18 Mayıs 2019 Cumartesi




VODVİL
 
Sardunya Yahudesi
İşte kartala bindi
Ak gerdanlı nimfalar
Sedir ağacından indi
 
Geçiyor bulutları
Bir mavicik balina
Can canını bağladı
Şu yaşam ağacına
 
Turna gibi ordular
Şarap rengi denizde
Beyaz dişi koyunlar
İnsanlar gibi işte
 
Kızıl buğdaylar günü
Güzel dizlikli hoplit
Selin coşkun suyunda
Çangırdar elektrik
 
Boğalar çift tırnaklı
Atlas yeleli atlar
Fildişi kulesinden
Süt Yolu'na baktılar
 
Keten ve burçak mavi
Kutsal lotüs çiçeği
Boy atsada arpalar
Kargışlandılar şimdi
 
Çiğ et yiyen ülkede
Dağ domuzundan beslek
Güzel huylu kadınlar
Tanrıcıklarına denk
 
Işıldıyor kılıçlar
Gümüştendir kınları
Oluk gibi akıyor
Boyar'ın atlıları
 
Taze etçik kokuyor
Çam ormanı arkası
Tunç renginde tolgalar
Yahşi ülke burası
 
Oraklar sarı başak
Ak dişli köpekleri
Çomaklar ve kelebek
Neptün'dendir günleri
 
Sincap fare kurbağa
Küflüdür sarayları
Okçu tanrı Apollon
Ulu titan halkları
 
Kutlu tanrı muştusu
Tahılların dölüdür
Kuytularda boğazlar
Et ve kemik gülüdür
 
Pagan çağlar geliyor
Sürülerle otlaklar
İlk çağ türkülerinde
Güneş rengi mızraklar
 
Kın ve kılıçlar bil ki
Silvia'nın ikizi
Beyaz atlı prensin
Cadıdandır terkisi





MİDDLE EAST
Gerçek, bir illüzyondur, yalnızca bir illüzyon. Einstein bunu söylerken, göreceliliğin yaratılışımızın ve yaşayışımızın birincil kuralı olduğunu  anımsatmak istemiştir sanırım. Özü şu, göklerin terazisinde hiç kimsenin, hiç bir toplumun haklı ya da güçlü, doğru veya yanlış, iyi ya da kötü, özgürlükçü veya kölecil olduğunu kesenkes ve bir belit, bir tanrı buyruğuymuşçasına ileri süremeyiz. Işıktan geldik ışığa gidiyoruz. Karanlığa övgüler olsun çünkü o bize düş kurmasını öğretti. Biz kendi anlağının sınırları içine hapsolmuş, yinelemeden öteye geçemeyen tanrısal bir eşeyli hücre, kul sıfatını kendine şan edinmiş, evrensel birer köleyiz.   
Bütün canlılar savaşıyor. Aslan yaşamak için geyiği, geyik yaşamak için hemcinsini bertaraf etmek zorunluluğu duyabiliyor. Ölümüne olmayan şey, otçullar arasında, etçil ve hepçiller öldürmeyi kutsal sayabiliyor. İnsanoğlu hepçil. Üst varlık, tanrının eli ve gökler hakimi Gordon!.. Otçul günahkar değil mi, olur mu, otları, ağaçları, ormanları, kaynakları yok edebilir. Kendisine yönelik yok ediciliği olmaması bir teselli yalnızca, ama insan onu aşağılıyor, neden çünkü insan vahşi, hala bıraktığım yerde otluyor diye onu aşağılıyor, öküzün trene baktığı gibi bakıyor, inek gibi çalışıyor!..
Aşağılama yalnızca zararsızlara ve hatta yararlılara yönelik. Aslan gibi, kartal gibi, şahin gibi ne demek, hepsi ululama, kızılderililerde bile böyle bu, çalan, öldüren ve başkasının varlığına hükmeden canlı kutsal ve tanrısal sayılıyor. Bu açıdan bakıldığında değişmeyen bir uygarlık sisteminin yüzyıllardır süren kurbanlarıyız. Aya gitmiş olabiliriz, yeni yurtluklar bulmuş olabiliriz, ama hemcinsimize, kendimize ve soyumuza yönelik barbarlık baş tacımız, bir terminatör oluşumuz birincil ilkemiz. Uygarlık sistemini değiştirmemiz gerekir demek bile çözüm değil, et ve kandan oluşan bir nesneyiz biz, et ve kandan besleniyoruz, yazık, bunu mu değiştirmeliyiz...
Çözüm üretmeye çalışan hiç bir varlık, kendi düşünce sisteminin üzerinde bir çözüm üretemez, onun ürettiği çözüm kendisinin bir benzeri, bir türevi olacaktır, kan ve et yığını olan canlı, ondan kopacak bir çözüm üretebildiğinde artık o olmayacaktır, insan olmayacaktır, robotlar dünyamızı ele geçirdiğinde ve kendini her koşulda yenileyebildiğinde, daha adil bir uygarlık içinde yüzebileceğimizi düşleyebiliriz, o zaman biz biz olmayacağız ama, olsun, yazgılarının kurbanı olan bir insanlık ve bir uygarlık olarak özlemimiz bu değil mi, düşünce düşüncenin en büyük düşmanıdır, yazgımız bu bizim, somutun somuta olan düşmanlığı, soyuta yöneldiğinde, soyutun soyuta olan düşmanlığı gerçekleşebiliyor, çatışma, karşıtların işbirliği, monolog, diyalog, trilog ve sonsuz denizler... 
Ne ki Marks sorunu bir yakasından ya da  başka bir açıdan çekiştirmeyi görev bilmiş; dünyamız toplulukları, başlangıçtan beri üstesinden gelemeyeceği  sorunları gündeme getirmezler ve görünen, gerçek olsaydı eğer, bilime gerek kalmazdı. Bu yüzden biz,  yineleme olmaktan öteye geçemeyen bir yaratılmışlar ligiyiz. 
Turing'in sonsuz karmaşadaki kompüter kablolarını çiplere indirgedik, sonsuz karmaşayı bir gün sıfırlayabiliriz, ama içimizdeki şiddet ve kana duyulan özlemi -belki de ana rahmine!- bir gün dindirebilecek miyiz... Her şey giderek anlamsızlaşabiliyor, kendimizi düşüncenin denizlerinde yitirebiliyoruz, öyleyse biz kimiz... Kanatları, kuşun tüylerinden yoksun, ayakları çelimsiz tay hızında, karnı tırnakla bile delinebilir, en büyük zaafı, kalbi çarpım sayısının sonuna ulaştığında elveda diyebilen, beyni ise kafatası kemiklerinin zırhıyla kuşatılmış, uçmak isteyen ve ama kafatasının sarmaladığı kalenin burçlarına bir kere bile çıkıp ötelere bakmaktan aciz bir başsız kaplumbağa!.. Öyleyse şükürler olsun, öyleyse tanrımız bizi takdis etsin, öyleyse kozmos selam dursun haleluya, heyamola!..
Orta doğu tarih boyunca savaşların ortasında buldu kendini, savaş olmazsa olmazı bu canlının, bu hominidin tanrısı ve kulları bundan vazgeçemiyor, kurbanlar, ayinler düzenliyor, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik diyor, führer diyor, kral diyor, hükümdar diyor, bir kişi çıkıyor, milyonlara hükmediyor, tanrısı bile biricik, dediği dedik, görev paylaşımı nedir bilmiyor!.. Orta doğu, geçmişte cennetin yurduydu, kutsal kitaplarda Aden-Eden bahçeleri orada, kadim kültürler orada, Asur, Mısır, Babil, Sümer, Akat, Elam ve yüce Mezopotamya... İki ırmak arası!.. Yazı orada bulunmuş, gelmiş geçmiş en büyük sihir, Babil kulesi orada, tanrıya ilk meydan okuma, Nabukadnesor, Gılgamış, Firavunlar, Nemrud, tüm Abraham ve Sezarlar oradan geçmiş, İshak ve İsmael orada büyümüş, Yakup gökyüzüne ilk oradan tırmanmış, başka dünyalar aramış çamurdan doğanın çocuklarına, dünyanın tinsel havzası, Adem'in doğduğu yer ve insanlığın başkenti topraklar.
Tek tanrılı dinlerin beşiği, Musevi, İsevi, Muhammedi... Eden bahçelerinin tanrısal ormanları çürümüş, petrol olmuş, tanrının kanı, bir türlü paylaşılamayan, bütün peygamberlerin ana yurdu, Mekke İslam cengaverlerinin kutsiyeti, Kudüs Musevilerin, Musevilerin tariki İsa ise gene o kutsal kentin çocuğu, bir türlü paylaşılamayan ve egemenlik savaşlarının simgesi bereketli hilal!.. Dinlerin egemen olmak istediği toplumlar, sosyal, siyasal, ekonomik yığınların düello ettiği, cihat ve fetihlerin, haçlı seferlerinin bitip tükenmek bilmediği bir arena... İnsanlığın kolezyumu...
Sorun yalnızca ekonomik değil, kapitalist şovenizm değil, insanın ve toplumların şan ve hükümranlık savaşının yanında, tanrının sözcülüğünü üstlenme, tanrının insanoğullarına gönderdiği yetkili benim, benim sözüm geçerli gibi bir inisiyatif, otorite, göksel buyrultuların yeryüzündeki ileticisi, sahibi olmak gibi bir ruhani kavgada var orada!.. Her şey iç içe tabi, karnımız doyduğunda her yerimiz açtır ve her türlü işbirliğine hazırız ve yapabiliriz. Filistin bugün düşmanımız ama yarın dostumuz, İsrailoğulları lanetlidir evet ama, düşmanımın düşmanı dostumdur, Beyrut Hıristiyan, Dürzi ve mehdinin kullarıdır evet ama bir denge unsurudur, bayram olacak ve içgüdülerimiz doyurulacak, ilahi gövdelerimizin gereksinimleri dindirilecek ve ruhlarımız teskin edilecekse hepimiz katılabiliriz yortuya, yenenler ve yenilenler kutlamalarda başı çekenlerdir!..
Gelecekte ne olacak, kıyamet kopacak ve yok olacağız, tanrımız soluk alıp dinlenecek, yeniden düşünecek ve ademi bu kez çamurdan yaratmak gafletine düşmeyecek, formülü birbirini yok etme denkleminden kurtarmayı deneyecek ve kendisi aradan çekilecek... Güdülme gereksinimi duyan hiç bir varlık kendi başına var olamıyor. Belki de gelecek çözüme kavuştuğumuz bir asr-ı saadet günleri olacaktır, tansık gerçekleşecek, Mehdi ya da Mesih inecek, deccal gizlenecek ve sonsuz mutlan gerçekleşecektir. Ütopya!.. Ah evet nasıl da düşünememişiz, bu kadar kolay mıydı, arkamıza bir kere dönüp bakmayı düşünememişiz, önümüzü görememişiz, yukarıya baksaymışız keşke, eyvah yerdeki çukuru bilememişimiz...
Orta doğu iyi ile kötünün savaşı, tanrılarımızın düello ettiği yer, cennetin anayurdu, cehennem (Gehenna) toprakları, Nemrut'un doğduğu, Semiramis'in göz yaşı döktüğü, İsa'nın baba, baba diye haykırdığı, Musa'nın göklere el açtığı, Muhammed'in kabilesini albızın elinden aldığı, Meryem'in aklandığı, Davut ve Goliath'ın karşılaştığı, minik bir dünya, manik bir evren!.. Eğer dünya kılı kılına bir denkleştirme sistemiyle yeniden kurulmak istenseydi, Orta doğuya bakmak yeterli olabilirdi...
İnsan kurtulduğunda, kurtulmayı başardığında Orta doğu diye bir yer kalmayacak!.. Uygarlığımız ve onun varyantları, versiyonları, bir öncesini yinelemekten çıktığında, o gün, Orta doğu, eski dünyanın bir anısı olarak sonsuza dek saklanacak, gelecekte insanlar, aydan, Venüs'ten, yeni güneşlerinin içinden gelerek mavi topaza baktıklarında, Orta doğuyu arayacak gözleri ve işte diyecekler atalarımızın toprakları, birbirlerini öldürmeselerdi, biz olamazdık. Olmayacaktık!..
Biz, buna layıktık!..
(Evren belki bir estet, belki de bir şiir, buradan görünen elem veriyor olsa da, Borges'in, Spinoza'dan hareketle yazdıkları, durumu özetliyor olabilir.)
'Baruch Spinoza' 
 ''Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor
 pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o, 
 değerinde, sonsuzca ağır gelen.
 Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında.
 Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi.
 Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle
 Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor 
 damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara,
 sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle
 biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle.
 Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o,
 paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş 
biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır
 demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.''
Sürdürüyor...
 'Spinoza'
''Burada alacakaranlıkta, yarı saydam elleri
 parlıyor Musevi’nin kristal bardağında.
 Duygusuz bir uzantı, endişeyle renk veriyor, öğle sonralarında.
 Bütün günler, ikindileri, bitimsiz ve duyumsuz bir yinelemedir, 
 birbirinin eşi sanki.
 Elleri uzayın gök yakuttan minerali, çakılmış, berkitilmiş sınırlar, 
 varoşun duvarları gibi.
 Güç bela beliriyorlar, sessiz ve sakin adama, 
 zamanlar kazandırabilmek adına.
 Düş kuruyor, tasımlıyorlar, dillerin tutulup, 
ışıltıyla izlenebilsin diye labirenti.
 Tanınmıyor olmak üzünç ve sıkıntı vermiyor ona 
 (başka bir aynadaki düşlerin içindeki bir düşün yansımasıdır o),
 sevdalı değil, çılgınca ve delice sevmenin ürkek kadınlarına.
 Geçti o dönemler, özgürdür artık. 
 Söylencenin ve sözcüklerin göz bağcılığı adına durup,
 ölene değin parlatıyor inatla büyütecini. 
Şimdi en büyük haritalar, eni sonu olmayan, ışıltılı, 
göz alıcı tüm yıldızlar, onundur artık.''
(...)

















DO
 
Yer ve uzay teleskoplarıyım ben 
Jamais vu
Fantastik dünya çocuğu.
 
Ünanimizm aryaları
Su birikintileriyle dolu gezegen
Uranos ve Neptüna
Galaksimiz tek  kentten.
 
Mezosfer ve menopoz
Brindisi dağları
Erimiş maden
Kanton paryaları.
 
Çift güneşli dünyamız
Çölyak kundağı
Yaşlanılabilir bölgeler
Messina kuğuları
 
 
Ben-i yıldız çağları
Üsküp
Bir şey bilemiyorum
Bir şey
E=m.c.küp
 
 
 
 
 
 
 
 
 












VLADEMİR BURKONY
Düşümde mi gördüm bilmem, adam dedi ki, ölüleri yıkarım ben, karşısındakine der gibiydi, oda ölü yıkayan biriydi sanki, onlara kulak verdim. Bulutların üzerinde bir diyalog gibiydi, aralarında şu konuşma geçti...
'Bugün bu adamı getirdiler. Kemancıymış, ex listesinde Vlademir Burkony yazıyor adı. Ukrayna doğumluymuş, doğu bloku parçalanınca ekonomik yoksulluk nedeniyle göçmüş buraya, Antalya'ya gelmiş, ucuz barlarda çalmış yıllarca, ama idealist adammış, Mozart olmak istermiş o, Mozart, ama yazgılarımız yaşamımızdır, bilinmeyen bir akışın kurbanları ya da kahramanlarıyız... Sonunda sabrı tükenmiş, Mozart olamayacağını, yazgısının onu rüzgar gibi savurup duracağını anlamış ve insanın en son kaybettiği şeyi, umudunu yitirmiş günün birinde... 
 
Yoksulluğun saltanat sürmeye yarar ispirtosunu sonuna kadar içmiş, yaşamına ara vermemiş böylelikle, sözde bir geçişi amaçlamış yalnızca... Ölmüş elbette, yoksullara, umutsuzlara ve acımasız tanrısına yakışır cinsten... İspirto ve Mozart, garip diyesim geliyor yalnızca, garip...
Ama hiç bir şey bilinemez, hiç bir şey bilemiyoruz, hiç bir şey bilemeden yok olup gideceğiz biz. Vlademir Burkony 16 Şubat 2001 de yatağında ölü bulundu. Yaşamının en can alıcı tümcesi bu olmuş. O günden beri hep şu şiiri anımsarım, belki de onun için yazılmıştır, Kostas Varnalis'in, 'Yazgılar' adlı şiiri...
''Bodrumdaki tavernada / sigara dumanları ve küfürler arasında / yukarıda laternanın tiz sesi / bütün arkadaşlar içtik dün / dün bütün akşamlar gibi / 
acıları unutalım diye. / Biri diğerinin yanında sıkılıyordu / ve ara sıra yere tükürüyordu / Ah! ne büyük bir acıdır / hayatı çile çektiği sürece / hatırlamıyor beyaz bir günü… / Güneş ve firuze deniz / ve sefih gökyüzünün derinliği / Ah! sarı şeffaflığı şafağın / gün batımının karanfilleri / uzağımızda yanıp sönüyordunuz / giremeden kalbimize! / Birinin babası on yıldır / kötürüm -aynı hortlak- / diğerinin karısının günleri az / eriyor evde veremden / Maris’in oğlu Palamidi’de hapiste / Yavis’in kızı Gazi’de. / -Çarpık kaderimizin suçu! / -Bizden nefret eden Tanrı’nın suçu! / -Tehlikeli fikirlerimizin suçu! / -Hepsinden önce şarabın suçu! / ‘Suçlu kim? Suçlu kim? henüz / hiçbir ağız bulup söyleyemedi. / Bu yüzden, karanlık tavernada / boynu bükük içeriz daima / her topuk; solucanlar gibi / ezer bizi nerede bulsa; / korkak, talihsiz ve kararsız / Bekliyoruz; belki de bir mucizeyi.''
 
Yaşam nedir, bir ölüm aralığı, belki bir düş ya da oyun, umudunu yitirmişlere yakışan şeyler, belki de doğru ama yaşama uyumla sarılanlar, koşanlar ve onun ayrımına varmadan ona inananlar, tutkuyla bağlananlar yaşamı anlayamazlar, onlar yaşamın materyalleri olmakta ısrar ederler, yaşamın onları tükettiğini bilmezler, anlamak istemezler, yaşamı anlayabilmek için onun karşısında durmak gerekir, belki de ona karşı koymak gerekir ya da... Henüz tanımlayamadığımız o şeyi yapmak gerekir. Bu adam yaşadı, kısada olsa, bize acıda gelse, anlamsızda bulsak, bu adam yaşadı, yaşamak için onun ayırdında olmak, onun ayırdına varmak gerekir. Bu adam her şeyi gördü, anladı ve bizim korkunç diye niteleyebileceğimiz bir tepki verdi, kimse onun yaşamadığını söyleyemez, bir iz bıraktı o, davranışı düşüncelerimizi yönlendirmeye kalkışıyor işte, yorumlar yapmaya kalkıyoruz, irdeliyoruz, küçümseme, hiçleme ve övgüye boğmakta var içlerinde...
 
Bir gün babamı da yıkadım ben, o günden beri ölüme ilişkin düşüncelerim onu anlamak, hatta sevmek üzerinde yoğunlaşıyor, baba diyorum yanına bir gün geleceğim, öleceğim, bu daha ne kadar sürer bilmiyorum, acaba ölüm döşeğinde bir hiçliğe gideceğimden ve babama layık bir yaşam süremediğimden kuşkulanarak korkuya kapılacak mıyım, bilmiyorum, baskın düşüncem şu ki ölümden korkuyor değilim, her gün ölü yıkayan biriyim ben, belki de yarı ölü olduğum için işimi yapıyor ve ölümle şakalaşabiliyorumdur. Diyeceğim şudur benim, morgda parçalanmış cesetler, ikiye ayrılmış bedenler, gülümsemesi yarıda kalmış, çehresi asık insanlarda görüyorum, hiç bir anlam atfedemediğim nice ölüler, yüzü olmayan, kolsuz olabilen, yalnız yüreği kalmışlar, düşüncesi paramparça olup dağılmışlar, ne düşünmem gerekir diyorum kendime, az önce bir şey anlatıyordu bunlar, bir şeyi kesin bir dille, karşısındakine aman vermeyen bir şiddetle dile getiriyordu, gece sevişmişti belki de, belki de sevişmeyi düşlüyordu bu gece, kaç kereler para saymıştı acaba, kaç kereler hesap yapmış, edimlerini gözden geçirmiş, poliçelerini kontrol etmişti, ırmak kıyısına gitmiş miydi hiç, çarpmayan elektriği bulmak istemiş, baharın geldiğini sezmiş, karlarda yürümüş müydü, tatlı çığlıklar arasında...
 
Yaşamı aşağılamaya çalışırız, hiçlemeye çalışırız, umursamazca davranırız, öyküler uydururuz hep... (Meksikalı bir balıkçı kahvede oturuyormuş, varsıl bir Amerikalı gelmiş, ne iş yaparsın demiş, adam balık tutarım, onu satar geçinirim, kalan zamanda arkadaşlarla oyun oynar, çocukların başını okşar, akşamları karımla sevişirim demiş. Amerikalı daha çok çalış, daha çok paran olsun demiş. Balıkçı, peki ne olacak demiş, öteki, fabrikan olur, işçiler çalıştırır, paraya para demez, insanlara hükmedip, saltanat sürersin demiş. Balıkçı yine, peki ne olacak demiş, Amerikalı bir an düşünmüş, daha bol vaktin olur, arkadaşlarınla oyun oynar, çocukların başını okşar, akşamları da karınla sevişirsin demiş!..)
Yaşamı sıkça ciddiye alırız, hınca kapılırız, kindarlıkla süsleriz saatlerimizi ve üstünlük, güç, bilgelik ve ne aradığımızı bilmezlikle geçen bir yaşam ve sanki günahlarından arınmak istercesine buraya geliş, ellerime...
 
Onlara son kez dokunurum, üzülme yalnız değilsin, dün gelende senin gibiydi, üzülme bedeninin ezilmiş oluşu seni yüreksizin biri yapmaz, buraya tüm güzelliği ve sanki yaşıyor gibi bakışlarıyla gelende var, onlara biraz şaşmıyorum desem yalan olur, tanrım nasıl yıkayacağım ben bunu, kendisi yapamıyor mu, toprak nasıl öpecek bu tatlı bakışları, neden öpecek...
Yaşam ve ölüm iç içe, anlıyorum, anlıyoruz ama düşüncelerimizin yetersizliği korkutuyor beni, buradan gidiyoruz, acılarla, anılarla, alaylarla uğurluyoruz onları, serin bir gölgeliğin içine yapayalnız giriyorlar hepsi, tanrım orada ne var, kim var, neler oluyor, bir dönüşüm belki, anlıyorum ama bunca düş, düşünce, bilgi, eylem birliği, içgüdülerin, içtepilerin edimleri ne oluyor, hepsi birer kütüphane bunların, hepsi yaşamın dna'sını barındırıyor, hepsi birer tanrı deyim yerindeyse, öyleyse tanrı sürekli kendisini öldürerek neyi amaçlıyor, daha iyisini mi... Yoksa vahşi içgüdülerinin, dinmez acılarının, acımasızlıklarının bitmez tükenmez devinimleri mi bunlar, ne var orada, ne var... Bilebileceğimiz bir şey mi...'
Tıpkı ölüm gibi adam konuşmasını burada kesti. Konuşmasını sürdürseydi, ne söyleyeceğini, nasıl sürdüreceğini hiç kimse bilemezdi. 
 
O susunca, karşısındaki başını eğdi, ben dedi, annemi yıkamak zorunda kaldım bir gün. O günden beri ölüme ilişkin hiç bir şey düşünemiyorum.
 
Yalnızca yaşıyorum...








RİGEL
 
Biyom bulutsusunda etsi ülkeler
Virüs popülasyonları
Polidimetilsiloksan gezegen
Karot sondajları
 
Inspirator
Tinsel analizleri yurtluğun
Soğutucu arı kuşu ötüyor
Esnek sensörler ve piksel
 
Devinimsel eylemsizlik istemi
Karbon filtreler
Yumuşakça iniyor ölüm
Törel cinsiyet ve  ilk günler
 
Bluetooth modülü
Soyut paralel doğrular
Zaman yolculuğundaki 
Apaçık dolantılar
 
Germence öğrendiğimiz gün
Hilkat'in son sözleri
Evrenin iyeliğinde yüzen
Bir peri kelebeği
 
Hipokondri ve pirojen
İvermektin ve mikrofilarya
Irmak körlüğü-Meryem'in iyiliği
Ve Juglon zehiri
 
Kibrit otunda at kuyruğu
Dirimcil ve ölümcül sagalar
İşte koyutladığı varsılar
Özünü yansıtıyor şimdi
 
Bir homofil sarnıcı
Ay ışığının körlüğü
Ve orda geleceğin geleceği
Bilgeç gladyatörlüğü 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder