18 Mayıs 2019 Cumartesi



 ELEMANTER OTOMAT
Issızlık neden kendini belli eder. Aşağıda gelen yoldan, avlu içine girdiğim an, dünya ile bağlantım kesilirdi, tuhaf bir ses, sessizlik ya da sessizliğin sesi inliyor gibiydi, evlerin kara pencereleri loş, karanlık boşluklar gibi bakar, ürkütücü havada derinden gelen bir boğuntuya, arı kovanındaki işitilmez sesi andıran bir uğultuya dönüşürdü. Korkutucu olmaktan ziyade ürpertici bir sessizlik. Herkes kıra, bağa, dağa gitmiş çocuk okuldan dönmüştür. Güneşin yorgun ışığı, tutsaklık yayan bir ısı, elem kokan sıcaklığı, avlu içine hörgüçlü bir deve gibi çökmüş, her şey sessiz ve gizli bir pençenin eşliğinde bir ölüye dönüşmüş, boyunlar dönmüyor, kandiller yanmıyor, canlılar kıpırdamıyordur!.. Bir sessizlik vardır yalnızca, sis sis sis sis sis sis diye uzayıp giden tanımsız bir ışıltı, garip, sıcak bir ısıltı ve sonsuzluğa doğru akıp giden, belki bıktıran, belki yıldıran, devinip duran tuhaf bir şey, görünmez bir devin solumasını andırır, canlılığın nerede gizlendiği belirsiz, ölüs ve bitkin bir dünyanın gümbürtüsüz bir dalgalanışta akarak, yitip gidişi... Hayat bir tür ölümdür, ölüm bilinmezliğin gizeminde sürüp giden bir yaşam... Niçin kederlenmeli... Söz insanoğlunun müziği, müzikse tanrının düşüncesiydi...
Çocuklukta neden yirmi otuz adımlık uzaklıklar, yıldızlar kadar uzak gelirdi, düşünüyorum da, dam dediğimiz, eşeğimiz ya da ineğimizi beslediğimiz ahır ne kadar uzaktı. Nedeni bence şu, mülkiyetin kırbaç izleri genlerimize işlemiş, oraya giderken, komşu, yaşamda bir kere bile tartışmadığınız insanların evlerinin önünden, ahırlarının yanından geçiyorduk, dama giderken, Meşhurgil'in ahırları önünden, Emir Hasan Bekir'in damı, Huriyegillerin hanı, Trampacıların ağılı ve Dellen Kızı'nın ekmek evinin önünden geçiyordum ben, tam beş ülkenin gönüllerde yazılı lesepasesini göstermek zorunda kalıyordum giderken, kendi hayvanlarımıza yem verip arpalamak, sulamak ya da onları çılbırından çözüp, dağların bağların yoluna düşmek için. 
Her ev bir gizli devlet, her komşuluk bir sınır, her insan sohbet ya da alış verişin kişisel nesnesi olabilecek bir ilişkiler ağıydı. Oysa köylüler yok sayılır, ne büyük bir gaflet, onların ürettikleriyle dünya dönsün ama medyanın, çağın, yıldızların el birliğiyle serflerin, kölecil addettiklerinin varlığını yok sayarak kurduğun sömürü ağıyla, ayın uzaklığını ölç ve köylüye sor, o da yürüyerek, karakaçana başvurmaktan daha uzaktır dedi diye yaşamını farslarla süsle, sonra savaşlar ve köylüler birer birer ölsün, sonbaharda solan çayırlar gibi ilkbaharda gene yeşersinler ve devran böyle dönsün. Eyy Voltaire, ses ver, kuşlar kurtlar ellerini havaya kaldırıp,  tanrı var ama; Adaleti yok desinler!..
Kezban ananın eşiğinde toplanırdık geceleri, yıldızlar, uydular geçer, kayan yıldızı ilk görenler alkışlanırdı, ne sohbetler yarabbim, aya gitmişler, ordan kedi getirmişler, yarı yolda ölmüşler, araçları kendiliğinden denize inmiş, balinanın sırtında karaya gelmişler, evlerinin yolunu yine de bilmişler, çocuklar armağana boğulup, geri dönmüşler!.. Bunların Galile'nin buluşundan, Asimov'un düşlerinden ne farkı var, bir düzensizlik, bir bağımlılık, bir boş vermişlik ve işlerini, aşlarını, borçlarını başkasına yüklemişlik, görünmez ellerin tutsaklığında sürüp giden bir yaşam biçimi kurmuşlar, kaosmozun kökünü kurutmuşlar ve  'Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz' demişler. Kötü zamanlardayız ve bu böyle sürmeyecek bay Jesus!..
Lejyonerin aldığı Nobel'i kendisine mal eden (bu mantığa göre dünya gemisinin kaptanı Obama, makus talihli dünyamıza Yukarı Volta'nın ya da Kenyatta'nın armağan ettiği bir çağdaş erguvani oluyor), özgür eğitimin becerisi bu deyip, öylesi üniversite açılmaz diyen ehlivukufların ve barış bildirisi imzalayıp deja vu hantallığının hüküm sürdüğü karaca aydınlıkların yaşadığı çağdayız biz. 
 Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime, maziye bakıp, gözyaşı dökerim ahvalime!.. Geri kalmışlığından Osmanlıyı sorumlu tutanlar ve Tutunamayanlar'da Oğuz Atay'ın ironiyle, geri kalmışlığa Göktürkler'den bakan yaklaşımı... Hep aynı tutumlar, hep yinelemeler, hep benzeri şeyler. Devrimci pavlikaları addedilen teknoloji üniversiteleri, egzoz borusu bile yapamayan kariler, topraktan gidip ruhu dışarda aslan pençesine dönüştükten sonra azize katına ulaşanlar ve rüzgarın sürüklediği bellekle, heimatlos gibi yaşayanlar...  Ölüp gidenlerimize göre, 'Türkler'in tarih boyunca yaşadığı en kötü çağ imiş bu...' 
''Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür / Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: / -Maveraünnehir nereye dökülür? / En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: / -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbinedir. / Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor / Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: / Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım / O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik / Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır: / Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler / Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri: / Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında / Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır / Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.''
Birde toplumların neandertal çağlardaki gibi siyasetçilerle oyalanması oldukça tuhaf, onları kartel, tröst ve holdingler yönetiyor + medya, yeni tanrısı babasız büyümüşlerin!.. Siyaset orta sınıfa bırakılan bir kumpanya çadırı, milyonların izlediği sirk, siz hiç yakası karanfilli bir siyasi gördünüz mü, onun boyun bağı efendilerinin insafına kalmış bir uygarlık yuları, gırtlağını at kuyruğuna bağlayacak ipek böceğinin ipidir. Dünyayı ne Ottoman, ne Şarlman ne de Batman yönetti bugüne dek, onu yönetenler tuvaletlere bile kumbara koymuş ve oğluna 'Bak bunda bok kokusu var mı' diye mangırları şangırdatan Sezaryen'le doğanlardır.  Ekonomanlar!..  Su başlarında duranlar ve hiç bir zaman değişmeyecek He-Manlar... Siyaset onun eli, ayağıdır, Papa, Rothschild'ın elini neden öper,  Henry, Kanossa kapısında neden bekler, Lenin, kenetlenin der ama elli yılda neden tozlanır, Marks iktisadi canavarlığın romanını neden yazar ve neden en kısa zamanda buhar olur, neden tanrının düşlerine başka bir el karışır sürgit şu yeryüzünde!.. 
Efendilerine aşırı bağlı erkler bile, efendileri tarafından alt edilir Kabil'in topraklarında... Kitleler, panzerler altında ezilenlere ağıt düzer yalnızca ve ölülerini sayarak utkularını kutlayan materyallere dönüştüklerinin ayrımında olamazlar ve kendilerine payeler çıkararak, devranın sürmesine katkıda bulunurlar. Şarkılarla, naralarla, alaylarla...1789 kalkışması, cumhuriyeti getirdi, yeni Napolyonlarla!.. Kralın adını değiştirdiler, İngilizler Elizabethlerini hiç terk etmediler, Japonya, krallarının Harakiri Ülkesidir kadim tarihlerinde, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik kavramının elemanları, çığırtkanları, ankormanları, kavim, kabile, oba ne varsa, çağlar boyunca; Tebaadır. 
Özgürlük hiç bir zaman inmedi yeryüzüne, bunu beceremiyor insanlık, başaramıyor bir türlü, küçük kardeş, 'büyük brother', baba, büyük baba, efrat, rahip, ekümenik, papa, tanrı, baş tanrı, tanrıların tanrısı diye gidiyor sıralama tarih boyunca... Burada düzeni değiştirmek isteyenler, mağara soyluları kıvamında gelip geçenlerdir daima, altın yaldızlı yakamoza bulanmış düzen değişmez, değiştirilemez, düzenin değişmesi, evrenin yenilenmesi kadar zor ve bir gün değişecekse, bu bir başkalaşım, bir metamorfoz gibi, bir evrim sonucu, kendiliğinden olacak, ancaktır ki ırmaklar tersine akacak, ağaçlar birer tuba olacak, karalar terk edilip, denizlerde yaşanacak, tanrı yeraltından peyda olup, göksel olanla el ele tutuşacak ve içtiği kahve, kurulmakta olan yeni dünyanın, dev bir kozmosun hatırına sayılacak!..
Stratosferden tepegözler, su içen karıncayı bile dinliyorsa, nasıl bir değişiklik olacak ki, metal yorgunluğunun yenilenmesi, silikonsu canlının denizlere inmesi, et'nin uzayın içlerinden Florance'i ziyarete gelmesi ve Gandi'nin ölüm orucunda yuttuğu zeytinin yemek borusundan görünmesiyle mi olacak bu!..
Umut, kalabalıkların ciğerini doldurmuş, argon gazının alınmasıdır!.. Tanrının çocukları yetimdir ve yetim kalacaktır, 'Onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim.'
Bütün bunlar birer komplo teorisidir, mitoloji ve masallarımızı kendimiz yaratırız biz, ölülerimizi toplar, uçurumlara ve göklere uluyarak yankıları yanıt addeder ve evlerimize döneriz, gecenin karanlığında... Ve devrim fabrikaları şafak sökerken üretime başlar, proleterya marşlar söyler, kanlı bir doğum yapar, gönülevi'nin Meryem'i  izbe bir kulübede, yoksulluk dünyaya peygamber olur bir süre, külotsuz bırakılmış kraliçelerimiz, giyotine boynunu uzatır arada bir zevkle ve tanrılarımız bir süre daha bekleyin der, sabır taşı çatlayacak, barış gelin olacak, her şey değişecek, her şey çok güzel olacak ve tüm insanlık ayetlerle ellerini havaya kaldırarak, hep birlikte şarkılar söyler, hep birlikte yaşamaktan ve hep birlikte ölmekten hiç bir zaman yüksünmezler ve evrendeki yerlerini güvence altına alırlar böylelikle... 
Ve tuhaf bir şarkı tuttururlar ara sıra...
''Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla...''
Düş içinde düşlerle, bitip tükenmeyen...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder