (Somutluğun tanrılarını, soyutun gözbağcıları yok edebilir mi desek, düşlere sığınmanın kederli çocukları, gerçeğin sütleğenlerini ironiyle hicvedebilir mi desek!..) Çoban dur demeliydi, şu kovaya bir damlasını bile kaçırmadan, sarıkızın sütünü sağabilir misin... 
Bu meseli her şey gibi yineliyoruz ama, kaç kez yinelense de, açıkça çelişsek de, Borges, Don Kişot yazarı Pierre Menard adlı öyküsünde, dünyada yinelenen bir şeyin olmadığını, bugün virgülü, virgülüne, tıpkısıyla yazılacak bir Don Kişot'un günümüz dünyasında bir algılar kapısına ve yeni zamanların kavramsallıklarına yol açacağı gerekçesiyle -haklı olarak ve çelişerek- bir yineleme olamayacağını ileri sürer... Yinelemeler yineleme değildir ya da yinelemelerle yineleye, yineleye yinelenmezliklere varacağız ey Yakup!..
Niceliğin ve niteliğin savaşında, şairin ki bir mesel ama çoban haklı, çobandan çok şair gördük, şairden çoban görebildik mi, öyle değil şairlik tahtına kavuştuktan sonra ağılına dönebilen var mı, yoktur diyeceklerdir ne yazık ki!.. Sonsuzlukta çobanın yararlılığının, şairden öncelikli olduğunu sezebiliriz, bu o denli acı bir varsayım ki, insanlık hala bir dilim ekmek, günahlarımızı yok eden ayetten üstündür noktasını geçemiyor, öyle değil mi... Somut olan varlığımızın olmazsa olmazı, ama soyutlama ve düşünceden vazgeçebiliriz, ne adına yaşamak için!.. Çelişki değil gibi ama insanoğlunun bu denli süren yolculuğu hala ilk istasyonu gözden ırak tutamıyorsa, bu çelişkiden daha acı bir şey... 
Şair tüm çağlar boyunca ağıtlar düzdü ama hiç bir zaman, hiç bir şey değişmedi, çoban bizim yaşamamız için kadri bilinmeyen iyiliklerle ömür tüketti. Şair varlığını çobana borçlu olabilir, çoban kadri bilinmeyişini şairden bilse hak veren çıkabilir mi!.. Yaşam, demir pabuçlu ceylan şarkıları... 
Neyse çobanlık ve şiirin içinden geçenler için ana rahmine dönüş özlemidir bu, evrenin acımasızlığını gören, umarsızlığına kapılanlar için, süt yolu mesellerinin göz yaşlarıyla dolu anıları, anıştırmaları... 
Ah, her şey doğrudur şu yaşamda, her şey yanlış yeri geldiğinde diye, oportünist bir yaklaşım ne denli gereksiz, insanoğlu çobanın değerini bilmeden şairliğin heyulasını övgülere boğmuş, geçişleri amansız ve acımasız olmuş, tarih boyunca oluşumların zamanda akışını beklemek yerine, olmaklığın 
-anındaki- acımasız ivecilliğine göz yummuş, barbarlığı yaşam bilmiş, ey kavmin oğulları, tarih yeniden yazılmamalı, 'yeniden yaşanmalıdır'  diyebilmeliydik...
''Yazdıklarımı yeniden okuduğumda kendimden iğrenirim...'' Yeniden başlayabilseydik eğer, tenimize kıyardık, yaşadıklarımız yinelenebilir korkusuyla... İnsan çelişkiyle, etikle, savaşla, barışla, iffetle, izzetle, çalmakla, çelmekle, adrenalinle, hemoglobinle ideler salıncağında uçup gidiyorsa da, herkes yuvasına dönüyor eni sonu, akbabada, sıçanda... 
Ama bir şey var, hiç göremediğimiz, bilemediğimiz, düşünemediğimiz, o, ne?..
İnsan çelişti ama bir arpa boyu ileri gidemedi, çelişmeyen hayvandan daha barbar bir varlık oldu, bindiği sepet düşecek bir gün gökyüzünde dolaşırken, masalların kıyametine alamet olup silinip gidecek, çatışkının çatışkısı budur işte, çelişmek kutsal, ölümcül ve günahların en büyüğü, çelişmek insan olmanın biricik koşulu, olmazsa olmazı ve tanrısalı o!..
Çözüm çelişirken çelişmemekte belki, çelişirken gelişmekte, ya da bilinmeyende...
Bir şey var, ama ne?..
Söylemesi güç, olanaksız, neden sürgit yineliyor ve neden yakınıyorum...
Çelişiyorum, o halde varım!..












 'BİTMEZ TÜKENMEZ CAN SIKINTISI'
Ürkütücü romantizm dolu bu kadın, siyah tülün ardındaki yüzü nemfoman gölgelerin gizlediği narsistik bir ürün, ormanın içinde saklanacak yer bulamamış, filmlerdeki gibi hep uzakta, ağaçların arasında yiten bir hayalet, bir yarı tanrıça gibi süzülüyor, bak bir uzay aracına bindi, ne enteresan koşun, o araç ne arıyor ki orada, ah yükseldiler bile,  ne kibarlar el sallıyorlar bir de...
Aslanlar geliyor, hala aslan var ormanlarda, kaplanlar var, bakın bir derviş kaplanına binmiş geliyor, yitti. Suyun içinde lotüsler ve yaprakların altında yüzen kurbağalar, çifter çifter üstüne çıkıyorlar, yerin altından çıkan ejderhalar bir şey yapmasalar...
Tanrı geliyor, güzel ve yakışıklı, kadın ve erkek, kuyruğu da var. Yanında kardeşleri... Ali, başka bir tanrı düşlemenin yolu olmalı. Yıldızlardan inmemeli, yerin altında olmamalı, yandan, çaprazdan gelmemeli, kutuplardan uzakta yaşayıp, ormanın içlerinde saklanmamalı. Tanrı sensin, hayır, her şey, hayır, yok o, hayır, çok, gene hayır, peki ne, düşünce...
Bakın dünya yerinde değil, nereye gitti, olamaz, biz onun üstündeyiz, evet ama robotlar sohbete tutuşmuş şurada, bu olabilir mi, aman ne sıkıcısın, orijinalite sevdasından vazgeç, ah, içimizde en gelişmiş robot sensin kutlarım. Özeleştiri olmadığında özlemin tadı yok. 
Karl, kadının adı yok, evet ama katmanlı bir soru bu, faremiz, oyuncaklar, kedi, çocuklar, annesi, babamız, patron ve tanrılarımız olarak sıralanıyoruz. Klişe bu. İyide, yetkili olanlar piramidin tepesinde, hiyerarşik, aristokrat, mental bir kargaşanın cımbızla süslü, kümbetî sorusu bu... 
Nasıl yaşamak istersin, karlar arasında, yağmur yağarken, soğuk iklimde, ılıman bölgelerde, kiraz çiçekleri olsun, diskoteksiz yapamam, kütüphane olmalı, yaşam içimizdedir, uzayda, evlenebilsem, çocuklarla, çiftçi olmak isterim, banka gibi, kulübede, yeşil bir vadide, böyle bir soru yoktur.
Öbür dünya var mı, bir görüşe göre, öbür dünya bu dünyanın bir armağanı olduğuna göre, bu dünya gerçekte yoktur, şöyle, bu dünya varlığını öbür dünyaya borçludur, onun için vardır, var sayılabilir, ama bu dünya böyle basit bir gerekçenin, vurdumduymazlığın ürünüyse eğer, ciddiye alınabilir mi... Anlatamadım, anlayamadınız, öbür dünyaya gidince anlarsınız...
Can sıkıntısı geçti. Bir şiir sinir krizinin eşiğinde olanları sakinleştirebilir...
'İstanbul sokakları / ruhumdur benim. /  Doyumsuzluk içinde olamaz onlar /  kalabalıklarda itişip kakışmalar ve trafik, /  mahalle aralarında nerede bir şey olursa ama, /  tüm gözlerden uzaktır alışkanlığın ruhuyla, /  gün batımının yorgun ışığı yaşamı anımsatır, /  ve belki o kederin dışında kalanlar, / avuntu veren ağacın dirim veren gölgesinde, /  nerede gösterişsiz aralıklarla küçük evler varsa, /  ulaşılmaz özlemlerin birbirinden ayırdığı, / yeryüzünün ve gökyüzünün kaygı veren enginliğinde /  özünü yitirmişlerdir. /  Yalnızca biri için umuttan söz edilebilir /  çünkü dile gelmez binlerce ruh yaşamaktadır orada, /  oyalayan gözetleyen tanrının ve zamanın boşluğunda /  ve kuşkusuz kristaller kadar değerli paha biçilmez. /  Batıda, Kuzeyde, ve Güney'de /  o sokakları tanıyorum-ve biliyorum onlar benim ülkem: /  açtığım yolların şu onulmaz sayrılığı içinde uçabilirler /  sevinçle onları simgeleyen bayrakların flamaların eşliğinde.'
















GO
Yinelenmeyen şey gerçek değildir, Philadelphia deneyi gibi, güneş gökte sallanıyordu desem ne olur, Tunguska olayı, 'Öldürülemeyen ölümlü” benzetmesini sonuna kadar hak ediyor Rasputin, sanırsınız dokuz canlı, üç insanı öldürebilecek kuvvetteki siyanürün öldüremediği, sonra iki el ateş edilmiş, halen ölmediğinin anlaşılması üzerine, sopalarla dövülmüş, sonra alnının ortasından vurulmuş ve donmuş Neva nehrine atılmış, Ryukus Üniversitesi Sismoloji Bölümü’nden, padişahların hiç biri hacca gitmemiş aman ne mantık, hac için Vatikan'a geliyorsa insanlar, papa hacı olmak için Kudüs'e mi gidecek, bir halifedir o, su yanar mı, taş sıvı mı, orman ne demek, en iyisi bir şey anlatmak, Selimpaşa'da yürüyordum, ok yılanı çıktı karşıma, gerçekten ok gibi yılan, insan çoğu yaratıktan korkuyor, küçücük bir çıyan, yavru bir baykuş, tavandan sarkan örümcek, Jean Valjean, Paris kanalizasyonlarında saklanıyordu yanılmıyorsam, okurken korkmayı düşünmüyor insan ama başına gelse korkar her halde, John Steinbeck'in Fareler ve İnsanlar'ında Lennie'yi unutmadım cebinde fare taşıyordu, metafor olarak sonsuz anlamlar taşıyor ama bir deliye bu görev düştüğü için dengeyi buluyor ve delirmiyoruz diye düşünüyorum, oysa sağlıklı biri, -ne demekse- cebinde bir fare taşısa, hemen deli yaftasını yapıştırırız, peki gerçekten bir deli ya da debil taşırsa fareyi neden anlamlı geliyor ki bize, demek ki delilerden öğreneceğimiz çok şey var, ilginç, yazı yoluna girdi, roman kahramanlarından söz edeceğiz olabildiğince, Oscar Wilde'ın meşhur romanı Dorian Gray'in Portresi'ni beğenemedim, nedeni şu, bir insanın, güzelliğiyle, gençliğiyle bir yüzey sorunu olarak, yaşlanmasını ve genç kalmaya çalışmasını ve paradokslara kapılarak, acılara boğulmasını sağlıklı bulmadım, güzellik nedir ki, anlam kazanmayan hiç bir şey değerli olamaz, ama Dorian gibi kaygılar taşıyan insan pekala olabilir, asıl ilginç olan şu bence, yazacak bir şey bulamayınca, baş parmağını kalemtıraşa sokarak çeviren insan, bir İtalyan filminde senaristin başına gelen, bu adam Dorian'dan çok daha kompakt bir insan, ama gönül bu, insan meraklı bir hayvan, hangi ormanda, hangi Huma kuşunun peşinden koşarsanız koşun, koşunda, gerisi şaşılacak bir şey değil, Sarduvan'da Kavruk diye bir adam var, çocuk aslında, o kitapta kendi kaygılarımla karşılaştım diyebilirim, kitabı sevmenin nedeni buysa herkes sevmek zorunda değil diye çok düşündüm, ama o kitap insanlığın içsel acılarını dile getiriyor, dediğimle sevmek arasında doğrudan bir bağlantı yok, Solaris'ide çok sevdim, orada, uzayda bir yerde felsefi boyutta anlatılan bir şeyler var, gerçekte bir tür Sarduvan, demek ki sorun kitapların size yakın olmasında değil, insanlığın derin kaygılarını dile getiren şey pekala etkileyici olabilir, bu düşüncemi kanıtlamak isterim, -kanıtlamak- teoremde saçma bir duygudur ama, bir şey kanıtlanmaya kalkışılıyorsa edebiyatta, orada sığlık başlıyor demektir, edebiyat bir denizdir, yüzeceksin, içeceksin, düşüncenin hazzıyla kendinden geçeceksin, olması gereken budur, -kanıtlıyorum bakın- İnce Memed'i yıllar ve yıllar sonra yeniden okudum, hemen hiç beğenmedim diyebilirim, manipülasyon ve format çağları, Beatnikler, SSCB, devrimin çocukları, Guevara, Maoizm, goşizm, sosyalizm ve sosyal emperyalizm çağları, her şey bir illüzyon demekten alınmayın, bunu çok geniş bir skalada düşünürseniz gerçeklikle bağı var, işte İnce Memed iç dünyasında bu tür romana hazır kitleleri büyüledi, zaman geçti ve onu salt bir roman olarak okuyunca, fotoroman olduğunu anladık, acı bir deyim, ama düzeltelim, görsel bir metin, bu yeterli, bir gün bir yazarımız, mitolojiye düşkünlüğümü görünce, İlyada ve Odysse'yi oku demişti, çok alındım onları okumasam neden mitolojiye merakım olsun diyemedim, doğu mantalitesi duyguyla hareket eder denir, pek aslı yoksa da, az gelişmişlikte bu gerçekten gözlenebilir, doğu övgülerde bulunmaya, öğüt, tembih ve öneriler sunmaya bayılır, bir şey olmaya, bir şey sanmaya o denli sevdalıdır ki, bir şeyi merak etmeye zaman bulamaz, onun için olmak, oluşmaktan önce gelir, sabırsızdır, doğu sondan başa doğru yaşamayı sever kısacası, traktör almadan çiftini sürer, tınazını savurur ve sevdiceğinin koynuna girer, bir de bakar ki bu bir rüyadır, onun için yaşamını öbür dünyaya hazırlık olarak görmekten sakınmaz, hep sonrasının ve hep en sonrasının düşlerinin sanısı içindedir, şimdiki zaman kavramı yoktur onun, gelecekte yaşar, ayağı yere sağlam basmaz bu yüzden, cenneti düşler ha bire, görmeden duymadan, cehennemle korkutur kendini, tanrısıyla avunur gündüz ve geceleri, güneş nereden doğar deyin, nereden doğduğuna bakma der, ısıtıyor mu ona bak, ısıtıyor deseniz, çoluk çocuğunu da ısıtıyor mu der, evet deseniz, hayır hasenatta da bulun der, yarın hesap vereceksin, kısacası onu bugün ilgilendirmez, hiç bir zaman gelmeyecek olan yarının hesabı içindedir o, yarın diye bir şey yoktur oysa, matematikte yarın mutlak ve saltıklıkla ve yalnızca bugünün adıdır, olasılığın gerçelliği elbette vardır, ama olasılıklar bugünün toplamıdır, dünün harmanladığı bugünün, yarında, bugünün harmanladığı yarınsa, gerisini siz düşünün, tümden gelim, tüme varım, tanrım gelecekten korkmak, ipeksi tülden yumuşak karnım, bir şey anlatamamış gibi olmam çok yerinde, doğu insanının anlatanı da anlatamayanı da aynı kapıya çıkmasaydı eğer bu ayrımlar olmazdı diyebilirim, kendimi korumaya alıyor gibi görünebilirim, doğu dedim ya, lafın altında kalmayacak, hiç bir zaman, hep altta kalan hiç bir zaman altta kalmaz ki diyen biri çıkana dek, yazmak işsiz güçsüz sektörüymüş, boş vakit cambazlarının -madrabazlarının desek alınırdık-  uğraşı, boş konuşuyor olabiliriz, 'şob amşunok- Korsikalıların sözüymüş, evet de en çok beğendiğim kitaplardan biri, en çok beğendiğim kitap diye bir şey yok, bitirdiğim her kitabı beğendim, Katip Bartleby'yi bu denli beğeneceğimi bilemezdim, şimdi denizci yazın eri Melville'i mi beğenmeli yoksa Bartleby diye biri mi var, onun hakkını yememeli mi, yazında bir sorunda bu, insanlar İvan İvanoviç var mıydı demeye bayılıyor, Don Kişot'u tanırım, Cervantes onun hayatını anlatan kurnaz ve üçkağıtçı biri, bir de Mehmet Kartal gibi kendini anlatanlar var, hırsız adam, Jean Genet gibi, bir benzeri, bir benzere benzetmek aczini her daim gösterir doğu insanı, Mehmet Kartal çok beğendiği bir kotu, alttaki balkondan balık oltasıyla yukarı çekince, kotun sahibi ona aylarca yakınmış, yahu nasıl oluyor da kendiliğinden kayboluyor diye, çalındığına inanmıyorum çünkü hiç bir iz yok, çalan hepsini çalar, eve girer diyormuş, küçücük bir doğu masalı işte, gökyüzü meleğinin giydiği kot, meşguliyetimizin sonuna geldik, Borges gibi, roman yazacak kadar uzatmaya henüz vaktimiz yok, ama roman yazmak gerekir, adı Vlademir Burkony, sanatçı olmak isteyip de, kenar mahallelerde, izbe köşelerde, 'Joker' gibi dudakların parıldadığı, can güvenliğinin hiçe sayıldığı yerlerde, afyonkeşlerle keman çalarak ölüp giden, ölmeyip, yaşamdan ümidini kesince, canına kast eden, kasvetli otel odalarının kemankeşi, hiçliğin şairi Burkony'nin,  kederini taşımaktan bıkınca, bahtını öbür tarafta denemeye kalkıştığı yaşamı, kim yazarsa yazsın bir gün yazılmalı, '"bu bir kılıç balığının öyküsü / yazılmasa da olurdu. / ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu / uskumrunun arkasından gidiyorduk / sürünün içinde ben de vardım / sırtımda bir zıpkın yarası / mutlu olmasına mutluydum / nedense gitmiyordu kulağımdan / bir türlü o "ağ var!" sesleri / deniz kızı girmiş düşünceme / ben iflah olmam / dalyanları birbirine katmak / orkinosların harcı / dolanınca ağa çok geçmeden küserim / bir çocuk bile çeker sandala beni / bu kadar ağır olmasam / beni böyle koşturan yaşama sevinci / kanal boyunca bir o yana bir bu yana / siz yok musunuz, siz derya kuzuları / kestim kılıcımla karanlığını dibin / yakamoz içinde bıraktım suları / ah aysız gecelerde olur ne olursa / sırtımda bir zıpkın yarası / alın beni mor kuşaklı bir takaya / götürün / iri gözlerimde keder / kılıcımda hüzün / satın beni, satın beni /  rakı için", Burkony için şu şiirde uygun, aynı şiirleri yineleyip dururuz ama, yaşamda yinelenme sürdükçe, yineleme sürecektir, ''Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilahisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum.'', şu yazı hiç bir işe yaramayabilir, ama son bir şey söyleyeceğim size, yine hiç bir işe yaramayacak, ama söylenmesi gerekiyor...
 Acıdan söz eden hiç bir şey şiir değildir!..


PERİYODİZM
 Geçmiş çağlardan bugüne hiç bir şey, hiç bir kültür, bilimsel, sosyal, sınai ya da ekonomik hassalardan hiç biri birdenbire ortaya çıkmamıştır. Tansık masallara özgüdür, Alaattin'in lambası, haramilerin mağarasında olan biten yalnızca bir masal, bir söylencedir. Parayı Lidyalılar bulduysa eğer, değiş tokuş ve trampanın kolaylığına ulaşabilmek için yaşanan zorlukların getirdiği zorunluluklardan dolayı para kendini icat etmiştir!..
Siraküzalı Arşimet, Romalıların sürekli saldırıları karşısında güneş ışığını gemilere tek bir odaktan yansıtarak yakan aynaları yapma düşüncesine ermiştir. Olağanüstü hiç bir şey yoktur dünyada, sihirbazların ikiye bölünen insan oyununda iki ayrı insanın varlığını öğrendiğimizde, olayın basitliği karşısında, olağanüstülük arayışımızın ne denli komik ve küçük düşürücü olduğunu sezdiğimizde, sihirbaza değil kendimize şaşarız.
Bilim gereksinirlikten doğar, çok önceleri, İskenderiyeli Heron buharın gücüyle gemileri ya da teknik, makinevi aletleri, işleri yapacak bir manivelanın geliştirilebileceğini sezmişti. Ama Roma, Quo Vadis Roma, kölecil toplumun kolaylıklarının ve sorunun serflerle daha kolay ve düşük ücretle çözülebileceğinin ayrımındaydı, Heron'un buluşu bir fanteziydi, sonuçta insanlığın alacağı yol, bir sonraki gelişmeyi öncelemeyeceği için Heron'un buluşu kağıt üstünde kaldı ve tarihin karanlıklarında yerini aldı.
Petrol, öldürüyor bugün uygarlığımızı ama elektrikli araba, araç üretimine geçmiyoruz, neden, ekonomik göstergeler, karteller, holdingler, tröstler, yığınlar, mekanizmalar, topraklar ve insanoğlu petrol ekonomisine dayalı bir uygarlığın esareti altında, petrolü terk edersek, doğacak kargaşa, bilin ki elektrikle doğacak cennetin geleceğini bile ortadan kaldırır. Büyük kalkışmalar niçin kan seline dönüşüyor, bu nedenle, bir kolaylık insanoğlunu kurtaracakken, diğerini terk etmek sayısız kitlelerin açlığına, işsiz kalmasına, armageddon savaşlarına yol açabilir, hiç bir kolaylık diğerinin zorlanmasına yol açmamalıdır, 'Glasnost' 'açıklık' ve 'Perestroyka' 'yeniden yapılandırma' gibi -kargaşasız- yumuşak geçişi öğrenmek zorundayız, gerektiği yerde ve gerektiği zamanda... Belki ortak karar ve ortak geçişi yapabiliriz ama... Tek tansık budur yaşamda, sağ duyu ve hepimizin birer cennetlik olmaklığı...
Bugün aya gidiyorsak, artı değerin tanıdığı fırsatlar sayesindedir, evet bu bir gelişmedir, ama gönül ister ki, insanlık artık, kalıcı ilkelliklerimizin pençesinden kurtulsun, aya giderek masalları gerçek kılıyoruz ama hala çocukların kıyıya vurmuş cesetlerine timsah gözyaşları dökmekten kendimizi alamıyoruz. Tanrımız, krallarımız ve tebaa işbirliği içinde demekten kendimizi alabiliyoruz ama!..
Projeksiyonu yerele yönlendirdiğimizde şunu diyebiliriz, Osmanlı'da diyor bilim adamı, Seydi Ali Reis ve Ali Kuşçu hiçlendi, Takiyüddin'in gözlemevi bir gecede mimlendi, padişaha meleklerin mahremiyetini gözetliyor diye şeyhülislam şikayet etti onları!..
Galatı meşhur ifadeler olabilir ama, gerçek diyelim, bakın aynı dönemde Avrupa'da bilim adamları yakılıyordu, kadınlar cadı diye yakılıyordu, kadınların bu coğrafyada bu denli aşağılandığı vaki olmadı, edimlerin yer değiştirebilirliği mutlaktır ama... Sorun biz de iyiyiz ya da onlarda kötüydü demek değil, insanlık arasında inanın sanıldığı kadar uçurum yok, Mari Antuvanet saraydan leğenle dışkısını atan bir ahvalin çocuğuydu, Osmanlıda hamamlar vardı vs diye sözü sürdürebilirsiniz, ama domuz kılıyla inanç evlerinin badanası yapılamaz gibi batıl inançlar sizi bekliyor ya da patlıcan ve kıldan yaşam ürer mi gibi saçmalıklar sizi bekliyordur. Tansıklara bel bağlamak, düşleri uçurur evet ama ipsiz balon ya patlayacak ya da kaybolacaktır. Avrupa'da tembel krallar, cadı bayramları da aynı argümanların ürünüdür hiç kuşkunuz olmasın. 
Seydi Ali Reis Portekiz donanmasına yenildi ve Hindistan'dan yaya geldi diyoruz, Magellan öldürülmedi mi, IV Henry (VIII. miydi, her şey mi bir yineleme) Kanossa kapısında, karlar altında beklemedi mi, tarih yineleme değil mi, başkalarının maceraları bilime, yaşama, sosyal politikalara ışık tutarken, Mirat'ül Memalik'in değeri neden bilinmiyor... Günümüzde?.. Acaba bugünün Anadolu ülkesi bir şeylerin hortlamasından korkarak mı bunlardan uzak duruyor, kendi bilim insanlarının, değerlerinin, geçmişle bağları var diye, gözden uzak tutacak bir toplum skolastiktir ve kendi bağlaşıklarını yadsıyarak, uçuruma güzelleme yakan çılgın aşıklara benziyordur olsa olsa, bir tür ölümseverlik, ölüsevicilik, özkıyımcılık daha doğrusu... Birde 'Otofobi' kendinden korkmadır bu!..
Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî’den matematik ve astronomi dersi aldı.
Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdı.Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449'da hacca gitmek istedi. Tebriz'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih'le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra, o zamanlar Kızıl Elma diye bilinen Bizantium'a, Fatih'in davetiyle İstanbul'a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi. 
Bu dipnotların neresi bir bilim adamının softa gibi görülmesinden ya da bizde bilim yok anlayışına hizmet edecek mottolardan oluşuyor. 
Seydi Ali Reis Galata'da doğdu. İstanbul'un fethinden sonra Sinop'a yerleşen denizci bir ailenin oğluydu. Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. 1522 yılında Rodos seferine katılan Seydi Ali Reis, Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrinde bir çok deniz seferine çıktı ve Batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze Savaşı'ndan sonra adı daha çok duyulmaya başladı. Trablusgarp'ın fethi ile biten harekatta Kaptan-ı Derya Sinan Paşa ve Turgut Reis emrinde çalıştı. Basra'da, bir Osmanlı donanmasını Süveyş'e getirmek için, 1553 yılında Hint Kaptanı tayin edildi. Seydi Ali Reis 34 parçalık Portekiz donanması ile Güney Arabistan sahillerinde karşılaştı. Fırtınaya ve şiddetli düşman taarruzuna rağmen Demen kalesi önüne gelebildi. Burada karaya oturan üç gemiden sonra, elinde kalan altı gemiyle birlikte Güceret'in başkenti Ahmedabat'a gitti. Süveyş'i geçemeyeceğini anlayan Seydi Ali Reis gemileri ve mühimmatı satarak parasını İstanbul'a gönderdi ve üç yıl Osmanlı ülkesi dışında yaşadı. 1557 yılında İstanbul'a döndüğünde, mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar yüzünden suçlu görülmedi. Önce müteferrika yapıldı. Ardından Diyarbakır tımar defterdarı tayin edildi. Bir süre Şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı. Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu. 1562 yılında İstanbul'da öldü. Aynı zamanda bir şairmiş, nerede şiirleri bu bahtsız bilim kahramanının ve sorumlusu kim, sorumlusu şimdiki zaman içinde bir 'müstakim' bunu iyi bilin!.. 
Bundan daha iyi bir sergüzeşt ve dünyayı araştırmaya yönelik bir yaşam öyküsü olabilir mi... Takiyüddin'de böyle... Gerileme devrine girmeyen imparatorluk mu var, bu denli sığ bir düşünceyle geçmişinden kopan bir toplum, neyi amaçlayabilir, biz bir şey bilemeyiz, gelin bize öğretin, öğretmişlerdir sanırım.
Sorun şu olabilir, İslam coğrafyası veya Türki dünyası ne derseniz deyin, evet geri kalmışlar, Avrupa geri kalmışlığına İngiliz sanayii devrimi, 1789 Fransız kalkışması, 1856 vakası, 1917 Rus devrimi, insanlığın halı sahası Amerikan rüyası ve diğer tepkimelerle son verdi, domino teorisi gibi Avrupa uyandı diyelim.
Avrupa, batıya bağımlılıkla kurulan ve belki iyi niyetli Anadolu topraklarını bloke etti ve Osmanlı'dan beri kalıcılık gösteren geri kalmışlığın sürmesine yol açtı. Batı kültür enjekte etti bize evet, ama fason boyutta kalmak kaydıyla, bugün ülke insanı, baleyle, operayla, piyanoyla çağdaş olunabileceğini sanıyor, oysa bütün bunlar üst yapı enstrümanları, yani alt yapıda, ulusal üretim, sanayi ve kültür olmadan, geliştirilmeden, üst yapı kurumlarını hayata geçirerek çağdaş olamazsınız, ancak terör ve anarşi ligini kurmuş olursunuz, dış mihraklar, içimizdeki lejyonlar, Truva atları vs şarkılarıyla...
Geri kalmışlığınızı, dine, köylülüğe, bilisizliğe veya her hangi bir şeye yorarsınız, herkes kendisinden başka herkesi suçlar, yetersizlik ve yeteneksizliğin baş tacı olduğu toplumlarda!..
Ülke sosyal alanda, resimde, edebiyatta, müzikte ileri gidebilir (öyle mi), bütün bunlar üst yapıdır, roman, müzik ve diğer enstrümanlarla bir ülke gelişemez, bu paydalar ilerlemenin paralel unsurlarıdır, yerli araçlar üretemeyen, kendi gıdasını, tahılını, ürününü değerlendiremeyen, aksine dışardan almaya kalkışan bir ülke fason ve yarı sömürgedir.
Yapılacak şey, Platon'un akademilerini çoğaltmak, yerli üretim ve işbirliğine soyunmak, sanayii güçlendirmek ve 'olağanüstü' düşlere kapılmaktır!..
 Zor bir şey olamaz, tek sorun fason iradenin yerini, benmerkezci iradenin almasıdır, benmerkezci bir ulusal geçiş harekatının cesaretini gösterebilecek bir erk birliği ve toplu atılım düşüncesi... 
Başkaları, garp veya cenup güçlü, biz onlar gibi olamayız, biz bilemeyiz, geri kalmışız diyenlerin hepsi uyuşturan sevdanın bağlaşıklı çocukları, görünmeyen bir boyunduruğun kuklaları ve belki de istemsizce Truva atlarıdır.
Koreler uyandı, Çin uyandı, İran öyle, kim diyor sorun bunları ve ama iki arada bir derede bölünmüş Anadolu insanı ıstıraplar içinde!.. Ağlama duvarı, arabesk ve avrobesk bir zindanın zadeganları!..
Batıya veya başkalarına özenen her topluluk, fason ve görünmeyen bir 'forza' ve forsalıkların ülkesidir. Bilim, ilim, özümsenir, içselleştirilebilirse gerçektir. Dışardan alınan her şey; 'Asansörde keçi var' masalına dönüşebilir ancak. Yukarıda saydığımız ülkeler kimleri taklit etti, taklit aslına hizmettir diyebiliyoruz üstelik ve gerçek kendini taklit edebilir yalnızca!..
Başkalarının diliyle, kültürüyle dünya uygarlığına katkıda bulunmaya kalkışan, bir türev ve versiyonlar cennetinin mankenidir, o bir hiçtir ve yaptığı deyim yerindeyse bir gölge boksu ve utanç vericidir. Kültürel katkı, kendine, kendisine sıkı sıkıya bağlı bir tanrısallığın göstergesidir.
Onurunu geri almak ve yücelmek istiyorsa toplumlar, yolunu kendi çizmelidir, başkalarının yol göstericiliğinde, yalvaçlığında uçurumdan atlayan koyunlara dönmekte var, mezarlıklarda düşlere kapılmakta, yol çizenlerin, yol gösterenlerin, yolunu kesmedikçe, ağzımızdan köpükler saçarak otlar, 'naralar atarak' göklere çıkabilirsiniz belki ama bir arpa boyu ileri gidemezsiniz.
İnsanlığın yazgısı ortaktır ama günahlar pay edilir.













OTOKRAT
Vasatlık estetiğidir yaşamımız, siyasi mizojen bir devlet geleneğinden geliyoruz, büyük sanat, kendini ister sözcüklerle, ister renklerle, ister görüntülerle dile getirsin, yinelemelerden uzaktır, üretimi için kurallar veya modeller gösterilebilen hiç bir şey büyük sanat yapıtı değildir, tek düze ve yinelemelerin sanatı karanlık ve ölüdür, Musa'nın denizi ayırması, İsa'nın ölüyü diriltmesi, Ömer'in İran'daki orduya sesini duyurması, Tevratın on emri, Hıristiyanlığın çeşitli maksimleri, Müslümanlığın kozmik ilkeleri. 
Öyleyse... 
Homohome, uzay boşluğundaydık. Mauritia ve Rodinya'dan geçiyor; ‘Cogito ergo sum’dan ‘Digito ergo sum’a doğru gidiyorduk. Otofazi artıyor, Triangulum yanıyordu. Çen Guangbiao oksijeni piyasaya sürmüş, Amele Birlikleri Miklagard’a kanal açıldığını görmüştü.
Kuarklar eşliğinde Satürn’deki ofisimize geldik.
Neandertal klonluyor, lemmingler ve kar tavuğu üretiyor, binlerce rüzgârla, bağırsak florası ve biyo yakıtlar gezegeni süslüyordu. 
Tanca'da, manolya bahçelerini gördük, günbatımı Petra Vadisi'nden geçtik, mor külhani yeleleriyle Berberiler fener alayındaydı, eseme ve farmakoloji düşkünlüğü vardı.
Tartus'da onu arıyor, Flotilla 13'ü soruyor, Osirak nükleer reaktörü, Al Kibar plutonyumunun üvey kardeşi mi, diye hipotezler üretiyorduk.
Negrilisin’in hükmü sonsuza dek sönümlendi, anlağı kaotik Joyce, Hiçkimbaba, Cellatnemrut ve Numançiçeği diyor, fasit bir dairede Lübnan selvileri, kokularla bulvarlarda yürüyordu.
Işığın menisi, kurşun deposu penisler, Nepal biçemli uterus, egomenler ve küskün Sumatra, kent denizlerinde bir Grek vazosu gibi duruyordu.
Trigonometri ve tiktaklar dizisi yer değiştiriyor; Kato senatoda, tanrı ve insan türü kendi yarattığının yarattığıdır diyordu.
Kapitole yağmur yağdı ve Lord Harry yerde yetişen yonca yeşil olur diyerek gerçeği vurguladı. 
Işıltılı çehre, Hint sümbülü ve havlayan kedi aramızdaydı.
O an, Büyük Brother, Düşler Atlısı ve stronsium bir ortaklık kurguladı.
‘‘Papa Peter her gece yatağına işer
Ayrımız gayrımız yok, böyle de olsa beşer’’
Fosfor yanığı merdivenlerin yarısına kadar geldi, eğildi ve medüzünden sıyrıldı, birden o tuhaf şey göründü, yarı karanlıkta, ölü deri parçasını yoklar gibi arandı ve kör hançeri güç bela derinliğe saplandı, sönmüş bir galaksi gibi hiçbir yaşam belirtisi yoktu, ikili sarmalda yaşlı siborgun çığlıkları yankılanıyordu.
Erdemliler ve meşaleciler gruplara ayrılıyor, çenesiz Çinliler ve tavus benliler çoğalıyor, Cem'de dünyayı Mars'a benzetiyorum, yaşam belirtisi var ama yaşam yok diyordu. 
Göl kedilerinin soyu tükendi. Ranvier boğumları hız sınırını geçti. Galanthus -karga soğanı- güneşte de açıyor, kuvarsit ve arduvaz kayaçları, güz ertesinde sabır çiçekleri gibi patlıyordu. 
Kambriyen dönem ve mastodontlar enzimi kendini yeniliyor, uzaklarda kabaran Tetis denizinde nautilus yüzüyor; San Andreas fayı açılırken, hydromeller ve puhuların gözleri saf karanlığı görüyordu... 
Her izm biraz faşizm barındırır dedi Tarık, mineral yiyen ve elektrik içenlerin ülkesine geldik, Melkisedek ayini parıldıyor, Anka kuşu yumurtluyor, etekli bir İskoçyalı geçerken, kuzeydeki kulübelerinden el sallıyordu İskandinav köylüleri!..
Karanlıkta kuğular gibi esiyordu horoz rüzgârı.
Güney Haçı yanıp sönüyor, Karaağaç'tan herkes kaçıyor, tek bir insan oraya doğru koşuyor, Kız Kulesi’ndeki betikler bir şiire dönüşüyor ve sonsuzlukta 'Sayrılar Evi’nin kapısı özlemle açılıyordu.
Üç ayaklı keçi, uzun boylu masmavi tazılarla altın kapıdan süzülerek geçti ve O; hışımla kükreyerek ‘Pendafrodit’ olanınız kim dedi!..
Öne çıktım.
‘Tanrımız sizi görmek istiyor!’
Başımı öne eğdim ve ‘Şiir, insanın sonsuz yolculuğunda gizençli, eşsiz bir kanat sesidir’ dedim.
Öyleyse...
Sinüs bahçelerinde geçirdiğimiz günler
Elektromanyetik ray topları
Ve orada 
Güz sonunun rengârenk yağmurları.
Savoke Company cadıları
Origami robotlar....
Ve sonsuz Heartbleed çağları
Kendibeslek Başak yıldızı
Lorentz gücü
Ve Gökkuşağı Savaşçıları
Konvansiyonel akımlar yurdu
Klunder ve Velocitas eradico.
Ve Mesih'in çocuklarına
Hızlıyım kaç uyarıları.
Onu aradım, neredesin baba dedim, 
uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan 
başka bir şey göremedim yalvarışları...
Işık savaşları
Jack'ın manyetik rezonansı.
Gün boyunca ekranda göründüğümüz gün!
Kulakları sağır eden gümbürtü
Frekanslar ve boyutlar
Lenf hacimleri.
Ve oralarda
Usların dışında 
Yükselen faz diyagramları.
Ve bizden sonrakilerin eyer ve derisi!..
Ve uzaklarda ışıldayıp duran
Sonsuzluk ve gölgesi.
Tanrının tahtı ve ötesi!
Genetik kombinasyonlar
Risperidone fetişi
Ve cuvier gagalı balinalar.
Geo dataları
Denis Villeneuve
Urban çağları 
Delirium trans
Ve maniheizmin 
Yosunlu atlas halatları.
Ve yukarda
En yukarda
Bütün görkemiyle dikilen
Friedrich Barbarossa!
Ve aşağılarda Göksu deresi.
Ve tözler anlamakta zorlandığımız şeyler
Formatif tümceler söylenceler lejendler
Ve Kolombiya ve Tuncalar
Ve bourgeois downland
Ve kıyı boyunca sarin depoları
Uzay formasyonları
Ve coşkuyla koşarak yürüyenler
Ve öylesine uçuşan sinek
Ve kendi halinde yüzen destroyer
Ve uzay dolmuşları yelkenliler
Kahkahalar, çılgınca dönen balerin
Havada!
Ve ayaklar altında ve yamaçlarda
Sessizce dolaşan karınca!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder